28 Ağustos 2014 Perşembe

ÖZGÜNLÜĞÜN DEPREMİ: SUFİZM VE SÜRREALİZM


Bilgi ile gerçeklik arasındaki ilişki bugüne dek hep tartışıldı. Gerçeğe ulaşmanın yolunun bilgiyle mümkün olduğu, bilginin ise akılla edinilebildiği gibi klasik tanımlara rağmen gerçekliği bilginin ötesinde arama isteği hiç durmadı.
Bir disiplin olarak ortaya çıkan mistisizm, gerçeğe ulaşmanın yolunun aklı aşkın olduğunu öne sürmüş ve bu yolu kılavuz edinemeyenlerin gerçeğe ulaşamayacağını öne sürmüştür. Birçok dini düşünce içerisinde kendine alan açan bu düşünce, bulunduğu yerde kendine özgü ekolleri var etmiş, toplamı sufizm olarak tanımlanan bu akımlar kendi tasavvuf düşüncesini oluşturmuşlardır.
Sûfizme göre gerçeğe akılla değil sezgiyle ulaşılır. Bu sezgi kurallara dayanan ancak nihai aşamada kuralsızlığı kural kabul ederek kendi yolunu açar ve bu yol üzerinden kendi gerçekliğini arar. İşte bu “gerçekliği aklı aşkın bir şekilde kendi yolu üzerinden aramak”, sufizm akımını, yöntem bakımından sürrealistlere yaklaştırıyor.
“Ortaya çıkabilecek başlıca itiraz, sufiliğin dini kurtuluşu(selamet) merkez alan semavi bir hareket oluşu, öte yandan sürrealizmin bu kurtuluşa hiç de can atmayan mülhid bir hareket oluşudur. Dini olanı seküler olanla ilişkilendirmek mümkün müdür? Böylesi bir karşı çıkış yerinde görünürken, sufilikte bulunan ve sürrealizmden tevarüs eden birçok akli meselenin birbiriyle benzer olduğu ya da kesiştiği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmak imkan dahilinde değildir. Ateizm esasen mistisizmi hariçte tutmaktadır. Sufilik de geleneksel bir dine olan inancı esasen ihtiva etmektedir…” Sufizmle, sürrealizm arasında böyle bir köprünün var olduğu yaklaşımı Adonis’in böylesi özgün bir eseri kaleme alışının en önemli etkeni olabilir. Adonis sürrealizmin içselliğini taşıyan önemli bir şair olduğu kadar, İslam düşüncesine de hakim bir düşünür. Asıl adı Ali Ahmet Said Eşber, Suriye asıllı Lübnanlı şair/düşünür, Şam’da felsefe öğrenimi gördükten sonra, çeşitli üniversitelerde profesörlük yapmıştır. Yaşamını sürdürdüğü Paris’te kaleme aldığı bu özgün ve o derece de enfes eseri kendisi gibi konuya her şeyiyle hakim olan Dr. Nurullah Koltaş dilimize kazandırmış. İnsan Yayınları arasında yayımlanan kitap iki bölüm ve bir ek’ten oluşuyor: Birinci bölümde, “Sufizm ve Sürrealizm” başlığı altında Bilgi (marifet), hayal, aşk, yazın (vecd halinde söylenenler, yani şath ve otomatik yazın), estetik boyut ve muntazam fark kavramları ele alınıyor. İkinci bölümde ise, görünür olanla görünmez olan (zahir-batın) başlığı altında En-Nifferi’nin eserleri ya da poetikası, rüya ve suret (göz, kalp gözü), yaratıcılık ve biçim, Rimbaud: “Doğulu sufi” başlıklı bölümler yer almakta. “Ek”te ise aşk, akıl, otomatik yazın, rüya ve dil kavramları tartışılıyor.
Sufizmle, sürrealizmin benzerlikleri üzerine oturmuş olan bu eserde, Sufizmin İslamla ne kadar bağdaştığı tartışmasına yer vermekten ziyade, genel yakınlık ve benzerlikler dikkate alınmış. Bir oryantalist titizliğiyle sufizmin sürrealiteyle olan bağlarını ortaya çıkaran Adonis, adeta okuyucuyu bambaşka diyarlarda gezindiriyor.
AKLIN SON SINIRINDAN BAŞLAYAN YOLCULUK
Aklî bir doktrin olan İslam, zaman zaman aklı tümüyle dışarı atan hatta gerçeğe ulaşmaya engel gören bir yaklaşımla elbet uyuşmaz. Ancak, aklı dışlamayan ve o yolu yani şeriati de dikkate alarak görünenin ötesine bir iç derinliğiyle ulaşmak isteyen tasavvufi anlayışın İslama uygunluğu konusunda bir itiraz sözkonusu değil. Bu tür metodolojilerin de sufizm ekolü içerisinde yer aldığını var sayarsak bu eseri daha sağlıklı bir şekilde değerlendirmiş oluruz.
Tanrısız(ate) bir edebiyat/sanat akımı olan sürrealizm,Tanrı’yı yadsımayan sufizmin geniş alanına çok uzak görülmüyor. Çünkü her ikisinde de baskın olan gerçekliğin aklın ötesinde aranma istemidir. Her ikisi de gerçeğin, görünenin ötesinde olduğunu öne sürer, bu arayışı da gerçeklik arayışı olarak değerlendirir. “Novalis şöyle der: Görünür olanın bütününü görünmez olanda, işitilebilir olan işitilemez olanda ve dokunulabilir olan dokunulmaz olanda birleşir. Hiç kuşku yoktur ki hakkında düşünülebilir her şey, hakkında düşünülemez her şeye katlanır, onlarla birleşir.”
“Sürrealistler, bireyin psişik güçlerini tamamlayarak dilin sihirsel kullanımıyla yeniden temasa geçip felsefe taşına ulaşırken aynı zamanda somut bir şekilde eylem yoluyla özeleştiri ve toplum eleştirisinde bulunarak dünyanın sihrini yeniden ele geçirmeyi istemişlerdir.”

Sufiler de sürrealistler gibi gerçeği arama yöntemi olarak ezoterik yollara başvurmalarının yanısıra zaman zaman toplumla da sıkı ilişkiler içerisindedir. Sufi şiir ve yazınlarında örnekler hep yaşamın içinden çıkar. Toplumdan ayrı edinilenler yeniden toplumla buluşturulur.
“Sufizm ve Sürrealizm, eşyanın diğer bir yönünü yani varlık ve yokluğu görmemize imkan verir: insanın yokluğu ve hareketin varlığı kalbin yokluğu ve aklın varlığı, tabiatın yokluğu ve endüstrinin varlığı.”

BİR GERÇEKLİK SANRISI OLARAK BİLGİ

Bilgi neyi amaçlar? Bizler bilmeyi isteyerek neyi isteriz aslında? İşte bu ve benzeri sorular bilginin niteliğini, nitelik bilgisi de eriştiği mekanın sınırlarını çizmemize yardımcı olur. Bildiklerimizle daha iyi yaşadığımızı/yaşayacağımızı sanırız ancak bunun sadece bir sanrı olduğunu anlayamayız. Bilmenin hakikatini yani “ben” olgusunu “varoluş”un sorgusuna götürmeyen bilginin iç huzuru sağlayacak bütünsel bilgiyi veremeyeceğini sufiler ve sürrealistler keşfetmişlerdir. Bildikçe gerçeğe uzaklaştığımızı, bildiklerimizle bize o bilgiyi sunan alanın kendisine ulaşmadığımız sürece gerçeklik bilgisini elde edip, iç huzura erişemeyeceğimizi düşünen sufiler bu konuda sürrealistlere yaklaşırlar. “Aklı reddet, hep hakikatle birlikte ol”(eş-şebusteri) sözü aklın gerçekliği sınırladığına olan inancını tanımlar.

“Sufi terminolojisine göre ilim Mutlak’la başlar.”Mutlak olana ulaşmanın yolu ise kendine doğru giderek değil, kendinden uzaklaşarak “ene”yi yok ederek sağlanabilir. Kendinden uzaklaşan, görünenin(zahirin)ötesine geçer ve böylece kendisine yeni bir dünyanın, varlığın hakikatinin yalın olarak bulunduğu bir dünyanın kapılarını açar. Bu sufilere göre O’nunla buluşmanın geniş alanıdır. Burada olan herkes de gerçekliğe ulaşamayabilir sadece gerçekliğin alanında bulunmuş olur ve onun sarhoşluk halini yaşar. Fena hali bir buluşma anıdır ve kişiyi Rabb’iyle buluşturur. Burada da insanın kendinde olabilmesinin içiçe kapıları vardır.”Fena ya da Mutlak’ın ilminin birkaç safhası vardır: mükaşefe, tecelli ve müşahade”
Bütün bu akıl dışı alanı esir alan şey “ben” ötesi olan vecd halidir. İbn Arabi vecd halini 6 merhaleyle izah eder ve vecd halinin ilk basamağının kişinin bilincinin bilgisel yok olması olduğuna dikkat çeker. Basamak basamak bu hal değişikliğe uğrar ve sonuçta kişi Allah’ın tecellisiyle dolar. Sufilerin tarifine göre kişi Allah’la bütünleşir, kendisi diye bir şey kalmaz yok olur.

“Dolayısıyla sufi imgeleminde Mutlak(Allah, Vücud) kendisini iki şekilde izah eder: görünür ve gizli(zahiri ve batıni, bilinçli ve bilinçsiz). Görünür olan rasyonel ve sarih olandır. Gizli olan, görünmez ve kalple hissedilir olandır. Gizli haldeki Mutlak bilinmez, bilinemez olan daimi sırdır. Görünür halinde bilinirdir ve her şeyi kucaklar.”

“Sürrealistler Sufilerin izah etmiş oldukları vecd anlarına benzer tecrübelerin pratik bilgisine sahiptirler ve sıkça bunları yazıya dökerler. Bu gibi anlarda eşzamanlı suretler gerçekleşir. Aragon bundan neş’et eden zihin halini şöyle açıklar: her şeyden önce, her birimiz kendisini belli bir karışıklığın bir nesnesi kabul etmiş ve bu ızdıraba karşı savaşım vermiştir. Sonra bu ızdırabın tabiatı açığa çıkmıştır. Her şey, sanki zihin bilinçaltının doruğuna ulaşınca, konumunu tanımada takatini kaybetmiş görünmüştür. Bunda suretler şekil almış ve gerçekliğin özü haline gelmişlerdir. Bu ilişki uyarınca kendilerini tefrik edilebilir bir güç olarak tecrübe etmişlerdir. Dolayısıyla görsel, işitsel ve dokunsal halüsinasyonların özelliklerini üstlenmişlerdir. Biz bu imgelerin tam gücünü tecrübe etmişiz. Onları yönetme gücünü kaybetmiş ve onların alanı olup onlara tabi olmuşuz. Uykudan hemen önce ya da caddede gözümüz sonuna kadar açık, dehşetin tüm mekanizmalarıyla ellerimizi yatakta hayaletlere uzattık.”
Adonis, Aragon’un bu betimlemesini “Bu durum sufilerin keramet olarak adlandırdıkları şeyi akla getirmektedir.” diye yorumlar.Yalnızca Arago’nun değil bir kısım sürrealistlerin de aynı düş dünyasına daldıklarını belirterek, Breton’un “sürrealist manifesto”larında yer alan bazı sözlerine atıfta bulunur: “Breton absürdlüğü, nevrozu, cinnet ve tefekkürü bize verilmiş olan ve bunlar yoluyla psişik hayatın kökenlerini idrak edebileceğimiz vasıtalar olarak konumlandırır. Böylesi araçlar eşyayı ve onlar arasındaki ilişkiyi fark etmemize olanak verirler.”
Breton’un, sürrealizmin etkiledikleri olarak sıraladığı insanlardan çoğu, mantıkî ya da rasyonel gelenekten gelmemektedirler. “Bunlardan birkaçı Heraklitus, Abelard, Eckhart, Rousseau, Swift, Sade ve Lautreamont’tur.” Adonis, sufilerle, sürrealistlerin rüyayla gerçek arasındaki bağı aynı düzlemde gördüklerine çeşitli sufilerle, kimi sürrealistlerin uyku ve uyanıklık arasındaki farklara yaptığı vurguları aktararak açıklar. Sürrealistler de sufiler gibi rüyanın gerçekler alemine yolculuk, sınırlı alemin bağından kurtuluş olarak bakarlar.
GERÇEĞİN İZDÜŞÜMÜ “HAYAL”
Hayal, gerçeğin neresinde yer alabilir? Bu iki zıt kavramdan hangisi hakikatın sınırlarını yoklar? Bu soruların cevabını bulmaya çalışan Adonis, soluğu İbn Arabi’de alır. “Hayal hali hallerin en genişidir; çünkü iki dünyayı biraraya getirir ve İbn Arabi’nin dediği gibi, iki denizin birleşmesidir. Dolayısıyla İbn’i Arabi’ye göre hayal, varlıkların en genişi ve mahlukatın en mükemmelidir. Aynadaki görüntünüze bakın; gerçekte onu biliyorsunuz, ama öte yandan onu gerçekte bilmiyorsunuz da.”
“İbn Arabi hayalden ve hallerinden bihaber olan bir kimsenin en hafif bir ma’rife kırıntısına sahip olamayacağını vurgular.” Ona göre; “varlık, hayalin zahir kılınışından öte bir şey değildir.”

“Allah’ın kendisi dışında her şeyi yaratabilmesi gibi, hayal de kendi dışında her şeyi yaratabilir. Dolayısıyla hayal, yaratılan şeylerin en hakikatlisi ve kâmil insanın isminin en layık olduğu şeydir. İbn Arabi’ye göre hayal, içinde yaratıcının dilediğini yarattığı bir rahimdir.”  İbn Arabi’ye göre kamil insan, üç merhaleyi barındırarak gerçeğe, saf gerçeğe, Allah’a ulaşır: akıl, his ve aralarında bir hal olan hayal hali.

Sufiler ve Sürrealistler hayali gerçeklik arayışının bir açık alanı gibi görürler. Varlığın yansımasını hayalle izah ederler. Hayal azalan ve çoğalan şeydir onlara göre. Kendini sürekli yeniler ve sürekli bir oluş sergiler.
Aragon’a göre “hayal işe yarayan yegane şeydir.” Aragon hayali şöyle nitelendirir; “Ne katı mantık, ne duyguların gücü, hiçbir şey beni gerçeklikle alakalı olarak ikna edemez ya da benim onu bir yorum hezeyanı üzerine temellendirmediğim hususunda beni ikna edemez.”

“Sufilere ve Sürrealistlere göre hayal, aldatıcı olması sebebiyle değil de, bilinmeyen bir varlık olup dolayısıyla gerçeğe dönüşebileceği için özel bir öneme sahiptir. Nerval’e göre, insan muhayyilesi bu alemde ya da diğer alemde gerçek olmayan bir şeyi izah edemez.”
“Şair hayal melekesi yoluyla-görülmeyeni görmek ve işitilmeyeni işitmek için-bilinmeyeni elde etmeye çabalar.”

“AŞK LEZZET, HAKİKAT DE DEHŞET VERİCİDİR.”(Ed-Dakkâk)
Sufilerin gerçeğe, salt gerçeğe yani Allah’a ulaşmada yegane yol olarak gördüğü şey “aşk”tır. Aşk olmadan insanın seyri sülükü yani ruhsal yolculuğu söz konusu dahi edilemez. O nedenle Sufiler “Aşk tadılmadan bilinmez” derler ve tek gerçeğe, Allah’a ulaşmayı sadece aşk ehline layık görürler. “Aşık ma’şûkuna duyduğu aşktan başka her şeyi dışarıda bırakarak kalbine mühür vurur ve ma’şûkunun sûretinden başka hiçbir şeyi hayal etmez. Bu işaretler olmadığında ne bu aşktır ne de bunu vurgulayan bir kişi aşıktır. Çünkü aşkın esası aşığın ma’şukuyla özdeş olup kendisini aşkta kaybetmesidir; öyle ki artık kendisi değildir ve ma’şûkunda erir. Aşık kendini ve O’nun özünü sevendir, aşkın anlamının bir vasfi değildir.”
İbn Arabi aşkı iki halle izah eder; güzellik ve hayr. “Güzellik kendisi için sevilir. Dünya Allah suretinde yaratıldığı anlamda güzeldir. Eğer Allah’ın güzelliği olmasaydı, güzellik dünyada görülmezdi.” Hayr ise “yalnızca yaratıcıdan gelir ve ondan daha hayırsever kimse yoktur. Eğer kişi hayrı severse Allah’ı da sevmiş olur.”
“Aşkın üç mertebesi vardır: İlahi aşk, ruhani aşk ve tabii aşk. İlahi aşk insanın Allah’a olan aşkında ve Allah’ın insana olan aşkında misalini bulmuştur. Ruhani aşk, aşık artık ma’şukuyla alakalı hiçbir arzu ya da amaca sahip olmadığında ma’şuku hoşnut etmek için verilen savaşımda temsil edilir. Tabii aşk, ma’şuku mutlu etsin veya etmesin tabii aşkın tüm amaçlarına ulaşmayı arzulayan aşıkta misal bulur. Ma’şuk, tabii aşkta kendisi için sevilmez; daha ziyade getirdiği mutluluk ve zevk için sevilir. Bu gerçek ayrıca rûhani ve ilahi aşk için de geçerlidir. Tabii aşkın amacı ittihaddır.(birliktir); öyle ki aşığın ruhu, arzunun hazzı ve teşviki yoluyla ma’şukunun ruhu haline gelir. Dolayısıyla aşk, aşık üzerinde zahiri ve fiziki bir tesire sahiptir. Ruhani aşkta ma’şuk, aşığını ma’şuk hatırına sever. Bu evrensel bir aşktır; aşığın yalnızca kendi hatırına sevdiği tabii aşkın aksidir.” Sufizmde aşık’ın ma’şuka kavuşma anı ölümdür. Ölüm bir kavuşma anıdır. Kendini yok ederek O’nda var olma halidir. İkilik ancak ölümle son bulur. Adonis burada ilahi aşk ile tabii aşkın nirvanasını birbirine benzetir. İkisinde de amacın ikiden bir olmak, tekleşmek olduğuna dikkat çeker.
Kitabın diğer bölümlerinde olduğu gibi tersinden yakınlığı olan bu iki ekolün aralarındaki yakınlıkları yakalamak için uygulanan benzeştirme yönteminin zaman zaman itiraz edilebilecek bir noktaya gelmesini oldukça doğal karşılamak gerek. Çünkü manası ve özü itibarıyla gerek sufizm gerekse sürrealizm ayrı ayrı düşüncelerden neşet eden ekollerdir. İnsanoğlunun en çok yaşadığı ve karşılaştığı aşk olgusunu dünyasal ve öte alem ilişkisiyle benzeştirmek aslında belki de sorunun özüdür. O nedenle bazı sufiler; “Dünya aşk ile yaratılmıştır, aşk olmasaydı dünya yaratılmazdı” derler.

Burada iki ayrı aşk olgusunu birbirinden ayıran ana özellik, iki ekolün ma’şuka ulaşmada izledikleri yol ve ürettikleri düşünceler olabilir. Sufiler, aşk adına her şeyi bir yana bırakan ölümü bir bütünleşmenin sonucu görürlerken, sürrealistler ilahi olguları dünyasal kavuşmanın önünde engel görürler. O nedenle sürrealizm erotizmi kutsar, onu yücelterek aşkı yüceltir. Adonis sürrealistlerin bu arayışını hıristiyanlığın baskıcı tutumundan kaynaklı bir tepki olarak değerlendirir.”Sürrealist erotizm, Hıristiyan etiği tarafından dayatılan resmi hukuka karşı bir isyan arzusundan tevârüs etmiştir.”
“Sürrealizm ve Sufizm’de, vahid-insan, mutlak-insanın yerini alır.Yani mutlak olan artık aşk’ın yegane konusu değildir, ancak ma’şuk kadındır. Ma’şukun bedeni ilahi kelimelere eştir. Sufilikte Tanrı sürekli bir sırdır; o, anda sürekli bir hazrettir, hazır olandır. Maşuk kadın, sürrealist tecrübede bir gizemdir. Sürrealizmde aşkın dili gizemin dilidir. Kadın elde edilemeyendir. O sır veya sihirseldir.” Breton, “Dünyayı yalnızca kadın yoluyla severiz ve dünya da böylece bizi sever” der. Bu İbn Arabi’nin bir sözünü çağrıştırır; “Müennes olmayan hiç bir mekana güvenilmez!.”
YAZIN-OTOMATİK YAZIN MERTEBESİ: ŞATH

Sufizmin sistematik kaynakları yoktur. Her ne kadar İslam tasavvufunu metodolojik olarak anlatan bazı eserler mevcut olsa da sufizm daha çok sufilerin dilinden neşet eden eserlerle varlığını ortaya koyar. Kendi içinde şifai bir akışkanlığı bulunan bu akımın günümüze kadar uzanan yazılı eserlerinin hemen tümü için söylenebilecek şey, onların bu kişilere Allah tarafından vecd ile gelişen bir halde yazdırıldıklarıdır. “Sufi irfanı/ilmi şu andan, buradan ve şimdiden tevarüs eder ve geçmişte öğrenilip kaydedilen, ancak artık şu ana cevap vermeyen kimi geçmiş bilgilerden gelmez. Çünkü genel bir bilgidir ve şu anın gereği, tecrübenin eşsizliği ve zamanın belirgin devresinden ne’şet eden bilgidir.”
“Sufi irfanı gibi sufi yazını da zamanın bir tarihinden veya ikisi arasındaki diyaloğun tarihinden başka bir şey değildir. İletilemeyen birikimdir, çünkü irrasyoneldir ve tecrübe/zevkten ne’şet etmiştir.”
Sufileri otomatik yazına sevkeden ilham anı(şath) için çeşitli tarifler olsa da El-Serrâc şath’ı şöyle tarif eder; “Dışarıda ürkütücü görünür, ancak içeride gerçek ve dosdoğrudur.”
Bu halin tasavvufta çeşitli seyirleri  vardır ama en makbül kabul edileni sessizlik halinde bu hali yaşamaktır. Sufi, içinde patlayan fırtınayı sessizlik içinde karşılayabildiği kadar arınır, kendisine bilgi akışı hızlanır, otomatik bir akışkanlık oluşur. Bu halde yaşananların derinliği hal’in derinliği kadardır.
“Şath, vecd çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkar ve vecd çabasının ne denli kuvvetli ya da zayıf olduğuna bağlı olarak kuvvetli  ya da zayıf olur.”
Şathiye çoğu kez ehli olmayan tarafından anlaşılamaz. Bir hal dili olan şathiye için el-Bistami şöyle der: “İnsanların zihinleri onun sözlerini anlamak söz konusu olduğunda, şaşkınlığa düşerler. Onun sözleri ağızdan çıkmıştır; ancak hiç kimse onun neyi kastettiğini anlamamıştır; insanlar onun kerametlerini  izah etmişlerdir, ancak onun özgeliği çok bilinmez; ayrıntıları derlenmiştir, ancak onun gerçekleri  işitilmemiştir; ifadeleri anlaşılmıştır, ancak ima ve işaretlerine akıl erdirilemez.”
Otomatik yazın(bilinç altı yazını) sürrealistleri diğer edebiyat-sanat ekollerinden ayıran en ana özelliktir. Sürrealist şairler şiirlerinin en önemlilerini bilinç dışı, bilinç altının ortaya çıkışıyla yazın esnasında üretmişlerdir. Sürrealistler bu tür yazında “ilk olarak, hipnotik uyku, insan(rüya anlatımıyla) yazmak için rüyayı hatırlamak zorunda olup yalnızca bir irade gücü nevinden bir şey gerektirmeden ve ayrıca hafıza da rüyayı evirip çevireceğinden, psişik otomatizme ulaşmanın en otantik yolu olarak belirmiştir. Sürrealistler için otomatizm “yazarın aklın perdelerini bertaraf etmesini sağlayan bir uygulamadır.”
“Her halükarda Sufiler gibi Sürrealistler de edebiyatın onlara göre, kişi edebi biçimin ötesinde kainatın sırlarına gittiği takdirde derin bir anlam içerdiğini kabul ederler. Sufiler gibi Sürrealistler de vazifelerini, güzelleştirmekten ziyade bir ilham ediş olarak görürler. Bunun nedeni bu ilhamın bizatihi güzellik oluşudur.”
“Otomatik yazın, sansürleyen bir zihinden, eleştirel düşünceden ve paralel kelimelerden yükselen herhangi bir zorlamadan uzak, üzerinde çalışılmamış ve kendiliğindendir. Otomatik yazın dünyevi olandan ve manialarından serbest kalıştır. Yazarı aşkına benliğini terk edip bir başka mekana geçmeye zorlar.”
SUFİLER VE SÜRREALİSTLERDE YAZIN VE UYUM DÜZENİ

Adonis, kitabın ilk bölümünün son iki başlığı altında sürrealistlerin ve sufilerin  ürettiklerindeki  biçem ve mantalite yakınlıklarına değindiği gibi, her iki akımın da düzensizlik içerisinde kendilerine ait bir düzen oluşturmasını  irdeliyor.
“Sufilik, kelimelerin bilindik anlamlarını ifade ettiği şeyler bağlamında birbirine karıştırdığı gibi, dünyanın zahiri düzenini ve bilgi araçlarını da birbirine katar. Kendisi  ve eşyanın tabiatı arasında rasyonel ilişkiler kurmayıp daha ziyade tabiatı kalbi yoluyla-kelimenin Sufilikteki anlamıyla-ilgi kurduğu bir remizler, suretler ve atıflar seçkisi olarak kabul eder.”
Sufilik gibi sürrealizm de insan haline dayatılan sınırlamaları  reddederek işe başlar ve dolayısıyla otomatik yazın yani akıl ya da bilinçli düşünce tarafından tamamen sansürlenmeyen yazın yoluyla ifade ettiği hislerin bir karışıklığında, bilinçaltı dünya ve rüya içinde yaşar. Bu  bakir ve aşina olunmayan için alışılmış olanı aşmaya, hayat ve insanı değiştirerek düşünce ve hayatın çelişkilerinin ötesine geçmeye teşebbüs  eden bir tecrübedir. Ne var ki Sürrealizm sufilikle karşılaştırıldığında “harici bir misal olarak yani sorgulayıcı bir bilinç biçimi olarak kalırken, sufilik bireysel bilinçliğin yok olmasını temsil eder.”
Sufilik ve sürrealizm dışarıdan konumlandırılan disiplinlere uyamaz. Bu onların varlıklarına başlı başına bir tehdit oluşturur. “Sufiler dini ve yasal düzen ve değerlerini reddetmeyi öngörürken sürrealistler sosyo-dini düzeni ve değerleri reddetmeyi öngörürler.”
“Hem sufilik hem de sürrealizm, açıkça insan yaşamını, onun mevcut sahte yaşamından namevcut hakiki yaşamına götüren macera dolu bir yolculuktur. Bu yolculukta iki safha vardır.-içteki sürgünün bilinci-bir tarafta, sürgün Ben,-ve diğer tarafta benliğin derinliklerine, ruhun deriniklerine dalma.”

“Sufi yazını gibi sürrealist yazın da sürgünden doğuşun bir hikayesi ve ‘yücenoktaya’ doğru hareketin hikayesidir. Bu yazın tasavvufta şath ve sürrealizmde de otomatik yazın olarak bilinir. Herhangi bir rasyonel, estetik, ahlaki, dini ya da sosyo-politik sansürün tam bir eksikliğiyle tefrik edilir. Dolayısıyla genel itibarıyla bu birçok sansür biçimiyle boğulan derûni dünyadan bir taşmadır. Söylenemeyen ve nakledilemeyen her şeyi söyler. Bu sebeple konuşma ve konuşma sistemini derinden sarsar. Melekeleri yoluyla insanın derûni tabiatının sonsuzluğunu ifşa etmek suretiyle hem söylenenin hem de maddi düzenin bir yıkılışına götürür.”
Adonis, bu bölümün son paragraflarında bilmenin, bilinmenin ana odaklarından gördüğü sufilik ve sürrealizmi gereğinden fazla yüceltmez. Sonuçta bunların kendiliğinde bir gerçeklik yaratmadıklarına dikkat çeker.
“Hem sufizm(ya da sufilik) hem de sürrealizm insan ve alemde yeni sırlar keşfetseler de eşyadaki güzelliği yeniden keşifte bulunmamaktadırlar. Bu açıdan ilme(ulûm)aittirler..
Sûfiliğin Arap-İslam kültüründe bilimin yapmakta başarısız olduğu bir husus olan metafizik ve hayata dair bir çalışma alanı açışı gibi, Sürrealizm de aynını Batı kültüründe yapmıştır.”
Adonis eserinin ikinci bölümünü  zahir-batın ilişkisini ele alan dört çalışmayı irdelemeye ayırmış. İlk incelemesi ise gizemli eser ve sözleriyle İslam mutasavvıflarına öncü olan isimlerden en-Nifferi  ve onun poetikası  üzerinedir. “En-Nifferi’nin yazıları, edebi ve kültürel yapıyla bir kırılmayı temsil eder. Özellikle Arap kültürünün teolojik-dini yönlerinin ve ihtiva ettiklerinin radikal bir şekilde ele alınışıdır. Eserleri, gökyüzü ve yeryüzüyle dini-teolojik kurumlar tarafından sıkı bir şekilde temsil edilen ilişkilere meydan okuyan bilinmeyenle yeni ilişkiler ortaya koymuştur.”
Rüya ve suret, gölge ve asıl gibi sufilerin ve sürrealistlerin dönüp durduğu alanlara da değinen Adonis, İslam sanatında açıkta olanın ele alınmayışını da aslın o olmadığıyla izah etmekte ve hakikat arayışının asıl sanılan gölgelerin uzağında olduğuna dikkat çekmekte. “İslam’da güzel olan tasvir edilemeyendir. Bedensel olandan kaçan ve hissi algıyı aşan şeydir. Gizlilik yüce ve uludur. Sanatsal açıdan bunun anlamı, estetik değerin ‘suret’ ya da ‘şekil’de değil manada oluşu ve güzelliğin tasvir edilmeyen ya da ‘şekillenmemiş’ sonsuzlukta bulunabileceğini ifade eder.”

Kitabın en ilginç bölümlerinden biri de, ünlü Fransız şair Rimbaud’la ilgili değerlendirmelerdir. Adonis Rimbaud’un Arap sufi düşüncesi etkisi altında kaldığını öne sürer. Onun din hakkındaki görüşlerinin Hıristiyanlıkla ilgili olduğunu belirtir. Rimbaud’un “Cehennemde Mevsim” adlı şiirini tahlil ederek, bu şiirin sufi metinleriyle aynı karakteristik özelliklere sahip olduğunu söyler. “Sufi gibi Rimbaud da şiirin hakiki ve namevcut hayatın, görünmez olanın ifşaatı olduğunu ekleyerek zahiri dünyayı reddeder görünür.”
“Rimbaud kelimeleri kullanma şekliyle bir sufi olduğu gibi, sessizliği kullanışında da bir sufidir. Nefs ve öteki arasındaki hariç hiçbir konuşma yoktur ve orada kelimelerin olması için subje ve obje  arasında da bir ayrıntı olmalıdır. Hayalci şair(ya da sufi) bilinmeyen olan yolculuğunda en üst sınıra ulaşır yani konuşmama hali olan ve kelimelerle ifade edilemeyecek bir hale ulaşır.
Yeniden keşfedildi!
Ne? Sonsuzluk denizdir
Güneşle karışmış olan.”
Semiha KAVAK
Edebistan 2013 Şubat

EN YÜKSEK TUTKU


“İman bir şeydir ki insan onunla yaşar.”
Tolstoy, bu sözüyle imanın insanın yeryüzündeki hayat serüveninde en önemli sermaye olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Zira insanlığın değerlerinin hepsi bu esas üzerine kurulu olup, hepsinin tamamlayıcısıdır.
Birey ve toplum arasındaki dengeyi sağlayan, insanın bütün ahlakî ilkelerinin alt yapısını oluşturan, tamamlayan en önemli unsur Allah’a olan bağlılığı ve inancıdır. Fakat bu esas yalnızca ahlakî bir kategori değildir, gerçekte, ilk önce idrak ile; yani bilgiyle, önermelerinin doğruluğuyla ilgili bir kategoridir.
Gazali’nin imanı “bütün diğer verileri ve gerçekleri doğru bir şekilde anlaşılmalarına uygun ve bunun için gerekli çerçeveye yerleştiren bir görüş” olarak yorumladığını görüyoruz ki emniyet (güvenlik) kökünden türeyen bu terim, kapsadığı önermelerin gerçekten doğru ve doğruluklarının akılla teyid edildiği (anlaşıldığı, kabul edildiği) mânâsına gelir. İçeriğinin yapısı mantığın ve bilginin, metafiziğin, ahlâkın ve estetiğin ilkesi olduğu için insanın içinde her şeyi aydınlatan bir ışık gibidir.
Akletmenin ilk ilkesi olan bu esas, evrenin de akılcı bir yolla yorumlanmasının temelini teşkil eder.  Aklın temel ilkesi ayniyet olduğundan gayrıaklî ya da kendi içinde çelişkili olamaz. Onu inkâr etmek insanı makullükten uzaklaştırır.
Kalp ile tasdik ediş mutlaklık ister, mutlak bir tasdiktir. Allah’tan gelen bilgiyi bütünüyle  şeksiz şüphesiz kabul etmektir. Kendi varlığını varlığın hakikati ile bağlayan bir intisaptır. İman sahibi kul kendini Allah’ın eseri olarak görür. Kendini O’na bağlamakla eşya ve hadiselerin tahrip ediciliğinden kurtulurken böylelikle de kendi varlığını en sağlam zemine  oturtmuş olur.
“İman bir izân ve yakîndir ki sahibini zihnen, aklen, kalben ve ruhen gerçek bilginin kaynağına götürüp hakikatle karşı karşıya getirir.” İman ve yakîn eş anlamlı terimlerdir. Yakîn, kesinliğe ulaşmış, teori ve pratikte kendisinde hiçbir şüphe kalmamış olan, hiçbir şüphe ve kuşkuya yer vermeyen, sağlam, güvenilir gibi mânâları kucaklar. “Yakîn öncesinde kişi gerçeği inkâr edebilir ya da soruşturabilir.  Ama yakîn gerçekleştiği zaman hakikat, duyumsal kanıt kadar sabit ve ikna edicidir. (Kur’an 102:5-7)
Kuşkusuz bu hakikat bir bütündür ve İslam amentüsünün içeriği; ihtimal, tahmin, belirsizlik şüphesinden mutlak şekilde bağımsız olarak “inanmaktır.” İnanmaksa bir karar, bir hareket, doğruluğunun bilinmediği bir şeyi kabul etme olmayıp, hakikatin gerçekliğiyle birebir karşılaşıldığında, yüzyüze gelindiğinde, kesin bir biçimde ikna eden, insanın kalbiyle bağlantılı olan bir şeydir.
Kierkegaard, imanı kişinin kendisi olarak ve kendisi olmayı isteyerek kendini saydam bir biçimde tanrıya adaması, kişideki en yüksek tutku olarak tanımlamıştır. Tanrı’yı insandan bütünüyle ayrı bir varlık olarak gören Kierkegaard, Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boşluk olduğunu ileri sürer. Hayata karşı estetik ve etik tepkilere ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtarmadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemini vurgular.
İman, bireysel ve toplumsal barışın güvencesi olarak, bireyin kendi kendisiyle bir iç tutarlılığa sahip olmasını ve aynı tutarlılığın aile ve toplum yaşantısında da sürdürülmesini ister. Böylesine güvenli tedbirler üzerine kurulu bir dinin ismi de bu esasın ifade ettiği etimolojik anlamla çelişmemelidir. Terim olarak imanla özdeş olan hem de dinin adı olan İslam bu anlamına uygun olup, inananların güvenliğe, iç dünyası ile barışa ulaşmalarını sağlayarak gereği gibi bir toplum oluşturmalarını tavsiye eder.
Bu sebeple İslam dininin muhatabı olan mümin, “emin” olunan kişidir. Bu yönüyle iman “doktrin ve pratikte bir güven arayışı”dır. Çünkü o her şeyden önce Allah’ın sözüne olan sarsılmaz güveni içerir ki böylesine sıkı bir güven üzerine oturtulduğunda,  tamamen bütünleştirici bir işleve sahip olur. İman sahibi olan kararlı, tutarlı ve güvenilir oluşuyla özelde toplumsal, genelde kozmik güvenin de temel dinamiğidir.
Amentünün doğru anlaşımı insanî potansiyelimizin bilinmesi, tanınması anlamına gelir. Kararsızlık, belirsizlik, istikrarsızlık Kuran’ın belirlediği imanın unsurları arasında yer almaz, tamamen şeffaflık ve kesinlik ister. Zaten şüpheden arınmamışsa parçalanarak yok olur ve bütünleştirici de olmaz. Hiçbir olumsuz çağrışımı söz konusu olmadığından kesindir, çünkü hakikatin objektif bir kabulüne dayanır. Mutlak bilgiye dayalı olmayan iman hiçbir işe yaramaz, bu sebeple iman hayatının öngördüğü toplumsal davranış modelleri dogmatik değildir. Özünde sorgulayıcı bir analoji mantığı ve entelektüel girişim yer aldığından, öngördüğü toplum kapalı ve dinsel baskıcılığa açık bir toplum değildir.
Gerçekte din köleliğe ve adaletsizliğe izin vermez. İman ve özgürlük arasında derin bir ahenk ve samimi bir bağ bulunur. Zaten bütün dinlerin temel emirleri özgürlükle bağdaşıktır. Bu nedenle iman ve özgürlük arasındaki bağ aslolan/olması gereken bir bağdır. İnsan, sahip olduğu iman ölçüsünde kendini özgür hissederek, iç huzur ve dengesini korur.
Semiha KAVAK 
Edebistan

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Aşk

Roberto Kusterle


"Sonsuzluk giysini yırttım, toprağıma getirdim seni, çırılçıplak." 

Rene Char


24 Ağustos 2014 Pazar

MARLA'YA DENİLMEK ÜZERE


tarihi geçmiş bir altyazı dudaklarında sürekli başa saran
vazgeçiyor ve canımı yüzünün süzüldüğü cama bağışlıyorum
nihayetinde susuyorum nihavent bir aksanla

kastta hata var tanrım, bu gürültü ondan bu gürültü bir itiraz 
bu itiraz intihar kökenli bir hayatın dilemması

bir yolun kaç ayrımı var 
ki biz hangi ayrımın dönencesinde kim oluyoruz 

uzayıp giden şüpheler listesinde törpüleniyor inancım 
evet “bazen karıştırıyorum” ben de
karıştırıyorum kimsesizliğimin cisimleştiği anlarda 

bağışla çok uluslu yüzüm 
baştan sona unutulabilir çünkü tarihi ayıplanmış 

- aslında aslı yok aslımın! 

Seyit Pelitli / Ayna İnsan Sayı: 5


23 Ağustos 2014 Cumartesi

Bachmann Zamanı


“Yakında bu yük çok ağır gelecek, sevgili kardeşim,
Ve batacağız uçurumlara.” Ingeborg Bachmann

bakarsın talihin çarkı döner
kucağında büyüdüğümüz hayat, ölüm sapağında bizi hatırlar
acı soyulur,
hüzün çekilir
ve alçıda bekleyen kanatlarımız
uçurum kıyısında nihayet, hayırlı bi’işe yarar.

bakarsın hızla Parise düşer,
İnge’nin küçük balıklarına dönüşür gövdemiz
pas sökücü yağmurlar gelir sonra deli kanda Seine krizi
pullarımız, el değmeden çözülür kurtlanmış paslarından

kalptir; gördüğün belki zâhirî uykudur, biter
bellekte yüzgeçle solumanın doyumsuz tadı
ufkumuzu es geçen yüzyıl bakarsın elinde küresel bir akvaryum
önümüzde ağlayarak diz çöker

mevsimidir
“intikam içli bir marştır gerçekte”*
ve bağışlamak: en yağız hançer
ki
iz bırakır,
gül kokusu bırakmıştır, aşkla bilendikçe.

Fatih Yavuz Çiçek
Ayna İnsan Sayı: 8


*İlhami Çiçek

İki Otel ve İç Yangınları


7 aylık doğdu, acelesi vardı.  Sanki, sabırsızlıkla yaşama katılma arzusu içindeydi. Zümrüt kadar değerli olmayan bir mücevherin adı verildi O’na. İsmini Zebercet koydular.
Anayurt Oteli, edebiyatta Yusuf Atılgan, sinemada da Yönetmen ve  Senarist Ömer Kavur ile can bulan bir eser. Bir romanın sinemaya uyarlanışının başarılı örneklerinden biri.  Bekleyişin, umudu kaybetmenin, ölümün hikayesi.  
Otel metaforu eserin başat öğelerinden. Hikâyenin büyük bir kısmı Zebercet’in hem iş yeri hem de evi olan otelde geçiyor. Orada yaşamın durağanlığı, insanların göçebeliği, Zebercet’in gecikmeli Ankara treni ile bir kez otele gelen ve bir daha hiç gelmeyen kadını umutsuzca bekleyişi var; bir de ölen akrabalarının fotoğrafları ve onlarla ilgili anılar.
 Edip Cansever, Otel şiirini Zebercet için yazmış sanki…O’nun iç dünyasını, kışını anlatıyor: 
“Ölüler dirilirdi. Çıkamazdım ki otelden / Ben otelden hiç çıkamazdım ki / Her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi / Kış / Ve hayaletler halinde kuş sürüleri /Gündüz ve gece / Gece desem gece, gündüz desem gündüz / Ve desem ki, sonuncu günü / Dünyanın insan eliyle yaratılmasının/ Sonuncu günü / Koridorlardan geçerdim.” *

Zebercet de kendi otelini kendi içinde, kendi elleriyle kuruyor. Şizoid  kişilik özelliğine sahip olan Zebercet, iki otelde birden yaşıyor. Biri fiziki varoluşunu sürdürdüğü Anayurt Oteli,  ikincisiyse onun izdüşümü olan  daha kalabalık ve renkli, geçmişe ait olan oteli. Her iki otelle de bütünleşik bir yaşam sürüyor Zebercet.
İçerisindeki otelde yaşarken, kendi dünyasıyla baş başa kalmayı, kendisiyle konuşmayı seviyor.  İç dünyasında çoğalıyor. Merdivenlerde, hep en olmadık zamanlarda ayağının altında  beliren kedi, Zebercet’i içerisindeki otelden uzaklaştırıyor.
 Kedinin sahibi ise, otelin temizlik işlerini yapan kadın. O da otelde kalıyor. Ortalıkçı kadın, oteli-hayatını reddedercesine sürekli uyuyor, sanki bu dünyadan uzaklaşma, kaçma isteği var. Yüzü hep asık. Zebercet’in cinsel arzuyla odasına girdiği zamanlarda bile gözlerini kendiliğinden açmıyor. Hiçbir şeyden zevk almama haline, yaşama karşı duyarsızlığına rağmen, bir yandan uzun süredir ziyaretine gelmeyen dayısını bekliyor. Hayatla bağı kedi ve dayısı ile sınırlı. Zebercet’e hayat vermiyor. Zebercet’e “Ağam” dese de diyalogları bir zorunluluktan öteye varmıyor. O’nu geçmişine uzanan dar koridorlar, katları birbirine bağlayan bitimsiz merdivenler ve hiç durmayan içindeki ölülerin sesleriyle dolu oteline yönelterek, Otel şiirine eklemliyor:
“Koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa /Aslında bana göre bir şekil/ Bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin  yer aldığı / Kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de/ Koridor / Ve benim çağrışımsız sesleri düşüren ellerime / Meyhanelerden gelen ve bir daha gelmeyen / Ölü sesleri / Sokaklarda karşıma çıkan ve bir daha çıkmayan/ Ölü sesleri / Masa örtülerinin altına saklanan ve bir daha saklanmayan / Resim ve para sesleri/ Ölülerin / Merdivenleri inerdim.
Merdivenleri inmek kolay desem kolay, kolay demesem gene kolay /Bir diyalog olduğu için değil, zaten bir diyalogdur merdivenler/ İçinde insan uğultularının yer aldığı /Ve kimsenin kimseye bir şey sormadığı.”

Zebercet,  bu iki otel arasında savruluyor sürekli. Bir içerisindeki otele bir Anayurt Oteli’ne geçiyor. Orada da ancak alışkanlıklarıyla sürdürüyor yaşamasını. Mesela her sabah saat 6’da çalan saatin sesiyle uyanıyor. Otelin girişinde, merdiven altındaki masasına kuruluyor, sonra gazeteleri geliyor. Haftada bir doldurduğu müşteri fişlerini gazeteci çocukla karakola  gönderiyor. 
Zebercet bir gün yine koridorlarda dolaşırken, otele kalmaya gelen evli bir çiftin kapısını dinliyor. Kadın erkeğine “Nasıl da seninim!” derken daha önce hiç bilmediği bir duygu içinde canlanıyor, ürperiyor. Aralarındaki bağdan etkileniyor. Kendisiyle uzlaşamıyor  bir kez daha içerisindeki otele, dar koridorlara  ve merdivenlere yöneliyor:
“O ben ki seviyordum beni yargılayan/ Bir otel diye seviyordum oteli/ Kendi yasalarıyla/ Aslına bakılırsa  kendimi dolaştırıyordum bir bir /Sokakları olmayan bir şehir için/ Yaralı ayaklarımla/ Alanları,  parkları ve afişleri/ Olmayan bir şehir için.”

Zebercet, otelin kendisini yargılamasından, oteli bu yüzden sevmekten, orada sürekli kendini dolaştırmasından, sokakları, parkları ve afişleri olmayan bir şehirde yaşamaktan yoruluyor. Gerçek hayatla bir bağ kurmasına yardım edecek birisini arıyor; gecikmeli Ankara treni ile bir kez otele gelen kadını bekliyor. Ama umudunu yitirmesi ve ısrarla beklenenin geri dönmeyeceğini idrak etmesi ve hüsran;  ortalığı yangın yerine çeviriyor:
“Ben onun yanından geçerken/O benim yanımdan geçerken /O döner dönmez köşeyi /Ben yere eğilir eğilmez /O dönüp bakarken gizlice /Ben cebime sokarken elimi /O gözetlerken beni köşeden /Ben başımı çevirirken ansızın /Bir anahtar sesi /Bir sigara gürültüsü /Yere düşen bir çakmak/Kırmızı bir benzin istasyonu belirtisi.”

Adını  bile bilmediği o kadın, yeniden gelseydi, Zebercet oteller arasında savrulmayı bırakıp, gerçek hayatla gerçek bir bağ kurabilirdi belki de…Ama o kadın ve ona benzettiği diğer kadınlar hiç geri gelmiyor. Bekleyişi her gün daha da azalan Zebercet’in her iki oteli de batışa yöneliyor böylece:
“Silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde/ Elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum/Seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin/ Eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine/ Ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak/İçki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum/ Bazen bir iki bardak/ Bazen de sabahtan akşama kadar/ Durmadan içiyordum/ Canım elbette, diyordum, nasılsa/ Otel batacak, otel batacak.”

Zebercet kapısına “kapalı” tabelası astığı Anayurt Oteli’nde Ankara Treni ile gelen gizemli kadının odasında kendini asıyor. Ve bütün otelleri batıyor. Geriye ise, edebiyatta Yusuf Atılgan’ın, sinemada ise, Ömer Kavur’un büyük yapıtı “Anayurt Oteli” kalıyor.  Edip Cansever’in Türk edebiyatının en güzel şiirlerinden “Otel” de bu yapıtları çağrıştırıyor.
Birçok yönlü
Anayurt Oteli, modern Türk edebiyatı içerisinde, Freudcu yaklaşım, yabancılaşma başta olmak üzere psikolojik, sosyolojik ve felsefi gibi birçok çerçeveden ele alınabilen çok yönlü bir eser.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2 adlı kitabında, yapıtı; insanın hayatta istediği ahengi yakalamak için gerçeğin dışında kendi dünyasını kurarak, kendisini aldatmasına dayanan Saçma Kuramına bağlıyor. Zebercet’in dış ve iç dünyası arasında bir bağın olmadığını anladığında ise kendisini kandırmaktan vazgeçtiğini ve  eserin bu şekilde tamamlandığını belirtiyor. [1]
Anayurt Oteli neden filme uyarlandı?
Ömer Kavur’un vefat ettiği 2005 yılında yayınlanan, Ertekin Akpınar’ın Sinema Söyleşileri kitabında, Ömer Kavur’un son röportajlarından biri de yer alıyor. Kavur, söyleşirken bir roman ve bir sinema eseri ilişkisi hakkında çok önemli tespitlerini de sıralıyor.  Edebiyatın, sinemamızın temel taşlarından biri olduğunu ve edebiyattan koptuğumuz için sinemamızda gerileme olduğunu[2] savunuyor.
Bazı klasik kitap uyarlamalarının başarısızlığının nedenini, eserlerin popülaritesinden yararlanmak için, onlara birer meta olarak ticari amaçla yaklaşılması olarak görüyor. Kavur için bir uyarlamanın başarılı olabilmesi, metni yazan ve metni sinemaya uyarlayacak kişinin ruhlarının örtüşmesine bağlı.  Anayurt Oteli’nin başarısını da Yusuf Atılgan’a duyduğu yakınlıkla: “Romanı okuduğum vakit o kadar kendime ait bir şey buldum ki. Eğer bir yazar olsaydım ona çok benzer bir metni yazmayı arzu ederdim” sözleriyle açıklıyor. [3]
Kavur’un başarısının bir başka sırrı ise filmlerini aşkla çekmesi. Kavur bu tutkusunu ise şöyle ifade ediyor: “Benim gözümde her film bitmiş bir aşk gibidir. Ama hala o filmle ilgili içimde yaşayan bir şey vardır. Onlarla yüzleşmek istemiyorum. Bende hüzün yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde film çektim, bir daha o mekanlara gitmedim. Hatta o şehirlere bile gitmedim. Bu çok kişisel bir şey. Bunun benim için anlaşılır bir açıklaması da yok.”[4]

Regiman Deniz
Ayna İnsan Sayı: 4

KUTU-
ANAYURT OTELİ FİLMİ
Yönetmen : Ömer Kavur
Senaryo : Ömer Kavur, Yusuf Atılgan (kitap)
Görüntü Yönetmeni. : Orhan Oğuz
Kurgu : Mevlüt Koçak
Müzik : Atilla Özdemiroğlu
Oyuncular : Macit Koper, Şahika Tekand, Sera Yılmaz, Orhan Çağman
Yapımcı : Cengiz Ergun, Ömer Kavur
Yapım Yılı : 1986
Süre : 110 Dakika





[1] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 5. Basım, İstanbul: İletişim yy. 1997, ss.233-234
[2] Ertekin Akpınar, 10 Yönetmen ve Türk Sineması, 2. Basım, İstanbul:Hayalet Kitaplığı, 2009, s.18
[3] Akpınar, ss.19-20
[4] Akpınar, s.31
*Metinde bölüm bölüm yer alan Edip Cansever’in Otel Şiiri , Kirli Ağustos Kitabı’nda.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Noktalar


"İnsanın aşk'ı hazmedecek mânâ gücü yoktur. İnsan, bir böceğin ağaç kabuğunu kemirmesi gibi yalnızca aşk salyasını kusar..."
Abbas Sayar


15 Ağustos 2014 Cuma

Boş Tuval ve Ötesi


İnsanoğlu,gerçekte "anlaşılmak"tan çok "yanlış anlaşılır." Sıkça yaşadım bunu, ama hiçbir zaman soğuk dönemimde olduğu denli belirgin değil; bazı dostlarım sırtlarını döndüler o sıralarda. Ama buz (resminin değil, yanlış anlaşılmasın)  nasılsa eriyecekti;  biliyordum bunu. Belki bugün biraz daha erimiştir.  Zaman, insanları sürükler. Ama aşırı hızlı büyüyen daha hızlı kurur - derinlik olmadan yükseklik olmaz."

Vassil Kandisky

14 Ağustos 2014 Perşembe

BAŞLANGIÇTA NE VARDI?


Dinin, bilimin ve felsefenin ilk sorusu olarak karşımıza çıkar bu soru. Bu nedenle, her düşünce kendisini bir başlangıç hikâyesiyle şekillendirir. 'Başlangıçta ne vardı?' sorusuna verilen cevaplar, ilerleyen her sorunsala karşı yürütülen düşüncelerin de kaynağı olur. Kimi felsefi ekollerin tanrılık vasfı yükleyerek ilkil (primary) erk olarak karşımıza çıkardığı insan tekili, varoluş üzerine şekillenen her bir düşünce mecrasının da etkin merkezine oturur. İşte burada insan tekilinin bölünmüşlüğü üzerine var edilmek istenen evren kadına ve erkeğe ayrı ayrı alanlar, sayfalar açar. Erkek, ilkil görülür ve dişil olan sadece erkeğin gücünü devam ettirmenin bir ara safhası kabul edilir. Dişil olan aynı zamanda tüm evrende de aynı konuma yerleştirilir. Evren'le biyolojik bir mücadele içerisine giren, sokulan insandan, sürekli olarak erkeğin öncüllüğü üretilir. İnsan dendiğinde var edici güç, erkek olarak betimlenir.
İncil'de, Tanrı'nın erkek olduğunu ima eden vurguların yer alması Batı düşüncesinin bilinç altını besler. Tanrı'dan bahsedilen iki yüze yakın yerde eril terimler kullanılmakta. İsa Mesih, Tanrı’dan söz etmek için sadece Müjdeler’de yaklaşık 160 kere “Baba” sözcüğünü kullanır.
Kimi kutsal metinlerin yanısıra bazı antropomorfistler de Tanrı'yı erkek olarak ele alırlar. Yunan mitolojisi tarihin başlangıcında kadınları yok sayar, toplumda sadece erkeklere yer ayırır. Kadını erkek edimleriyle ilintilendirir ve bunu Tanrısallaştırır.
Prometheus’un tanrıdan gizlice ateşi çalıp insanlara vermesine çok kızan baş tanrı Zeus, erkekleri, toplumu cezalandırmak ister ve bunun için kadını yaratmaya karar verir. Bu yaratma esnasında da her bir tanrıçadan değişik özellikleri alıp yarattığı kadına yükler. Zeus’un yarattığı bu ilk kadın Pandora’dır. Zeus Pandora’yı dünyaya gönderirken ona bir kutu armağan eder ve bu kutuyu kesinlikle açmamasını söyler. Ancak Pandora merakına yenik düşer ve bu kutuyu açar. Kutunun içindeki tüm kötülükler, hastalıklar, keder, korku vs. dünyaya yayılmaya başlar. Pandora bunu fark eder ve hemen kutunun ağzını kapatır. Ancak kutunun içindeki bütün kötülükler dışarı çıkmıştır, kutuda kalan tek şey ise ümittir. Erkek-kadın-ümit hemen hemen tüm Yunan mitolojilerinde kendini bu haliyle gösterir.
Yunan mitolojisinde kadın kötücül amaçlarla, erkekleri cezalandırmak amacıyla yeryüzüne sonradan yaratılıp gönderilen ikinci sınıf bir varlık olarak görülmesinin etkileri kuşaklar boyu sürer. Tarihin ilk günlerinden başlayan kadını ikincil konuma, erkeğin varlığının araçsallığına düşüren görüşler çağdaş felsefecilerin görüşlerine de yansır. "Kadın yoktur. Kadın, erkeğin bir semptomudur" diyen J. Lacan aslında geleneksel Batı felsefesinin görüşünü yineler. Kitapta incelendiği gibi sadece Lacan değil, birçok Batılı kuramcı da kadını erkekten ayırarak erkeğin uzağına iter. Filogenetik/soyoluşcu açıdan bakıldığında tüm canlılar da olduğu gibi kadının sadece bir “üreme/kopyalama makinesi” olarak görülmesi, erkeği tanrısallığa çıkarmayı, kadını da onun uzağında, aşağılarda bir yerde konuşlandırmayı kolaylaştırmıştır.
KADINA AD BULMAK
Tarihin akışı içinde kadını geriye iten düşüncelere karşı başlatılan mücadeleler sadece özgürlük ve hak eşitleme talebinin ötesine gidemedi. Oysa bu eşitsizliğin temelini, daha derinlerde aramak, sorunun kökenine yönelerek kadın sorunsallığına sağlıklı ve mantıklı cevaplar bularak kadını başlangıçtaki yerine oturtmak gerekliydi.
İşte, bir postmodern feminist olan Luce Irıgaray, "Başlangıçta Kadın Vardı" adlı eserinde felsefenin ilk yıllarına uzanarak, Batı'nın bilinç altını besleyen ataerkil şifreleri çözmeye çalışıyor. Varoluşun kökenlerinden kadının çekip alınmasıyla oluşturulan boşluğu yeniden doldurmaya çalışarak, yabancılaşma ve hiçliğin başat şekilde görünmesinin nedenlerine, kadın-erkek yapılandırmalarının ne tür toplumsal metamorfozlara yol açabileceğine ayna tutuyor.
Irıgaray, Batı'nın kadın konusuna yaklaşımında eski Yunan'dan etkilendiğini düşünür. "Batı kültürü neden Yunanistan'la başlamak zorunda? Neden böylesi bir yarık, evvel geleneklerle, başka kültürlerle beraber işaret edilir?" diye sorar. Batı'nın, kadını alt katmanda konuşlandırmasının kodlarını Sokrates öncesi düşünceden itibaren arayan Irıgaray, çeşitli yaklaşımları analiz ederek kadının geriye itilişini besleyen düşünceleri, inançları irdeler ve kendince çıkarsamalarda bulunur. Kimi antik Yunan felsefecilerinin ve kutsal metinlerin, mitolojilerin kadını nasıl hayatın merkezinden söküp aldığını "usta", "öğrenci" yaklaşımıyla formüle eder. Kutsallığın aslında "dişil" olduğunu, ancak buradan alınan bilginin "usta" yani erkek kimliğine büründürülüp, bu yolla "öğrenci"ye aktarıldığını ve böylece erkeğin, kadından bir nevi rol çaldığını iddia eder. "Usta, üzerinde çalıştığı söylemde dişiden aldığı şeyin kim ve ne sayesinde oluşturulduğunu genellikle gizli tutar. Kelimeler eksik kaldığı ya da bu kaynağı kendisine saklamayı tercih ettiği için ondan pek söz etmez; çünkü kadınla olan ilişkisi hakkında konuşmak istemez ya da bunu yapamaz."
Irıgaray’a göre kadın sorunsalını bütünüyle kavramak ve doğru değerlendirmelerde bulunabilmek için konunun Batı yaklaşımlarının üstünde bir yaklaşımla ele alınması gereklidir. Bunun için Batı kültürünün empoze ettiği kalıpların dışına çıkılmasını zorunlu görür."Bizden istenen, insan gelişiminin yeni bir aşamasına, sanatın, felsefenin ve dinin Batılılar olarak bildiğimizden farklı, başka bir anlamda donatıldığı ve farklı bir şekilde uygulandığı yeni bir çağa adım atmamızdır." der.
Ağırlıklı olarak Freud'çu psikanalizlere başvurularak "erkek" çözümlemelerinin yapıldığı ve bu yöntemle kendine ait bir dil oluşturma gayreti göze çarpan kitapta, esas itibarıyla Batı'nın kadın algısını oluşturan antik Yunan felsefecilerinin kadını yok ediş ve erkeği bir "usta" olarak var edilişi örneklenerek ele alınır. Bu yönüyle kitap, Batı'nın kadını yok edişinin bir kritiği sayılabilir.
Irıgaray’ın, eserinde "mutlak" bir yaklaşım olarak karşısında erkek öznelliğini görmesi, bir başka tartışmaya kapı aralar nitelikte. Bu ön kabul nedeniyle kadını "öteki" olarak karşıtlandırmanın sonucunda da bu kez erkek, kadından kat be kat aşağılara indirilmekte. Tanrısallık ve bireyin varlığını dişilliğe sabitleyen bakış açısı, (belirgin bir şekilde) erkeği "yok" hükmüne düşürüyor. 'Erkek, dünyada doğmuşa ya da diğerleri arasında onu hoş karşılayan, kendi hayatını yaşayan bir evrende yer alıyormuşa henüz benzemez.', 'Erkek, kadın tarafından canlandırılan enerjiyi beslemek, coşkuyu ve hayranlığı dönüştürmek yerine kelimelerle oynar.'
Kutsalı, kadınla anlamlandıran Irıgaray, erkeğin Tanrıçadan uzaklaşmasıyla, kendinden de uzaklaştığını, kendi “logos”una tutsak düştüğünü öne sürer; "Kadından -ya da Tanrıçadan- koparılan erkekler kendilerinden uzaklaşırlar. Özsuyundan ve enerjiden yoksun bir halde dolaşırlar."
Kitabın son bölümü ise, erkeğin “kendi” olma isteği karşısındaki çaresizliğini haykırır nitelikte. Kadından, Tanrıçadan uzaklaşan(Batılı)erkeğin, sürekli bir öze, kendine dönüş istemi halinde olduğunu ancak bunu başaramayacağını anlatır. "Batı kültüründe, evden, kendinden uzaklaşmaya paralel olarak dönüş temasını buluruz. Kahraman evine döner, ama kendine döner mi? Emin değilim."der.
Kadın sorunsalının kökenleri üzerine yazılmış bu kitap, çatışmacı kültüre sahip olan Batı kültürünün bir eleştirisi de sayılabilir aynı zamanda. Batı'nın "kadın" algısının kutsal ve mitolojik etkilerinin tümüyle Batı kültürüne geçtiği savıyla yapılan değerlendirmeler bu iddiayı doğrular nitelikte. "Başlangıçta Kadın Vardı" bu sebeple daha çok feministlerin el kitabı olabilecek nitelikte. Doğu kültüründe kadının nasıl değerlendirildiğinin irdelenmediği bu eserde yer yer hakikat kırpıntılarına rastlanmakta. Ancak, yine de  erkek-kadın bütünlüğüne dayalı evrenin zıtlıkları arasından fışkıran hakikatin sınırlarında geziniyor sadece.
Semiha KAVAK
STAR Gazete-Kitap