31 Ekim 2014 Cuma

SANA GELDİM


Sana geldim denize giden bir ırmak gibi
Yatağımı değiştirdim dağlarıma kıydım
Herşeyi boşladım senin uğruna
Dostlarımdan ayrıldım çocukluğumu unuttum
Ömrümün her damlası tuzunu sonsuzluğundan aldı
Güneşin dağıttı folklorumu
Kanımın düşlerimin çılgınlığımın ecesi


Sana verdim belleğimi bir tutam saç gibi
Artık yalnız senin karlarında uyuyorum

Yatağımdan çıktım perilerimi kovdum
Boşverdim nicedir efsanelerime
Efsaneler ki onlarda
Rimbaud vardı Cros ve Ducasse vardı
Gece yarısı ağlayan Valmore
Nerval ve ipi vardı
Lermentov’u vuran kurşun benim yüreğimden geçerdi
Ayaklarınla böldüğün
Ellerinle saçtığın yüreğimden
Bir zorlu yel gibi ormana tutkun
Sabah süpürülüp evden atılan
Bütün bir gün görünmeden sabredip
Yeniden gelen tozum


Sarmaşığım sessiz soluksuz büyüyen
Sana bağlı bir sarmaşık sökülüp atılıncaya dek
Basa basa aşındırdığın taşım
İskemleyim seni bekleyen eski yerinde
Alnının boşluğa bakarken yandığı camım
Yalnız sana yönelmiş beş paralık bir romanım
Bir mektubun açılıp sonra okunması unutulmuş
Tamamlamaya değmez yarım kalmış bir tümceyim
Ürperişi çiğnenmiş odaların
Geçerken yaydığın güzel kokuyum
Ve sen çıkıp gidince mutsuzum aynan kadar

Aragon
Türkçesi: Erdoğan Alkan



30 Ekim 2014 Perşembe

DARÜSSAADE'DE GÜÇ MÜCADELESİ


“Bir kalemdir zaman; geçmişten günümüze uzanan, elden ele verilen sayfalar dolusu yazıp kelamı bitmiş gibi susan; geceyi kovalayıp gündüzü bekleyen ve o gün geldiğinde sırrını ifşâ edip mahremiyeti silen…”

XVII ve XVIII. yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin değişime uğrayıp, muvazenelerin bozulduğu, kaybedilen topraklarla birlikte devlet düzeninde farklı uygulamaların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde pek çok kişi husule gelen değişikliğin sebebi ve bunların nasıl değiştirilebileceğini ifade eden risâleler kaleme almıştır. Bu kişilerin içinde Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Kâtip Çelebi, Koçi beyi gibi müverrihler bulunmaktadır. Risâlelerdeki temel düşünce; devletin nizamı kanûn-ı kadime uyulmadığı için bozulduğu, eğer eski düzene dönülürse yeniden güçleneceği düşüncesidir.  

Risâle-i Teberdâriye ilk olarak 1976 yılında Cengiz Orhonlu tarafından “Derviş Abdullah’ın Bir Eseri” adlı makalesinde yayınlanmış ve tanıtılmış. Harem dünyası ile alakalı ilginç söylenceleri sebebiyle pek çok defa kitap ve dergilerde alıntılarla gönderme yapılmasına rağmen, eseri yayım dünyasına kazandıran Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde yüksek lisans tezi olarak hazırlayan Pınar Saka’dır. Eserde, bozulma düşüncesinin temeline darüssaade ağaları olan kara hadımlar yerleştirilmiş. Bu yüzden o dönemde yazılan hem harem ağalarıyla alakalı eserlerden hem de diğer risâlelerden bu farklı tutumuyla ayrılır.

Muhtemelen siyasi olan bir konu olmasına rağmen bu kitap Osmanlı tarihinin ilk ırkçı söylem içeren eseridir ve kara hadım ağaların tarih boyunca saray içinde yaptıkları kötülükleri ve entrikaları anlatmaktadır.

HAREM

Harem kelimesinin aslı Akadça “Örtmek, gizlemek, ayırmak, tecrid etmek” manalarındaki haram(um) kelimesinden gelir. Harem kavramı sanıldığının aksine sadece İslamiyetle örtüşmemektedir. Antik Yunan’da Ksefenon (MÖ.400 yıllarında) Oikonomikos’unda şöyle der: “… ideal hane yapısında kadınların dairesi sürgülü bir kapıyla erkeklerinkinden ayrılmıştır. Çünkü bu sayede evden çıkmaması gereken hiçbir şey çıkmaz ve cariyelerin doğurganlığı evin sahibi tarafından denetlenir.” Bu ifade bize Yunan toplumunda da harem ve cariye kavramının mevcut olduğunu göstermektedir. Tabii ki burada uygulama safhası konusu tartışılmamaktadır. Yine Sümer’de ve Doğu Roma’da da bu kavram kullanılmıştır. Fakat harem deyince akla gelen ilk devlet; Osmanlı Devleti’dir. Bunun nedeni Osmanlı Devleti’nin Ortaçağ’dan Yakınçağ’a kadar yaşamış büyük bir imparatorluk olması, padişahın yanında valide sultanın oynadığı rol ayrıca haremin başı kabul edilmesi, Müslüman harem hayatının yabancılar için bir muamma oluşu, bu kurum hakkında ya ütopik düşsel ya da kulaktan dolma söylentilerin oluşturulmasına ve yayılmasına neden olmuştur. Sonuçta doğruluğu araştırılmayan bu bilgiler, yabancı tüccar, seyyah hatta büyükelçilerin kalemiyle günümüze aktarılmıştır.

Sanıldığının ve söylenilenin aksine haremdeki her kadın evin sahibi erkeğe eşlik görevi yapmak zorunda değildir. Zaten Osmanlı Devleti’nde de poligami yaygın bir olgu değildi. Aynı çekirdek yapılanma Harem-i Hümayun içinde de geçerlidir. Harem-i Hümayun gelişimini Edirne Sarayı’na kadar götürebilmemize rağmen bu kurumun asıl teşkilatlanması Fatih Sultan Mehmed döneminde olmuştur.

Harem-i Hümayun’a getirilen cariyeler belirli bir eğitimden geçirilip yükselmektedir. Bu eğitim ise şöyledir; Müslüman adabını öğrenmek, okuma-yazma, dini bilgileri öğrenmek, yeteneğine göre musiki, biçki dikiş, nakış dersleri almak, sofra hizmetlerini öğrenmek vb. bu döneme “acemilik” denilmektedir. Acemilik dönemini bitirenler “kalfalık” dönemine geçer; en iyi kalfalar “usta” olur. Ancak işini en iyi yapan kalfalar imparatorluğun en güçlü ailesine hizmet edebilmekte ve ancak bunların içinden padişaha takdim edebilecek kızlar seçilip özel eğitime tabi tutulmaktadır.

Harem-i Hümayun’u paşa ve tebaa hareminden ayıran en büyük özelliği ise kapsam bakımından daha büyük, statü açısından daha kurumsal olmasıdır. Bu da haremin zaman zaman hanedan içi taht kavgalarına karışmasına, hatta haremde çalışan üst düzey görevlilerin üstünlük mücadelesine neden olmuştur. Harem’in yöneticisi valide sultan olmasına rağmen özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sarayda padişahın haremini korumak, harem için camiye tenini sağlamak, cariye, usta,  ikbal ve kadınefendilerin terfii ve cezalandırmalarını padişaha arz etmek, sultanların evlenmesinin vekilliğini yapmak, töreni ihara etmek hırka-i şeriflerde destimalleri vermek gibi görevleri bulunan kızlar ağasının nüfuzu altına girmiş kızlar ağası, devlet işlerine karışır hatta vezirleri azledebilir duruma gelmiştir. Öyle ki, Sultan I. Mustafa’nın tahttan çıkışı ve indiriliş meselesi ve Sultan II. Osman’ın katli meselesinde kızlar ağasının rolü olduğunu, fakat tarihçilerin gerçekleri kızlar ağasından korktukları için yazamadıklarını söyleyen müellif bulunmaktır. Aynı dönem içerisinden harem içinde bulunan ak ve kara hadım ağaların mücadeleleri de yadsınacak ölçüde değildir. Ayrıca bu ağaların saray içinde yaşanan nüfuz mücadelelerinde taraf tuttukları bilinen bir gerçektir. Kösem Sultan’ın devlet yönetiminde valide-i muazzama olarak devam eden rolünde özellikle ak hadım ağalar ve yeniçerilerin desteğini almıştır. Valide Hatice Sultan’ın tarafını tutan Darüssaade Ağalarının gece vakti hareme girmesinin yasaklanması da -her ne kadar dönem tarihçileri bunu IV. Mehmed’in yaptığını söylese de IV.Mehmed’in o dönemde küçük bir çocuk olduğunu göz önünde bulundurmak gerektiği düşünülmeli- onun Büyük Valide Sultanlığı zamanında olmuştur. Fakat Uzun Süleyman Ağa’nın Kösem Sultan’ı egale ederek güçlenmesi onun önce Valide Hatice Sultan ve çocuk yaştaki padişah üzerinde nüfuz sahibi yapmış ardından devlette otoritesini kurarak üç-beş ayda vezirleri değiştirmesini sağlamıştır. Bu durum ancak Köprülüler döneminde duraklamıştır.

I.Mahmud’un da Darüssaade Ağası Beşir Ağa’nın etkisinde kaldığı hakkında yazılan yazılarda şöyle bir olay aktarılmıştır; Darüssaade Ağası Beşir Ağa ile Avusturya Talman birbirlerine hediye göndermiştir. Beşir Ağa’nın Rus Savaşı’nda Avusturya’nın  desteğini almak veya Rusya ile birleşmesini engellemek amacıyla böyle davrandığı düşünülebilir fakat dönem kaynağına göre Avusturya, Beşir Ağa’yı kandırmış ve onları oyalarken askeri düzenlerini tamamlayıp, Osmanlı’ya saldırmıştır. Ayrıca Moskova’ya barış görüşmeleri için giden ve Avusturya elçisi Talman’ın arabuluculuk edeceği elçiler Talman’ın azledildiğini öne sürmesiyle Moskova’da biçare kalmışlardır. Bu arada Avusturya Niş Kalesini zaptetmiştir. Padişahla görüşmek isteyen El-Hac Mehmed Paşa ise Beşir Ağa tarafından padişahla görüştürülmeyerek, Edirne’de bekletildiğinden Mehmed Paşa’nın bu hareketi isyan olarak algılanıp azledilmesine neden olmuştur. I. Mahmud’un Beşir Ağa’ya olan güveni ise şu sözlerle tasdik edilmiştir: “Kızlar ağası olmasa benim saltanatım zail olur.”

Müellifler tarafından yazılanların ne tamamı doğru ne de tamamı yanlış denilebilmiştir. Bilinen ise özellikle XVII. Ve XVIII. yüzyıllarda darüssaade ağalarının gücüne güç kattığı, sarayda nüfuz mücadelesinden tutun da  yönetim erkini etkiledikleridir. İmparatorluktaki kargaşanın merkezdeki yanılsaması olan bu durum “Kadınlar Saltanatı” boyunca güçlenerek devam etmiş, fakat bir süre sonra dengelenmeye başlayarak, nihayet Tanzimat’la birlikte gücünü kaybetmeye başlamıştır. 1922 yılına gelindiğinde ise darüssaade ağaları tarih sahnesinden çekilmiştir.

SEMİHA KAVAK
HECE

İlgili linkler: 
http://www.f5haber.com/star/darussaade-de-guc-mucadelesi-haberi-2824778/

29 Ekim 2014 Çarşamba

Bİ ŞEY EKSİK


Adın bu kez
Tunçtan acılar bağışlamıyor
Sade bir taş gibi iniyor
Ruhumun sana dönük elini
Onarmak için

Kocaman bir harf oluyor/sun

Ne getirdin bana uzağı mı
Özlem aynı yerde duruyor

Semiha Kavak



26 Ekim 2014 Pazar

EDEBİYAT VE FELSEFEYE DAİR



SÖYLEŞİ

TAYFUN İLBAHAR: Bu hayat serüveni içinde sizi zorlayan ya da zora sokan hangi hususlardan şikâyetçisiniz?
SEMİHA KAVAK: Anlatmak istediklerinizin yerine ulaşıp ulaşmadığı endişesi yazmayı ve sürekliliği etkileyici bir unsur. Ayrıca iletişim kanallarının çoğalmasıyla baş gösteren kavramların ve düşüncelerin çoğalarak yabancılaşması, aslından uzaklaşması yazma edimini isteksiz kılan unsurlar arasında sayılabilir.
TAYFUN İLBAHAR: Bir kitap analisti ve eleştiri yazıları yazan biri olarak kullandığınız lisan sizce eski ile yeninin arasındaki rabıtayı bozmuyor mu? Resmettiğiniz hususlardaki remz modernitenin ruhsuz bir bedene ait profan kültürüne hizmet ediyor diyebilir miyiz?
SEMİHA KAVAK: Eskiyle yeni arasındaki zaman mefhumunu araladığınızda her şeyin birbirine yakın olduğunu ve benzeştiğini fark edebiliyorsunuz. Bu benzerlik ve aynılık dilini çözdüğünüzde fotoğraf daha çıplak şekilde avucunuza düşüyor. Size onu kendi düşünsel mecranızla, kendi hamurunuzla yoğurmak kalıyor. Modernizm bir serüven ve bir insanlık süreci. Bugün modernizmin önümüze koyduğu araçları ilkel çağın araçlarının çok uzağında görmüyorum. Sadece teknolojinin insan yapısını aşındıra aşındıra bugüne getirmesi söz konusu.
TAYFUN İLBAHAR: Kastımız anlaşılsın diye “engin gönüllü” ile “alçakgönüllü” olmak arasında musiki ve mânâ kaybı olduğuna dair bir tedirginliğiniz var mı? Var ise dilin kullanımı hususunda okuyucu ve edebiyat dünyasına ne gibi tavsiyeleriniz olur?
SEMİHA KAVAK: Sanatın kendine ait bir dili var mı? Asırlar boyu tartışılıyor bu konu. İyi bir yazar, düşünür, sanatçı, zor olanı halka kolay sunabilecek bir dili yakalayabilendir. Bütün kolaylık yollarını deneyebilen özgün ve yetkin bir dile sahip olsanız da, anlatılanın yani obje içinden sunduğunuzun doğal zorluğu sizi anlaşılmaz kılabilir. Bu sanatın özgünlüğüyle açıklanabilir ancak. “Anlaşılamamak” genel itibariyle bir tedirginlik oluşturur elbet. Ancak sanatçı asıl olanın yeniden üretiminin ötesinde yeniden yaratıcısı gibi bir görevi üstlenmiş hisseder kendini. O nedenle onun endişesi halkın endişesinin üzerinde “aşkın” bir endişedir.
TAYFUN İLBAHAR: Wittgenstein’nin meşhur kavli ile “Felsefe, poetikaya evrilmiyor ise edebiyat kadük kalmıştır.” sözü sizde ne gibi aks buluyor. Veya edebiyatçı sadece güzel kelime kullanıcısı ve müşahhas bir dünyanın havarisi midir?
SEMİHA KAVAK: Felsefeyle, poetik olan arasındaki ilinti, edebiyatla dil arasındaki ilinti gibi görülemez. Felsefe kendine toplumsal bir dil ararken poetik olanla buluşur. Onu kendi dünyasına katmak ister. Onu süslemek değildir amacı. Onu derinleştirerek bir üst katman haline sokmaya çalışır. Oysa toplumsal yaklaşımlarla felsefi olan yeniden güncelleşir ve kendini günlüğün içinde kaybeder. Felsefeye ilginin sürekli olamayışının ana nedenlerinden biri bu.
Edebiyatçı ise her şeyi bir arada toplayarak kendine dil üzerinden sahici bir dünya kurmaya çalışır. Onu ne kadar sahici kılarsa toplumu o kadar dönüştürür. Dil bunu yapmaya sadece bir araçtır. Dili toplumsal bir amaç uğruna sihirbaz gibi kullanır edebiyatçı. Bu nedenle edebiyat ile toplumsal yapı arasında hep doğrudan bir bağ vardır. Edebiyat akımları bunun bir göstergesidir.
TAYFUN İLBAHAR: Shakespeare ile tanışıklığının hem okuyucu hem de edebiyat dünyası ile ilgili olarak, İbn Meymun, İbn Rüşd ya da Şeyh Bedrettin, Ahmet-i Hani ile yabancılaşması ve aşinalığa dönük olmaması ahlâkın ve etiğin Batı’ya endeksli olduğunu sizce gösterir mi?
SEMİHA KAVAK: Batı kültürü, Doğu’nun kültür kaynaklarından ayrışan bir kültür de olsa, kültürlerin buluşmaları ve birbiriyle yüzleşmesi aradaki farkları da azalttı. Bu buluşmada kimin ne kazandığı ya da neyi kazandığı o gün bugün tartışılıyor. Bu tartışmada taraf olsak da aynı çerçevede düşündüğümüz Doğu düşünürlerinin de birbirlerinden oldukça uzak düştüğünü söyleyebiliriz. Örneğin; yakınlarda kaleme aldığım “İbn Rüşd’de Nedensellik” isimli kitabın tanıtımında da değindiğim gibi İbn Rüşd birçok konuda Aristo’nun tekrarcısı gibi. İslam düşüncesi içerisinde önemli yeri olan bu düşünürün Gazali, İbn-i Sina gibi başka ünlü düşünürlerle derin farklılıkları da ortaya koyuyor ki; düşünceler birbirlerinden ne kadar uzak görülürse görülsün birbirleriyle buluştuklarında etkileniyorlar ve başkalaşıyorlar.
Bu yaklaşımla söylenebilir ki; yabancılaşma evrensellik içerisinde artan bir sorun. Evren içinde kaybolan insan kendine yabancılaşıyor, evrene yabancılaşıyor.
TAYFUN İLBAHAR: Sanat sizce iktidara yakın mı olmalıdır? Ulufe almayan sanatkârın bu âlemde popüler olmayışı sizce devletin din ve dil üzerindeki kontrol mekanizmasının alameti midir?
SEMİHA KAVAK: Sanatın iktidarla birlikte düşünülmesinden daha vahim bir şey düşünemeyiz. Sanatçının aklını politikanın güdümünde kullanması demek onun esiri haline gelmesi demek. Sanatçının böyle bir tercihe göz kırpması onun tartışılır olmasına yol açar. Sanatçı kendi doğrularını söyler ancak. Günübirlik hesapların olduğu yerde sanat ve sanatçı yoktur. Sanatçının düşüncelerinin politik mecralarda işlerliğinin onun politikayla, iktidarla direkt ilişkilendirmek de doğru değildir. Sanatçı görüşlerini ortaya koyarken aslında bir yön çizer. İşte bu yön zaman zaman iktidarların diline yakın düşebilir. Buradan iktidar-sanat arasında doğrudan bir bağ olduğu varsayımını çıkaramayız.
TAYFUN İLBAHAR: Son asırlarda edebiyat ve felsefe üzerindeki erkek egemen bir sultanın olduğuna inanıyor musunuz? Bunun sebebi dinin yaygın anlayışı ve erkeğin “kayyum” oluşu. Kadının ise erkeğe tâbi, korunmaya muhtaç zayıf pozisyonu ile izah edilebilir mi? Siz dini böyle mi anlamlandırıyorsunuz?
SEMİHA KAVAK: Ataerkillik toplumsal bir olgu. İnsanlık tarihi bireye yer belirlerken cinsler arasında da bir tercihi dayattı. Bu yalnızca dinin vazettikleri arasında bulabileceğimiz bir sorun değil. Kadını insanla-hayvan arasında sayan Latin düşünürlerini de unutamayız. Toplumsal algıyı yaratan kültür, dini algıyı da bu dile evriltmiş maalesef. Bence bu bitmez tartışmanın içinde boğulmak yerine her birey insanlık için üretebildiğini üretmeli. Yeryüzünde hiçbir şey boşlukta kalmaz. Zaman gelir her emek değerini bulur.
TAYFUN İLBAHAR: “Ayna İnsan” adlı derginin tüm yükünü omuzlar iken, cemiyete bir mesajınız var mıydı? Bu yük kadının cemiyet içerisinde konumlandırılması hususunda, yükün paylaşılması ile ilgili erkekler açısından bir açılım getirir mi?
SEMİHA KAVAK: Ayna İnsan Dergisi birbirini iyi anlayan, yaşadığı çağ, dünya, doğa sevgisi, kelâm etiği gibi birçok ortak noktası bulunan ve kadın-erkek ayrımlarının çıkmazlarına sıkışıp kalmayan “güzel insanların” insanî eylem odaklı ekip çalışmasının ürünüdür. Dergi çıkarmak, Sait Faik’in ifadesiyle “Bir dergi bir fikir, bir dert yüzünden sevişen insanların toplandığı yer olmalıdır.”
Günümüzde popüler, bilinen isimlerin dışında da iyi metinler, şiirler, öyküler yazan genç bir kuşak var.  Biz; Ayna İnsan’la iyi metinler üreten ancak yazdığı metinleri kanon oluşturmuş edebiyat dergilerinde yayımlatamayan ve derdi edebiyat olan genç kuşak için bir kapı aralamayı, mevcut edebiyat saflarını Ayna İnsan’la daha da sıkılaştırmayı düşündük.
Mesajımız çok net ve açık. Ayna İnsan, insanı diğer varlıklardan farklı kılan tüm değerlerin, insanın gönül tahtı olduğunun bilincinde bir anlayış ve yaklaşımla insanın içindeki yaşama şiirle, edebiyatla, kültürle ayna tutmak için çıkıyor.
Bu süreçte Ayna İnsan’ın tüm derdi; dar bir zemine sıkışmadan edebiyat ve şiir olacaktır. Muhalif olmak adına ayrıksı bir güç gösterisinde, birilerine veya bir yerlere haddini bildirme amacında olmadan, hayata, insana, inanca, doğaya karşı öfkeli, isyankâr bir tutum içerisinde değil, yapıcı ve bütünleştirici, vefalı olmayı önemseyen. Samimiyetle, söyleyecek sözü olan herkese kapımız açık, Ayna İnsan’a gelenlerin her zaman oturacakları bir minderimiz olacak.
Ayna İnsan; kısaca Yunus Emre’nin “bir ben vardır benden içre” deyişinin tercümesidir.
TAYFUN İLBAHAR: Son olarak sizin siyasi ve sosyal problematiğin çözümü hususunda okuyuculara önerilerinizi ve özlemlerinizi lütfeder misiniz?
SEMİHA KAVAK: İslamın ilk emri “Oku!” emriyle başlıyor. Rabb’in adıyla okumak ise yabancılaşmayı engelleyen temel olgu. Eğer insan söylediklerini hesabı verilecekler arasında görürse ürettiği her şey yabancılaşmayı minimize eder. İki günü birbirine eşit olan ziyandadır. Gelişmek sadece insanın kendisine yönelik bir eylem olarak görülmemelidir. Bir zorunluluktur aynı zamanda. Üreterek gelişime katkıda bulunmak ve üretileni özümseyerek anlamaya çalışmak ve yeniden üretime kazandırmak genel bir idealim.
TAYFUN İLBAHAR: Semiha Hanım samimi ve öze dönük cevaplarınız için teşekkür ediyoruz. Sizi izlemeye devam edeceğiz. Başarılar.
SEMİHA KAVAK: Ben teşekkür ederim.

BERCESTE 
SAYI:149 

LE BATEAU İVRE

Leonid Tishkov

Akşamlar ağlatıyor, ağladım, çok ağladım.
Ay ışığı insafsız, güneşler acımasız;
Buruk aşklar elinde uyuşup esrik kaldım!
Yeter, yarılsın teknem.
Alsın beni bu deniz.

A.Rimbaud

21 Ekim 2014 Salı

YOKLUK

inci kolye.
Bir kadının son arzusu-
ele avuca gelmeyen rüzgar,
özürsüz rüya...
alacalı bulacalı akıl
Koyu yalnızlık,
o boş kağıt,-ve ben- çoğul hayatlar arasından geçtik
yüzler var,
göz burun ağız yok
ama ÖLÜLER yine de gülüyorlar
Uzayacak bir gölge…
Ölüm bekleniyor…
-uzun gece söyle bana
yokluk nedir?
Kimsesizlik?
Kendinlesin...
Unutulanlar kutusuna
henüz girmemiş bir yüz
dönüşsüz bir saat
Gece yarısı
aralıkta bir çocuk
-nefessiz- umutsuz
kağıt çiçekler umutsuz-
Odadaki hava umutsuz
duygu-
acı
Acı-masız
gö-zü-pek
bem-be-yaz sıkıntı
yer ile gök arasında sallanan şiirler...
Ve sonra kapkara sessizlikten oluşmuş bir boşlukta
hep beraber göründüler
ey yunus
ey rumi
ey yar..
ORADA MISIN?
Düşteydim..
hangi düş' ü gördün?
Hatırlamıyorum..
yemin olsun ki hatırlamıyorsun!
can ve ten sarhoş
sanduka' n şiirin divanında
yokluk...
çığlıksız bir çölde
içinden geçtiğini zannettiğin zaman
yokluk nedir?
Rengin Özesmi

19 Ekim 2014 Pazar

ÖLÜLER SEVMEZ ARTIK BENİ


Metin Güven’e hürmetle

Çıktığım merdivenler de sevmez
Ayaklarımın korkunç yalnızlığı

Bir akşam silerken alnına dökülen acıyı ağustos
Karanlığı cebinde gezdiren postacı gibi
Hep konuşurken yakalıyorum kendimi onunla
Kucağında en sevdiği kedisi
Aldırma çocuk sen onlara, yaz! derken

Zormuş yokuşu düşünmek çıkmaktan
Anlamın göğsüne yaslanmış buldum kalbini
Her defasında
Kucaklaştım bilmeden son kez bakışlarıyla
O muzip çocuklar gibi gülümseyen

Sonra gitti
Omzuma dayayıp dünya telaşını
Yeniden karşılaşacağımız güne dek
Şimdi bir kusur gibi ilişiyor yakama
İtinayla yatıştırdığı diken…



Muharrem Sönmez
Ayna İnsan Sayı 4



17 Ekim 2014 Cuma

AŞKIN ÂLEME AÇILAN PENCERE



Sanat, sadece iyiliği öğretmez, kötülüğü de öğretir.
İnsan, bu iki öğretiden, kendine yakışanı alır.

Semiha Kavak

13 Ekim 2014 Pazartesi

AHMED REZA AHMEDÎ




Acele Etme 
bulutun evine yağmasına
ve aşkın bir parça ekmekte kaybolmasına
acele etme
eve getiremeyiz insanlığı
düşer insanlık
sözcüklerin düşüşünde
ve yerden kalktığında
umutsuz sözcükleri
yoldan geçenlere ısmarlar
aşka gücü yetmez insanlığın
aşkta kırılır ve ölür

Gerçektir 
Gerçektir
seni sevdiğim
bu yağmurda
sokağın sonunda, senin oturmanı
isterdim
ben geçseydim
selam verseydim
gülüşünü yağmurda
isterdim
bildiğim tüm sözcükleri
senin uğruna
denize dökmek
ve yeniden doğmak
dünyayı görmek
istiyorum
çam ağacının rengini bilmesem
adımı unutsam
yeniden aynaya baksam
bir gömleğim olduğunu bilmesem
dünkü sözcükleri
bugün söylemesem
evi sana hazırlasam
sana bir valiz alsam
sen yolculuğun anlamını sorsan
denizden yeni sözcükler tutsam
yeniden canlanmaya kadar
o kadar ölsem...

Avare Aşk
Nasıl avaredir bu aşk
Adresini çıkmaz sokaklardan
Almamız gerek
Nasıl bir hikâyedir aşk
Çürümez ve kederli değil hiç
Hatta gökten
Eve çöktüğünde...

Ahmet Reza Ahmedi/  Çeviriler: Tahereh Mirzayi
Ayna İnsan 12. Sayı



İHTİLAL, İHTİRAS VE İDEAL




‘SAĞ BAKIŞ’LA ’68 KUŞAĞI

Türk siyasetindeki toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı Osmanlı'nın Tanzimat'la hızlanan Batılılaşma hareketinin bir uzantısı şeklindedir. Model olarak Batı demokrasi modelini kendine örnek alan Türkiye cumhuriyeti, süreç içinde Batı'nın tüm kurumlarını aynen aktarma yoluna girmiş, bu süreç toplumsal yapımızda da zaman zaman çalkantılara yol açmıştır. Batıdan aktarılan kurum ve kuruluşlar Batılı tarzda yaşamı da içselleştirmiş, değişen toplumsal yaşamla birlikte Batı'da yaşanan sorunların benzerleri de ülkemizde yaşanır hale gelmiştir.
Türkiye'de sivillleşme, demokratikleşme gibi olgular Batı tipi kurumların yerleşmeye başlamasıyla söz konusu olmuştur. Bunların kurulma ve gelişmeleri demokrasimizin ikinci evresi kabul edilen çok partili döneme geçmemizle birlikte ortaya çıkmıştır. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, üniversiteler ile benzeri birçok kurum ve kuruluş bu dönemle birlikte kurulmaya başlamışlardır. Bunların sistem içinde kökleşmesiyle birlikte de Batı'da bunların varlıklarıyla ortaya çıkan sorunlar ülkemizde de görülmeye başlamıştır.
Türkiye'de çeşitli sosyal çalkantılar sistemin çoğulcu yapılanma içine girdiği dönemlerden itibaren gitgide kronik hale gelir. Yakın dönemi etkileyen sosyal/toplumsal hareketlerin en önemlileri siyasal, sendikal ve öğrenci hareketleridir. Bu hareketler 68 kuşağı denilen kuşağın kontrolünde gelişmiştir.
Türkiye'de 68 kuşağı olarak anılan aralarında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil gibi solcu/devrimci isimlerin liderliğinde oluşturulan hareket o gün bugün Türk siyasetini etkilemiştir.
  
İHTİLAL, İHTİRAS VE İDEAL

Erol Kılınç “İhtilal, İhtiras ve İdeal 68 Kuşağı Hakkında” adlı eserinde 68 kuşağını “karşı mahalle”den inceleyen dönemin şahidi bir ülkücü. 300 sayfayı aşkın kitabında dönem üzerinden çeşitleme yapmış. Kitabında 68 kuşağını doğuran koşulları ele aldığı gibi yer yer hatıralara değiniyor. 6 bölümden oluşan eserinin giriş bölümünde Kılınç, kitabın yazılış amacının bir dönemi incelemenin ötesinde o döneme gelişin ayak izlerini irdelemek olduğunu belirtiyor. ”Maksadım hatıralarımı anlatmak değil; asıl anlatmak istediğim, bu tartışma ortamını 1968’e geldiğimizde kaybettiğimizdir. Ne oldu da birbirimizden ayrı kutuplarda saf tutup, birbirimize karşı tahammülsüz olduk ve düşman kesildik. Bunun sebebi gerçekten taşıdığımız fikirler miydi, yoksa başka etkenler mi bizi bu hale getirmişti?”

Ancak daha kitabının ilk sayfasında 68 kuşağının bir utanç vesilesi olduğu yargısında bulunuyor; ”Bir 1968 kuşağı lafıdır gidiyor; efsane üslûbunda takdim edilmiş bir takım eylemler, destan özlemi çeken gençleri cezbediyor. Konu hakkında yüzeysel bilgi sahibi olanlar, çoğu 1968 kuşağı içinde yer almış gazeteci takımının sanki iftihar vesilesiymiş gibi kulaklarına üfürdüğü bu dönemdeki hareketlerini, mahiyetini tam da anlamadan alkışlamaktalar. Görülüyor ki, propaganda, efsunlu bir şey; siyahı beyaz gösterebiliyor, utanılacak şeyleri övünç gibi sunabiliyor.”
68 kuşağı diye bilinen ve siyasi-toplumsal yakın dönemimizi etkileyen öğrenci hareketi Türkiye’yi 1980 ihtilaline götüren bir dönemin taşıyıcısı kabul edilebilir. Ülke adım adım buradan beslenen eylemler, tartışmalar neticesinde bir çatışma ortamının içine girdi ve darbe toplumun ”Artık buna bir çare bulunmalı” dendiği bir ortamda gerçekleşti.
Darbenin hemen ardından Demirel’in “Nasıl oluyor da 11 eylülde akan kan 12 eylülde birden kesiliyor?” şeklinde yönelttiği sorudan da anlaşılabileceği gibi karanlık bir el 1960 ihtilalinden yeni çıkmış, demokrasiyi yeniden inşa etmeye çalışan ülkeyi tekrar kaos ortamına sürükleyerek askerlere teslim etmiş, yaşanan büyük mağduriyetler ve acılarla birlikte demokrasimiz önemli bir kesintiye uğratılmıştı.
Kılınç, kitabında 1980 askeri darbesine gelininceye kadar ortaya çıkan olayların dış kaynaklı olduğuna dikkat çekmenin ötesinde 68 kuşağıyla sosyalist Sovyetlerin yayılmacı ve totaliter yüzünün örtüldüğünü, onların Sovyet propaganda yöntemlerinin kurbanları olduğunu ima etmekte. ”Dünya ve Türkiye, 1968 Kuşağı denilen kuklaların oynadığı cambazlıklara bakıyor, kulaklar bunların gürültüsüyle doluyor.”
1960’lı yıllar Türkiye’nin siyaseten en çalkantılı ve en acılı dönemlerinden biri olduğu kadar muhafazakar siyasete de en büyük darbeyi indirmiş, böylece solun filizlenmesine de ortam hazırlamıştır. Halkın büyük teveccühüyle iş başına getirilmiş Menderes iktidarı sudan bahanelerle iktidardan alaşağı edilmiş ve ”Sizi buraya getiren güç böyle istiyor.”nidaları arasında seçimle gelmiş bir başbakan ve iki önemli bakanı idam ediliyordu. Meclisin feshi, demokrasinin askıya alınması binlerce insanın gözaltına alınması, milletvekillerinin tutuklanarak idamla yargılanması, görevden el çektirmeler, cezalandırmalar, çeşitli psikolojik baskılar ve mağduriyetle muhafazakar bir kitle yeniden sistem dışına itiliyordu.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasının asıl nedenlerinden birinin, DP iktidarının ABD karşısında yeni bir siyaset dengelemesine giderek Sovyetlere yanaşmak ve onunla işbirliğini geliştirmek istemesi  kaynaklı olmasına rağmen kamuoyunda iktidarın ülkeyi her şeyiyle ABD’ye teslim ettiği, bunun için dini de siyasete alet ederek  böylece halkın desteğini aldığını, sonuçta dindar görüntülü, sağ bir iktidar olan DP’nin ülkeyi ABD’nin payandası haline getirdiği algısı yaratılmış ve böylece askeri bir darbeyle(sözde) ülke bu tehlikeden kurtarılmıştı. Menderes’in; bir Nato yükümlülüğü olmasına rağmen Kore’ye Türk askeri göndermiş olması da onu ABD payandası olarak sunmaya yarayan önemli bir gösterge gibiydi.
İşte bu algılar üzerinden yapılan darbenin ardından ülkeyi yeniden demokrasiye geçirmek için yapılan çalışmalarda çağdaş/demokratik bir anayasayla ülkenin yaralarını onaracağı ve yaratılacak özgür ortamda toplumun daha kolay gelişeceği öne sürülerek 1961 anayasası meydana getirildi. Kimilerinin ”geniş elbise” dediği bu yeni anayasa muhafazakar kadroların askeri darbeyle dağıtılmasıyla tamamen Batı’ya ayarlı sol kadroların her yere rahatça yerleşmesini ve etkinlik kurmasını sağladı. Artık üniversitelerden, askeriyeye kadar her kesimde sol örgütlenme kendini hissettirmeye başlamıştı.
Bunun yanısıra Sosyalist Sovyetler de ideolojisinin yaygınlaşması için dünya üzerinde yoğun bir propaganda yapıyor ve adeta Sovyetler’i bir cennet göstermeye çalışıyordu. Bir yandan da kendi bloğu içinde bulunan devletlerde farklı ses çıkmasını engelliyor, böylece hem askeri güç, hem de propaganda gücüyle dünyayı etkiliyordu.
Kılınç, kitabında 1968 kuşağını Sovyetlerin bu politikalarının etkilediğini öne sürmekte. Macaristan’ı tanklarıyla ezen Sovyetlerin, Çekoslovakya’yı da sudan bahanelerle işgal etmesinin Türkiye’yi olumsuz etkilememesi için sol gençliğin devreye sokulduğunu, böylece dikkatlerin başka yöne dağıtıldığını iddia eder. ”Bizdeki 1968 efsanesinin kahramanları, Çekoslovakya’nın ‘Prag baharı’ denilen uygulamalarının etraftaki SSCB kontrolü altındaki ülkelere kötü örnek olmasından büyük rahatsızlık duyan Komünist Rus yönetiminin işlediği açık cinayetleri perdelemeyi ve hatta Sovyetleri desteklemeyi kendi solculuk şereflerinin bir gereği sayanlardır. 1968 haziranından itibaren -bu tarihe özellikle dikkat edilsin- Batı Almanya’da, Fransa’da ve Türkiye’de geniş çaplı gençlik hareketleri ile hürriyet ve kalkınma taleplerini, anti-emperyalist ve anti-Amerikancı-Nato aleyhtarı eylemlerle gölgelemeye çalıştı ve Dünya kamuoyunun dikkatlerini Çekoslovakya ve Dubçek hadisesi üzerinden başka noktalara doğru çekti."
Kitabın 2.bölümünde Dünya’da 1968 yılında yaşanan manzaraya dikkat çeken Kılınç, aynı zaman dilimi içerisinde ABD ve Batı’da meydana gelen öğrenci hareketlerine, çeşitli eylemlere örnekler veriyor. ABD  ve Fransa’daki büyük öğrenci eylemlerinin yanısıra Japonya, İngiltere, İspanya, İtalya, Almanya gibi ülkelerde meydana gelen öğrenci olaylarının hareket noktalarını ele alıyor. Bu örneklerde de görüleceği gibi tüm eylemlerin hedefi Batı dünyasıdır ve temelinde Kore ve Vietnam savaşı karşıtlığı ile bazı özgürlük talepleri vardır. ”Bu özetten anlaşılıyor ki, Mayıs ortalarına gelinceye kadar ABD, İngiltere başta olmak üzere kapitalist hür dünya üniversitelerinde öğrenci eylemleri oluyor, fakat bunlar ağırlıklı olarak ABD’de askere gidip de Vietnam’da ‘boş yere’ ölmek ve sakatlanmak istemeyen savaş karşıtları tarafından yapılıyor veya İtalya ve İspanya’da olduğu gibi, Vietnam savaşının reddi yanında garnitür kabilinden üniversiteyle ilgili bazı talepler öne sürülüyordu.”
Kılınç’a göre bütün bu eylemlerin beslendiği kaynaklar Sovyetlerin sosyalist ideolojisiydi ve Sovyetler Macaristan’ın ardından, Çekoslavakyayı’da işgal ettiğinde dünya kamuoyunda karşı karşıya kalacağı kötü imajı yıkmak için bu eylemler bir örtü niteliği taşımaktaydı. Dünyanın çoğu yerinde ve Türkiye’deki gençlik hareketlerinin temelinde bu vardı. SSCB, Türkiye’de  olduğu gibi Batıda’da başka grupları hareketlendirmişti. ”Almanya’da Baeder Meinhof çetesi, İtalya’da Kızıl Tugaylar ve Fransa’da Kızıl Deny, Türkiye’de de Dev-genç ve Deniz Gezmiş başta olmak üzere solun pek çok fraksiyonu ve militanı Sovyetler Birliği’nin estirdiği bu propaganda dalgasının etkisiyle veya Filistin kamplarında yetiştirilerek ülkeye sokulan piyonların devreye girmesiyle eylemlere giriştiler.”
Kılınç, TİP’in bölünmesinin Sovyetlerin Çekoslavakya’yı işgaliyle ilintili olduğunu belirtiyor ve TİP genel başkanı M.Ali Aybar’ın ”Büyük sosyalist devletlerin sosyalizmin menfaatlerini korumak adına da olsa küçük sosyalist devletlerin içişlerine karışmaları kabul edilemez“ şeklindeki ifadelerine atıfta bulunarak Aybar’ın açıkça işgale karşı çıkmasını bölünme nedeninin gerekçesi olarak görüyor. Daha da ötesi, Aybar’ın önce parti genel başkanlığından sonra da parti üyeliğinden ayrılmaya itilmesinin asıl amacının o günlerde solun merkezi durumunda olan TİP’in parçalanarak meydanın Sovyetler Birliği’nden yana bir partiyle, solcu öğrenci gençlere bırakılması olduğunu belirtiyor. ”Aybar, o günden sonra Türk kamuoyunda unutturuldu. Demek ki uşak olmayı reddederek Türkiye için bir sosyalizm düşünüyor olması, uşak zihniyetli solcularımızın hesabına uymuyordu!..”
Kılınç’a göre ”Türkiye, sol ve sosyalist hareketlerin gelişmesine müsait bir ülke ve toplum yapısına sahip değildir”, “Buna rağmen bu hareketlerin hem Sovyetler hem Batı tarafından desteklenmesinin, beslenmesinin asıl amacı Türkiye’yi parçalamaktır. Asıl hedef ise İstanbul ile boğazların ele geçirilmesidir.”
1968 Kuşağını etkileyen ve ABD-Batı aleyhtarlığına iten dış etkenlerin yanısıra önemli iç etkenler de var. Bunların ana nedenlerinden biri de Kıbrıs’ta, Rumların Türklere uyguladığı katliamlara karşı ABD’nin Türkiye’ye karşı takındığı olumsuz tutumun toplumsal etkileridir. Kendilerine karşı her gün artan şiddet ve zulme karşılık Türkiye’den medet uman Kıbrıslı Türkler bir türlü Türkiye’den istediği desteği alamazlar. ”23 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta 3 Türk EOKACI’lar tarafından şehit edilir. Nihayet Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uçtular. Rumlara karşı ilk uyarı yapıldı. Başbakan İnönü, TBMM’de konuştu. Kanun nizami haricinde bir muamele ve tecavüz yapmak isteyenlere karşı kuvvetlerimiz, irademiz sarsılmaz bir surette tesir gösterecektir.” İnönü’nün Kıbrıs’a müdahale sinyali vermesinin ardından ABD Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup yazar ve adeta açık bir tehditle Türkiye’nin böyle bir şeye girişmemesini ister. Bunun  üzerine İnönü yumuşak bir üslûpla cevap verir ve ABD’ye gidip görüşme talebini mektubunda dile getirir.” “Sonradan-1966 yılında-açıklanan bu mektubun metni o günlerde kamuoyunda malum değildi. Ama içeriğindeki bu hesap verici ve alttan alıcı üslup ve tutum herkesin tahmin ettiğinden farklı değildi ve son derece haysiyetimize dokunuyordu” Ancak bu durum toplumu da alabildiğine geriyor, zaten ABD ye karşı çıkan  sol gençliğin halkta taban bulma arayışlarını kolaylaştırıyordu. Yurdun bazı bölümlerinde ABD karşıtı eylemler yapılıyordu.” Bunlar genellikle Ankara, İstanbul, İzmir ve diğer şehirlerde yapılıyordu. Kıbrıs hakkında ve Amerika aleyhinde nutuklar, sloganlar atılıyordu. Johnson’un maketleri yakılıyordu..”
Yaşadığı dış sorunlar  nedeniyle ABD’den gerekli desteği göremeyen Türkiye içte de önemli siyasi sorunlarla karşı karşıya kalıyordu. Kılınç kitabında bu sorunlara kronolojik olarak değinmekte. (syf.88-108) Kıbrıs’ta yaşananlar ve iç siyasette yaşananlar Türkiye’yi hızlı bir şekilde kaosa sürüklüyordu. 1965’li yıllara gelindiğinde, sağ partiler yeniden iktidara taşınıyor ve bu durum ise ABD aleyhtarı sol gençliğin tepkisini büyütüyordu. Artık eylemlerin boyutu iktidarı destekleyen halk kitleleriyle, ona karşı olan sol çevrelerin dayanışmasına dönüşüyordu. Solun bilhassa üniversite çevresini etki altına alıp üniversiteleri kurtarılmış bölge haline çevirmek istemesine tepkiler oluşuyor bu kez de milliyetçi-mukaddesatçı çevreler de bunlara karşı örgütlenmeye başlamıştı. İşte bu örgütlenmelerin ilki ülkücü örgütlenme oldu. Hareketin siyasi lideri Türkeş’in talimatlarıyla ülkücüler hızla örgütlenmeye başladılar. Böylece üniversitelerde sol-sağ çatışmaları da başlamış oldu. Üniversite olaylarında ilk ülkücü kurban ise, Ruhi Kılıçkıran oldu. Kılıçkıran 4 ocak 1968’de vurularak öldürüldü. Böylece Türkiye her günü yeni durumlara gebe bir olaylar zincirinin içerisine sürüklendi. Gün geçmiyordu ki silahlar konuşmasın, yaralamalar, kavgalar, baskınlar, kuşatmalar, işgaller yaşanmasın. Bu atmosferde ABD 6.Filosunun 17 temmuz 1968’de Türkiye’ye gelmesi ise olayların büyümesine yol açtı. Yapılan gösterilerde yaralananlar oldu.
11 Şubat 1969’da Beyazıt kulesine Kızıl bayrağın çekilmesiyle toplumsal gerginlik hızla tırmandı. 6.Filonun aynı tarihte yeniden Türkiye’ye gelmesi ise gerginliği tetikledi ve  6.Filoya karşı yapılan çeşitli eylemlerin boyutları daha da genişledi. Dini grupların da çatışmalara katılmasıyla meydana gelen gösterilerde 2 kişi öldü.
Artık bundan sonra olaylar dur durak bilmeyen bir mecraya doğru sürüklendi. Kılınç kitabının 108. Sayfasından 165.sayfasına kadar 1967 yılından, 1973 yılına kadar gelişen konuları gün be gün özetlemekte. Türkiye'deki sol gençlik hareketinin, idamlar ve Kızıldere’deki ölümlerle gelişen ve Türkiye’yi bir darbeye götüren yolun  tamamen Sovyetlerin planlamasıyla geliştiğini öne süren Kılınç,  68 kuşağıyla ilgili sonuç olarak şu yargıyı yürütür:
“Sovyet Rusya’nın asıl amacı, özellikle Çekoslovakya olaylarını; bilhassa Ağustos ayında gerçekleştirilecek olan Kızılordu’nun Prag’ı işgalini perdelemekti..
İkinci bir amaç ise, Türkiye, Batı Almanya, Yunanistan, Kıbrıs, Afganistan gibi sol ve sosyalist cereyanların kuvvetli etkisi altında bulunan ülkelerdeki yandaşlarının Çekoslovakya hadiselerinden dolayı SSCB karşıtı bir pozisyon almalarına fırsat vermemek; bu müdahale ve askeri işgal hareketinin, ’küçük yaramaz sosyalist bir ülkenin, sosyalizmin yüksek çıkarları uğruna terbiye edilip hizaya sokulması’ şeklinde anlaşılmasını sağlamaktır.”
“Türkiye’de 68 kuşağını teşkil eden lider kadrosundakilerin önemli bir kısmı, sırf bu olayları çıkarsınlar, karmaşa ve terör yaratsınlar diye yetiştirilmişlerdi.”
Kitabın 4.bölümünde askeriye içerisindeki sol yapılanma ve cuntacılar ele alınıyor. Bu doğrultuda gelişen olaylarda ülkücüler olarak nasıl tavır aldıklarını, siyasi lider Türkeş’in kendilerine tavsiyelerine, siyasi açıklamalarına yer verir. Bu bölümde yine bir gençlik örgütü olarak ortaya çıkan islamcı bazı gruplarla ilgili ilginç tespitlerde bulunur. ”Ülkücüler  her tarafta ülkü ocakları açmaya başladılar, bu gençler ’Türklük şuuru ve gururu, İslam ahlak ve faziletini’ slogan olarak her yerde dile getirmeleri yüzünden de millet nezdinde çok büyük bir hüsnü kabul görüyorlar, komünistlerin yarattığı ve hükümetlerin aciz gösterdiği devrimci gençliğin işgal, boykot vb. olaylarını ve komünizm propagandalarını durdurmalarından dolayı ülkücüleri bağrına basıyorlardı...
İşte tam bu sırada bir fitne hareketi başladı: ‘Önce Türk müsün, Müslüman mısın?’,  ‘İslamda milliyetçilik yoktur’, ‘Komandolar komünistlerden daha tehlikelidir.’ ‘Ülkücüler dinsizdir’.
Bu sloganlarla ülkücülere karşı ahaliyi kışkırtıyorlardı. Bu grupları ‘Akıncılar’ adı altında Erbakan’ın “Milli Görüşçü” hareketi etrafında teşkilatlandırdılar.”
“Ülkücülere hem iktidardan, hem ana muhalefetten, hem devrimci militan ve basından ve hem de bu ‘müslüman’ kardeşlerimizden saldırılar sürüp gitti. Erbakan ‘Onlar bizim namaz kılmayan kardeşlerimizdir’ demesine rağmen, ülkücüler hakkında tek müspet laf etmemiştir.”
Kılınç bu konulara burada neden yer verdi bilemiyoruz. Erbakan’ın o sözü nerede, ne zaman söylediğiyle ilgili bir dipnot sunsaydı hiç olmazsa! Ayrıca 1976 yılında kurulan Akıncılar teşkilatının M.N.P ile bağlantılı değil M.S.P ile bağlantılı,onun gayri resmi uzantısı bir gençlik örgütü olduğunu belirtmekte yarar var.
Kılınç kitabının 5. Bölümünü ise Ülkücülere ayırmış. Ülkücülerin partisi durumunda olan MHP’nin kurulması, ülkücülerin örgütlenmesi, siyasi lider Türkeş’in ülkücülere katkıları, Necip Fazıl’la buluşmaları ve N.Fazıl’ın “Birlikte darbe yapalım” teklifini reddi, ülkücü gençlerin yetiştirilmesi, mücadeleleri ve amaçları gibi konuları ele alıyor.
Kitabın son bölümü olan Ekler bölümünde Türkeş’in kitapta geçen konularla ilgili bazı  konuşmalarının tam metni, ülkücü liderlerin ülkenin geleceğine yönelik yetkililere yazdıkları mektuplarla ilgili bölümlere yer verilmiş.
315 sayfadan oluşan bu kitap bir döneme ülkücü gözüyle bakış olarak okunması önemli görülebilecek eserler arasında. Bu alanda eser çeşitliliğinin az oluşu dikkate alındığında o dönemi yaşayanların kendi görüşlerini de bu gibi kalıcı eser haline getirmeleri de oldukça önem taşıyor.


Semiha KAVAK
Edebistan


MALDOROR'UN ŞARKILARI



Kara kaygının yerini yüreklilikle, kuşkunun
yerini inançla, umutsuzluğun yerini umutla,
kötülüğün yerini iyilikle, sızlanmanın yerini
görevle, kuşkuculuğun yerini imanla, safsata-
ların yerini soğukkanlılığın aldırmazlığıyla ve
gururun yerini alçakgönüllülükle dolduruyorum.

Lautreamont

Les Chants de Maldoror) Maldororun Şarkıları diye Türkçe'ye çevrilen şarkı adı altında düz metin görünümlü kötülük ve zehirden bahseder görünüp iyiliği anlatan sert bir şiirdir. 20'li yaşlarda okununca bunalımdaki adamı kurtarıcı, dışarıdaki adamı da bunalıma sürükleyici bir kabiliyete sahiptir.  Yani başındaki uyarı, gayet yerindedir.


Acıların ürünü olan ve artık acı olmaktan çıkmış deneyimleri aktarın okurlarınıza, yalnızca. 
Herkesin önünde ağlamayın.
Mutsuzsanız, okura söylememelisiniz bunu. Kendinize saklayın onu. 

Kişisel hokkabazlıklar ve sıradan cambazlıklar çağını kapattı öznel şiir. Alçak gönüllülük ya da gurur bahanesiyle, ereksel nedenleri tartışmak ve bunların sağlam ve bilinen sonuçlarını bozmak güzel ve soylu görünür. Aldanmayın, çünkü bundan daha budalaca bir şey olmaz. Geçerli kılalım geçmiş zamanların yasal zincirini; en üst düzeyde geometridir şiir. Şiir bir milimetre ilerlemedi Racine'den bu yana. Geriledi. Kimin sayesinde? 

Çağımızın Büyük-Uyuşuk-Kafaları sayesinde

***


Mutluluk değildir aşk.

Düşünülebilecek en eksik düşünce biçimidir duygular.

Kusurlu olmayan, günahkar olmayan insan artık büyük bir gizem değildir.

Bir gün önce birbirlerine tapan iki sevgilinin, kötü yorumlanmış bir sözcük yüzünden, kin, öç, aşk ve acı dikenleriyle birlikte, iki ters yöne gitmelerini ve ikisinin de kendi yalnız gururlarına sarınarak birbirlerini artık görmemelerini kim anlayabilir?

Hiç kusurumuz olmasaydı, kusurlarımızı düzeltmekten, bizde eksik olanı başkalarında övmekten bunca hoşlanmazdık. Benzeşlerinden tiksinmek kararı alan insanlar, ilkin kendi kendilerinden tiksinmeleri gerektiğini bilmezler.

Başkalarının mutluluğu için çalışanlar, onların iyiliklerini istediklerini bahane ederler. Başkalarının mutluluklarının tadını çıkarır gönül yüceliği, sanki bu mutlulukları kendisi yaratmış gibi.

Olağanüstü şeyler söylemeye çalışmazsa doğru şeyler söyler insan.

Gerçek olan hiçbir şey yanlış değildir; yanlış olan hiçbir gerçek yoktur