30 Ocak 2015 Cuma

İslamın Yeni Bir Okuması: Demokratik Özgürlükçü İslam


İlk olarak eski Yunan’da uygulanmaya başlanan demokrasi, günümüze gelinceye kadar bir çok evrelerden geçti.Tarihi süreç içerisinde çeşitli eleştirilere uğrasa da bugün en iyi yönetim şeklinin demokrasi olduğunda genel bir ittifak var. Ancak bu ittifaka rağmen tek bir demokrasi modelinden bahsedebilmek söz konusu değil.
Modern demokrasi aynı zamanda özgürlükçülüğü esas alan demokratik bir modeldir. Bu nedenle modern sistemlerin demokrasiye dayalı olmasından daha çok onun demokratik bir sistem olması öncelik kazanmaktadır. Bu öncelik, sistemlerin merkezine oturduğu için toplumları etkileyen düşünceler bu doğrultuda ayıklanmakta. Eğer bir düşünce sistematiği demokratikliğe kapalıysa onun  ideal demokrasiyle örtüşmesi olası değildir.
İdealize edilen bu modele dinlerin ne derece geçit verdiği yüzyıllardır tartışma konusu. Demokrasinin model uygulayıcıları arasında örneklenen Batı’da, kilisenin uzun süre özgürlükleri esir alması ve yaşanan çatışmalardan sonra dinin sistem dışına çıkarılmasına dikkat çeken kimi düşünürler dinin özgürlükçü, demokratik bir sistemin önünde engel olduğunu ileri sürmekteler. Batı'dan devşirilen bu düşünce Batı’yı model alan İslam ülkelerini de etkisi altına almış ve dinin toplumsal ilerlemenin önünde bir engel olduğu, bu nedenle dinin yönetime hiçbir şekilde müdahil olmaması gerektiği düşüncesi ağırlık kazanmıştı.
Birçok İslam ülkesi bu düşünce çerçevesinde değişimler ararken, kimi İslam ülkeleriyse bu akımı monarşiyle durdurma yoluna gittiler. Böylece İslam ülkeleri monarşiyle seküler değişim sancısı arasında bir çatışmanın arasında kaldı. İşte, bu manzara İslamcı düşünürleri devlet ve sistem üzerine düşünmeye yöneltti. Dinin etkin olacağı, modern insanın özgürlüğünü kısıtlamayan, paylaşımcı, demokratik, sosyal  bir devlet modelinin var edilip edilemeyeceğiyle ilgili çeşitli düşünceler ortaya atıldı. Bu doğrultuda birçok farklı görüş günümüzde de  kendine zemin bulma gayreti içerisinde.

R.İhsan Eliaçık son zamanlarda farklı islami görüşleriyle kendinden söz ettiren bir ilahiyatçı. Geçmişte, ilk gençlik yıllarında milli görüş çizgisine yakın düşünceleri savunan ve (o günkü nitelendirmelere göre) daha uç görüşlere sahip olan Eliaçık, 12 Eylül 1980 darbesinde bu görüşleri nedeniyle ceza aldı, Mamak Cezaevi'nde bir yıl hapis yattı. Cezaevi hayatı sadece bununla sınırlı kalmadı, 28 Şubat süresince de soruşturmalar geçirdi, iki kez hapse atıldı. Bu nedenle Eliaçık, sadece geleneksel islami anlayışa ters gelecek şeyler söyleyen bir sistem adamından ziyade, mevcut sistemle ve bu sistemin gidişatını kendi çıkarlarına çevirdiğini öne sürdüğü kimi muhafazakar kesimlerle de kavgalı biri.

Tefsir’den, ekonomiye, adaletten, sosyal değişim konularına kadar birçok farklı konuda makaleler, kitaplar yazmış olan Eliaçık, modern sistemlerin islamla uzlaştırılmak istendiğini ve ortaya özü itibarıyla islamla çelişen sistemlerin çıktığını düşünen biri. İslamın, küresel kapitalizme entegre edilmek istendiğini öne süren Eliaçık, bu nedenle eleştirilerinin odağına kapitalizmi oturtmakta. İslamın kapitalizmle iliştirilmesine şiddetle karşı çıkan Eliaçık, islamın, kapitalizmin aksine mal biriktirmeye karşı olduğunu, servet biriktirme üzerine kurulan neo kapitalist sistemleri islama uydurmanın aslında sistemi "abdestli" hale getirmek olduğunu  öne sürmekte. "Kur’an diyor ki; ihtiyaçtan fazlasını infak edin. Yani ihtiyaçtan fazla paran varsa onu aktaracak, kenz etmeyecek yani biriktirmeyeceksin. İktidarı da biriktirmeyecek, temerküz etmeyeceksin yani merkezileştirmeyeceksin."

İslamın kapitalist sistemlere uygun hale getirilmesine "abdestli kapitalizm" diyen  Eliaçık, kapitalizme İslami bir başkaldırı olarak sunulan "Anti Kapitalist Müslümanlar" grubunun da kurucusu ve doğal lideri durumunda. Ramazanlarda oluşturdukları "yeryüzü sofraları"yla, iftarları halkla birlikte cadde ve sokaklarda yaparak, Müslümanların lüks mekanlarda iftarlar düzenlemesine bir tepki oluşturan "Anti Kapitalist Müslümanlar" Taksim Gezi Parkı eylemlerine verdikleri destekle de diğer islami gruplardan çok farklı düşündüklerini ortaya koydular.

İslamı değişik bir yaklaşımla ele alan Eliaçık, "Demokratik Özgürlükçü İslam" isimli kitabında devlet, demokrasi, cumhuriyet ve özgürlük gibi ele alıyor ve bu konularda islamın modern toplumun sorunlarına hangi tür çözüm yolları sunduğunu, İslamın  geçmiş uygulamaları ve görüşlerinden çıkarsamalar yaparak ortaya koyuyor. Bunu yaparken de kaynaklarının Kuran’a  dayanmasına özen gösteriyor. "Yeni bir din icat etmiyoruz, var olan dinin, mensuplarınca eksik bırakılan, ihmal edilen ve hatta istismar edilen boyutlarını/yönlerini vurgulayarak açığa çıkarmak, bilinç düzeyine taşımak istiyoruz."

Eliaçık, "Yeni bir din icat etmiyoruz." dese de kimi kesimler yazıp söylediklerine dayanarak onu farklı bir yere oturtuyorlar. Eliaçık, görüşleriyle gelenekselci islami kesimde tartışma yaratırken, Marksist çevreleri de etkiliyor. O kadar ki; bu çevrelerdeki kimi kişiler bu düşüncelerin Marksist düşünceyle özdeş olduğunu ileri sürüyor.
"İhsan Eliaçık'ın Kuran Surelerini bu yorumlayışları çok önemlidir. Kendisi adeta bir Marksist gibi sosyolojik olarak yorumluyor Kuran'ı: Doğrusu da budur. Şu veya bu ayrıntıdaki küçük hatalar olabilir. Bu önemli değildir. Ayrıca bizim ortaya koyduğumuz Marksist Din teorisi ile de tam uyumludur." Demir Küçükaydın

İSLAM DEMOKRASİ İLİŞKİSİNİN TEMELLERİ
Eliaçık, islamın demokrasiyle uzlaşan demokratik bir din olduğu iddiasını, peygamber döneminde Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar arasında yapılan, Medine sözleşmesine bağlar. Bir müddet uygulanıp daha sonra yürürlükten kaldırılan bu sözleşme hükümlerinin birarada yaşama formülasyonu için genel bir çerçeve çizdiğine dikkat çeker, bunun bir demokratik toplum projesi olduğunu öne sürer; "Medine Sözleşmesi temelinde ortaya çıkan din anlayışına Demokratik İslam anlayışı demekteyiz. Bu anlamda Demokratik İslam, Kur’an’ın tüm dilleri ve renkleri ayet görüp, halkları, kabileleri, ulusları, kimlikleri tanıyıp hepsinin adil, özgür ve eşit birlikteliğini savunmaktır. Demokratik İslam, son hak dinin iktidarı ve devleti değil; toplumu önceleyen sivil ve çoğulcu boyutunu öne çıkarmaktan ibarettir." "Toplam 47 madde olan Medine sözleşmesi kabileler ve dinlerarası  'ortak birliktelik deklarasyonu' görünümündedir."

"Medine Sözleşmesi’nde daha çok farklı inançlar vardı. Biz ona farklı kimlikleri, mezhepleri de ekliyoruz, ne kadar farklılık varsa hepsini ekliyoruz. Diyoruz ki, peygamberimizin Medine’de yaptığı gibi hak-hukuk temelinde, eşitlik temelinde buluşalım. Evrensel değerlerde buluşup barış içerisinde birarada yaşamanın formülünü geliştirelim. Araya sınır koymadan, sınıf yaratmadan, birbirimizi sömürmeden, birbirimize saldırmadan ve savaş çıkarmadan barış içerinde yaşayalım. İşte bunun formülüdür Medine Sözleşmesi."

Özü itibarıyla İslamın, ibadet ritüellerini değil, toplumsal konuları öncelediğini ileri süren Eliaçık, ritüellerin bireyle Tanrı arasında olduğunu, toplumu ilgilendirmediğini, İslamın toplumu ilgilendiren konularda ise hassas olduğunu belirtmekte. "Kur’an’da namaz kılmamanın, oruç tutmamanın, başını örtmemenin herhangi bir cezası yok, ama dört şeyin; öldürmenin, çalmanın, iftiranın ve zinanın cezası var. Buradan neyin esas, neyin furuat olduğu anlaşılabilir. Cezası olanlar birinci derecede önemlidir, özdür, esastır. Çünkü bunlar hem doğrudan insan yaşamı ile ilgili hem de evrenseldir.
Demek ki din esasında yaşamdan ibarettir. İnançlar ve ritüeller sakınanlarca kurulacak ve korunup kollanacak olan bu evrensel, adil, eşit ve özgür yaşamı teyit etmek, beslemek, büyütmek ve geliştirmek için vardır."

Medine sözleşmesinin farklılıkların birarada yaşaması için geliştirilebilecek bir model olduğuna dikkat çeken Eliaçık, bunun demokrasiyle mümkün olabileceğini, çünkü Kur'an’ın, demokrasilerinde öncelediği beş temel esası öne çıkardığını belirtiyor. "Kur’an yönetimin nasıl olması gerektiğini toplam beş kavramla açıklıyor. Bir, adalet: Yönetimin amacı adalet olmalıdır. İkincisi emanet: Yani yönetim dediğin şey halkın bir emanetidir, Allah’ın lütfu bir mülk değil. Üç, ehliyet: Yönetime ehil olanlar gelmelidir. Kim işten iyi anlıyorsa o gelmelidir. Dördüncüsü;Meşveret: Yani işler danışarak yürütülmelidir. İşte demokrasi burada islamla örtüşüyor. Beşincisi de maslahat: Yani iyinin yanında, kötünün karşısında, mazlumdan yana, zalime karşı, ezilenleri yeryüzünde önder yapmaya yönelik bir yönetim anlayışı."

Eliaçık, iki ayrı bölümde ele aldığı İslam-demokrasi ilişkisini Kur’an’dan, peygamber dönemi uygulamalarından verdiği çeşitli örneklerle kuruyor. Ana uygulama örneği olarak esas alınan Peygamber uygulamalarında, demokrasi içinde esas kabul edilebilecek olan dört ana noktaya dikkat çekiyor. Peygamberin siyasal ve sosyal yönünün ele alındığında genel itibarıyla dört esasın belirleyici olduğuna vurgu yaparak, bu dört konuyu derinlemesine irdeliyor.
1-Hilf'ul-Fudul faaliyeti
2-Kur’an’ın hak ve adalet ayetleri
3-Medine sözleşmesi
4-Veda hutbesi

İSLAM, DEVLET İLİŞKİLERİ/İSLAMDA DEVLET MODELLERİ SORUNSALI
Söz konusu kitabın omurgasını islam-devlet ilişkisi konularındaki görüşler oluşturuyor. Birçok ana konu başlığı altında Peygamber dönemi devlet yapısından, bozulma dönemi ve alternatif modellere kadar çeşitli konuların ele alındığı bu bölümde oldukça iddialı görüşler yer almakta. Bernard Levis’in ‘İslamın Krizi’ adlı kitabındaki iddialardan yola çıkan Eliaçık, hem bu kitaptaki iddiaları dile getirmekte hem de yer yer Levis’in görüşleri üzerinden kendi eleştirilerini ve düşüncelerini, ortaya koymakta; "Kriz analizi yaparken iki yönde ilerlemek gerekmektedir. Önce 'temellerin nasıl krize girdiği' ardından 'krizin nasıl temellendirilmesi' gerektiği. Yani önce 'bilincin’ nasıl yaralandığı, sonra bu 'yaranın' neler olduğu."

Batının önemli düşünürleri islamın ortaya koyduğu devlet modelin o günün toplumsal yapısının ürünü olduğunu oradan yola çıkarak günümüz modern toplumunun ihtiyaç ve taleplerini karşılayacak yeni bir model oluşturmasının mümkün olmadığını öne sürseler de, 19.yüzyılda kimi Müslüman düşünürler bu konularda yeniden inşa hareketlerine giriştiler ve islamın prensipleri çerçevesinde çağdaş devletler kurulabileceği düşüncesini ileri sürdüler. Yaydıkları  düşünceler çerçevesinde çeşitli dönemlerde, çevrelerinde bu görüşleri savunan kitleler oluşturdular. Ancak, bu düşünürlerin “Yeniden İslamlaştırma” projeleri olarak ileri sürdükleri düşünceleri monarşik ve totaliter sistemler içerisinde tehlikeli görülmeye başlandı ve bu düşünceler bir devlet modeli ortaya çıkaramadı.

Eliaçık, o dönemin öne çıkan isimlerinin görüşlerini ele alarak, onların neler yapmak istediklerini ve islamdan neler anladıklarını kitabında tahlil etmekte. Muhammet Abduh, Cemalettin Efgani, Muhammet İkbal, gibi isimlerden başlayarak, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Said Havva, Abdulkadir Udeh, Hamidullah, Humeyni, Mutahhari, Ali Şeriati gibi bazı islam düşünürlerin bu konulardaki görüşlerini analiz eden Eliaçık, bunların islam konusunda yeniden düşünmeyi sağlayan isimler olduğunu vurguluyor.
İlerleyen bölümlerde ise inşa çağında devlet düşüncesini ele alarak bu konuda önemli düşünceleri olan çağdaş islam düşünürlerinin görüşlerini değerlendirmekte. Eliaçık’a göre  90’lı yıllardan sonra ortaya çıkan eserler islamın siyasal etkisinin iyice arttığı, islamın umut haline geldiği bir dönemdir. “1930-190 yılları arasındaki soğuk savaş dönemi ‘siyasal İslamcılığı’ bitmiş, yerine 'yeni-İslamcılık' veya 'üçüncü evrilme' dediğimiz yeni bir dönem başlamıştır." Eliaçık, bu bölümde islam düşüncesinin üçüncü  çağı düşünürleri diye nitelendirdiği bazı isimler olan Necefabadi, Fadlullah, Abdulkerim Suruş, Hatemi, Turabi, Muhammed Ammara, Hasan Hanefi, Cabiri ve Gannuşi gibi düşünürlerin birbiriyle benzeşen ve ayrılan yönlerine de dikkat çekerek, islamı yaklaşımlarını inceler.

Sonlara doğru, günümüzde çok konuşulan islam ve şiddet, cihat, modern toplum yapısıyla çelişen ve islami denilerek uygulanan cezalar, cihat, savaş, dinde zorlama gibi konuların nasıl anlaşılması gerektiği irdeleniyor.
“İslamda devlet var mıdır?” tartışmalarına da değinen Eliaçık, islam devletinin bir adalet devleti olduğunu ve islamın böyle bir devlet modelini zorunlu gördüğüne vurgu yapar. "İslamın ilk doğuş yıllarından ilham alma iddiasındaki bir hareket bu temel amaçtan kopamaz. Yani devlet iddiasından vazgeçemez. Fakat bu 'İslam Devleti' adı altında Katoliklik benzeri şeklinde de olamaz."
Cumhuriyetin kuruluş yılları ve yeni dönem İslamcılığın ele alındığı bölüm ise aktüel tartışmaları kapsayan ve Eliaçık’ın özgün görüşlerini ileri çıkaran değerlendirmeleri içeriyor. Cumhuriyetin getirdiği kadın hakları ve buna yönelen itiraz üzerinden 'Kura'n'da Kadın ve Hakları’nı da ele alan Eliaçık, çelişkili görülen birçok şeyin aslında islamın ruhuna aykırı olmadığını ayetlerle ve islam tarihinden örneklerle ortaya koymakta.

Sonuç olarak; bu kitap son zamanların en güncel konuları arasında yer alan islam-devlet-demokrasi gibi konularda bugüne gelinceye kadar neler söylendiğini özetlediği gibi, yeni okumalarla çağdaş, demokratik bir islami demokrasi modelinin oluşturulabileceği iddiasını içerdiğinden bu konulara ilgi duyanlar için oldukça zihin açıcı. Sadece bu konulara ilgi duyanların değil, islam adına nelerin yanlış anlaşıldığını, gerçeklerin neler olduğunu anlamak isteyenler için de yararlı bir kitap.

Semiha Kavak
MOCCA - Berlin
Sayı: 21 - 2015 

Hayatım






"Eğer kendime bir yüzük alacak olsaydım, içine şunu yazdırırdım: 'Hiçbir şey geçmez!' Hiçbir şeyin, bir iz olsun bırakmadan geçmeyeceğini düşünüyorum; ve ne kadar küçük olursa olsun, niyetlendiğimiz her adım, hem mevcut hem de gelecekteki varlığımız için büyük önem taşır."

Çehov


25 Ocak 2015 Pazar

Bir Muhayyilede Ölümün Adı




“Sen benim hayatımdın.”

İki yıldan fazla zamandır, mezarlıktan dönerken yalnızca bu sözlerin yazılı olduğu adsız ve şekilsiz bir kabir taşının yanından geçerdim. Her defasında da bu sıradan sözler, bu alelâde cümle beni heyecanlandırırdı, yüreğimde bir huzursuzluk ve aynı zamanda da bir yakınlık doğururdu. Tanımadığım, bilmediğim ve yılların rüzgârı, karı, yağmuru, sıcağı altında kararıp bozarıp eskimiş, çopur çopur olmuş bu kabir taşı her defasında derin bir kederden haber veriyordu. Vefasızlıktan, gelip geçicilikten söz ediyordu. Bir zamanlar birilerinin mutluluğundan ve bu mutluluğun ebedî bir geçmişte kalışından, o geçmişin ulaşılmazlığından, uzaklığından söz ediyordu. -Elçin, Ak Deve, s.11.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Beton


"Ve gerçekten de durmadan yapmak istediğimiz şeyi yüceltiriz, aslında her zihinsel iş diğer bütün işler gibi ölçüsüz derecede yüceltilir ve dünyada hiçbir zihinsel iş yoktur ki bu her şeyiyle yüceltilen dünya onsuz yapamasın, aynen bu dünyanın onsuz yapamayacağı hiçbir insan ve dolayısıyla hiçbir şeyin olmayışı gibi, tıpkı cesaretimiz ve gücümüz olsaydı her şeyden vazgeçilebileceği gibi."
Thomas Bernhard, Beton, s. 23.

Düşünce insanı denen kişi her zaman bir başkası üzerinden konuyu ele alır, bu iş için onu öldürür ve zihinsel amacı için onu ceset haline sokar. Belirleyici anda bu tip bir düşünce insanı, ona böylesi bir zihinsel ürünü mümkün kılan insanı, bu zihinsel ürün için feda eder, öylesine kötüye kullanır kendi şeytansı  pekülasyonları için." Beton, s. 20.

Yanıt





içimde durmadan tekrarlanan aksak kırık bir ezgi (...)
bıraktım gövdemi
sürüklensin avâre bir nabza uysun
ayaklarım.

Enis Batur


23 Ocak 2015 Cuma

Denizin Ortasında Yapayalnız Kalmış Gibi


"Rahmin kadar konuş diyorlardı bana/Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından." Wirginia Woolf 

Tüm kadınların yaşamı bir günde olmuş gibi, tek ve ortak. Kadınlığın yekpâre hikayesini yazsak tek ve ortak olurdu. 

Michael Cunningham'ın romanından aynı adla uyarlanan Stephen Daldry'nin yönetmenliğini yaptığı ve hem Woolf'u ve hem de onun kurmaca dünyasını gösteren The Hours (Saatler, 2002) filmi de işte bu yekpare hikayeyi anlatıyor.  Üç farklı zaman diliminden üç farklı kadının bir günü. 

Fakat benim yazmak istediğim Hours filmi değil elbet. Bu aralar Woolf'un romanları ve yazın dünyasına ilişkin metinlerini içeren kitaplarına dair yazdığım notları paylaşmaktı. Onları eklemeyi düşündüğüm sıra, Üç Nokta Sinema ve Edebiyat Dergisi'ni irdelerken Deniz Özdoğan'ın Saatler ve İçsıkıntısı başlıklı yazısına rastladım. 
Yazıda Woolf ve Didem Madak arasındaki "iç sıkıntısı" ve anlam arayışı benzerliğine değinilmiş. Kadınlara biçilen anlam ve daha çok anlamsızlığın üzerinden iki yazarın ortak hikayesine. 

Peyami Safa'nın şöyle bir sözü var: "İnsanı yalnız bir hastalık öldürür: Sıkıntı. Öteki hastalıklar bunun vücuttaki çeşitli görünümleridir."

Herkesin iç sıkıntısı ve mutsuzluğunu bir başka türlü giderebileceği 'mümkün'leri -umut kapısı- olur. Woolf'un mümkünü de kurmaca yazmaya başladığında içindeki ışığın gücünü hissettiği zamanlardır.
Filmde de üç ayrı kadının iç sıkıntısı, tedirginlik, içiçe geçen endişeler, hepsi hem Woolf'tan doğar hem de Woolf'a geri döner. Film Cunninngham'ın romanının bir uyarlaması olsa da birçok edebî referansla dolu.

Çoğunlukla her yazarın mümkün'leri farklı alanlarda kendini gösterdiğinden, gücü de o alandaki yoğunluğu oranında işlerliğine derinlik kazandırarak yüzeye çıkmasını sağlar. 


Hayal gücünün bütün yazın denemeleri üzerindeki inanılmaz etkisiyle dehanın sınırlarına yolculuk yapılır. Bütün bunları gerçekleştirmenin en birinci şartı iç'teki sıkıntıya dikkatlice kulak vermek olsa da, Woolf gibi ve benzer yazarlarda bu sıkıntı, anlamak'tan ötelere uzandığında intihara da sebebiyet verebiliyor. 

Sebebini düzlemsizlik'te aramak gerektiğini düşünüyorum. Yalnızca yazıyı merkeze almak çözüm değildir bir yazar için. Bu düşünce, merkezdeki sorunları azaltmaz aksine biriktirir. Ve çıkmaza sokar. Çıkmaza girdiğinde de ölümü kurtuluş gibi görebilir. Woolf'ta da bu çok belirgin, Plath'da da. Ve diğerlerinde de. 


Woolf 19 Haziran 23'deki günlüğüne Mrs. Dalloway ile ilgili şöyle yazmış: Bu kitapta neredeyse çok fazla düşünce var. Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, en yoğun haliyle." "Yaşamlarımızın umutsuz boşluğuna" seslenir. 

İşte bu umutsuz boşluğunu ya da iç sıkıntısını kadınlık üzerinden, kadınlığın yekpâre hikayesi üzerinden, hikayeyi parçalayarak, gerçekliği parça pinçik ederek anlatır.

Bu kadınlar daha çok sınırları yıkmanın peşindedir. Niçin? Daha doğru bir anlayışın, arayışın peşinde oldukları için. Siz onları düşünüp, birinden diğerine yol alırken, başka arayışların çağrışımları da belleğinizde canlanır. 

Hikâyelerin düşündürücü olduğu kadar tedirginlik ve iç sıkıntısı yaratan yanları da vardır. Ve sonunda tek bir doğru soru çıkar/çıkmalıdır karşımıza...

Semiha Kavak


15 Ocak 2015 Perşembe

BİR AD KALIYOR GERİYE


Sünepe, kurgulanmış mekanikliğe bir tepki romanı. Yaşamı bir başkasının tüketilmesi üzerinden güzelleştirmek isteyenlere karşı bireysel bir direniş, bir karşı çıkışın aşırı edilgen hali. Bir yalnızlık yolculuğunun, tutunamayışın felsefi izahı. Hepimizin boğuştuğu varoluş arenasında ayakta kalmayı önemsemeden yaşamanın sığınıldığı gerekçeler.

Rıdvan Gecü, 25 yaşında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor ve aynı bölümde doktora eğitimine devam ediyor. Yazım dünyasına şiirle girdi. İlk kitabı bir şiir kitabı; Kırmızı Perfect, 2013’te yayımlandı ve yılın başarılı şiir kitapları arasında sayıldı, çeşitli kesimlerden övgüler aldı.
Sünepe, şiir kitabıyla aynı dönemde yazılsa da basımı bu yıla kalan bir eseri Gecü'nün. O nedenle, romanla, şiiri arasında yer yer geçişlerle karşılaşıyor okuyucu. "kimsenin beni sevmeyi denememesi üzerine" şiiri romanının orta yerine oturmuş gibi. Ayrıca şiir kitabında yer alan 'Osman, Pelin ve elleri' Sünepe'de de karşımıza çıkıyor.

"Sünepe" toplumsal yaşamın baskın akışına kolayca teslim olan, silik ve pısırık kişilere yakıştırılan ad. Oysa,'sünepe'lik bir tür 'kendi' olmaya bırakılmamanın nihai sonucu belki de. "Otobüslere bindim, okula giderken, işe giderken, eve giderken. Ben hep gittim. Kalmak istedim bir yerlerde, dinlenmek, durmak. Hayat akıp giderken bu isteğimin anlaşılmayacağını tahmin etmem gerekirdi; etmedim."

Otobüslerde genç oluşunun sürekli koltuklardan kaldırılmasına, teyzelere yer verilmesiyle başlar hikaye ve kendi sınırlarının sürekli başkalarının yaklaşımlarından oluşan müdahalelerin baskısı altında olması, 'öteki' kontrolü bir travmaya dönüşür. 'Kendi' olma isteğinin sürekli kursağında bırakılması, direnmesi halinde ise çeşitli baskılarla karşı karşıya kalması romanın kahramanını iyice bunaltır, yaşanan aksilikler de üzerine gelince içindeki mesafe artar kalabalıklarla. "Arka kapıdayım, otobüs durağa geliyor, bütün kapılar açılıyor, benimki açılmıyor, şoföre, 'Arka kapıı!' diye bağıramıyorum, sesim çıkmıyor, yine terliyorum, geriliyorum, lanet ediyorum otobüse bindiğim için, lanet ediyorum böyle bir insan olduğum için, başka inecek yoksa o kapıdan, kimse de bağırmıyor benim yerime. Bir sonraki durağa kadar gidiyorum öyle. Adım iniyor bir öncekinde, bir bu kalıyor benden geriye; Sünepe."

Sünepe, artık ruha işler ve asıl adın yerini alır. Gecü, bu adsızlık üzerinden, insanı yabancılaşmaya iten toplumsal yapının iç bünyede yarattığı travmayı romanı boyunca sürekli kurcalıyor. Önce yalnızlaşmayla başlıyor yabancılaşma. Hafıza da bir iz bırakmadan yerleşiyor bünyeye. "Yalnızlaştırılma aşamamı zerre hatırlamıyorum, çevremde birileri vardı, öyle zannediyorum. İnsanın hayatında hiç unutamadığı fakat buna rağmen anımsamakta güçlük çektiği olaylar oluyor. O anları bir yere koymuyorsun, orada, içinde bir yerlerde duruyor."
Yabancılaşmanın nedenleri ve onu besleyen toplumsal etkenler üzerinde zaman zaman felsefi tanımlamalarla karşılaşıyor okuyucu.
Camus'un 'Yabancı'sında olduğu gibi, bir nevi iç tatmin, kendini ikna ediştir 'an'lık tanımlar. "Eylemlerimizin, bizleri tanımlayan etiketlerle olan doğrusal ilişkisi üzerine düşünüyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, bir eylemin varlığı; nedenleri ve sonuçları masaya yatırılmadan, salt davranış olarak kabul görmüyor. Eylemi gerçekleştiren, bunu hangi sebeplerle ya da hangi sonuca varmak isteyerek yaptığını açıklamıyor olsa dahi, eylemin gerçekleştirilişine tanık olan kişi, bundan bir çıkarımda bulunma ihtiyacı hissediyor. Çünkü kulp, elbette takılmalı; etiket illaki yapıştırılmalı; insan, pekâla yaftalanmalı. Etiketlemeye ve etiketlenmeye olan bu merakımızın, varoluşumuzu teyit ettirmekten başka bir amaç taşımadığına dair herkesle iddiaya girerim."

Gecü'nün romanında, modern Türk romancıları arasında yabancılaşma, bunalım gibi bireyi kuşatan sorunları derinliklerde kurcalayan bir isim olan Yusuf Atılgan’dan açık esinlenme söz konusu. O kadar ki; Romanının ismi de Atılgan’ın "Aylak Adam"ını çağrıştırmakta. Anlatım dilinde ise  Oğuz Atay’a oldukça yaklaşan Gecü’de yer yer  Sartre, Camus, Kafka gibi varoluşçu ve absürdist yazarlardan etkilenim de açığa çıkmakta. Birçok yerde cümleler okuyana hiç de yabancı gelmiyor.
"İntihar üzerine düşünüyorum. Dibe vurmakla mı ilintili olmak zorunlu diye, illa. Ben hayatımın en güneşli gününü yaşayıp bitirdikten sonra, tamam, bu dünyadan beklediğim ve istediğim şey yalnızca buydu, yaşayacağım geri kalan her şey fazlalık olacak diye düşünüp fişini çekemez miyim kendimin. İnsanın aklında ilk olarak, hep daha iyi bir gün geçirebileceği ihtimali beliriyor. Çünkü bir beklenti karşılandıktan sonra, yerini yenisiyle doldurma ihtiyacı geliyor ardından."
Camus da intihar konusunu sıkça işler eserlerinde. İntiharın ussal bir eylem olduğuna vurgu yapar, ancak onu öğütlemez. Yaşam anlamsızdır ama yine de yaşamaya değerdir. Bu nedenle intihar bir saçmalıktır. Yaşamak, saçma olsa da tıpkı Gecü’nün cümleleri gibi Camus’da bir yeniyi doldurmak için gereklilik olarak görür yaşamayı.

Sünepe'de dışarıda kalmak bir tercihe dönüşür ve sürekli bir intihar dürtüsü ile birbirine bağlanır tercihler. İntihar dürtüsü her an besler uzaklaşmayı. Barışıklığı kendi içinde arar sürekli. Düşünce ve davranışlarını değiştirmek yerine, onları kendini ikna eden nedenlerle örtüştürür.
Otobüs yolculuğu esnasında başlayan travmayı, bileklerini kesen kadın takip eder roman boyunca, bileklerini kesen kadın saplantısıyla sürükler kendini.

"Bileklerini kesen kadın kalmıştı hayatımda bir, onun da adını bile bilmiyordum, bana adımı sorsa ne cevap vereceğimi bilmiyordum, tanışsak ne konuşacağımı bilmiyordum vesaire."
"Orada sadece, ikisi ona ait üç orta uzunlukta cümleden oluşan bir diyalogdan, seslerden ona ait olanını ayıkladım ve düşündüğümün doğruluğunu hiç sorgulamadan, hayatımda duyduğum en güzel sesin bu olduğuna şüphe götürmeyecek bir inançla bağlanmaya başladım."

Sıradanlık kokan her şeye bir hesap çıkarmak ister Sünepe. Dokunulanlar arasında çok yazan, okunan edebiyatçılar da yer alır. "İkinci sayfaya geçtiğim an, sıkıcı biriyim. Bunun yanısıra Pamuk, beş yüz doksan sayfa boyunca bir müzeyi anlatabiliyor. Meselem Orhan’dan daha büyük, kredim Orhan’dan daha az, yetmiyormuş gibi, bir de hiçbir şey yapmamaktan, hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayışım var. İkinci sayfaya istesem de geçemiyorum."
Bu eleştiri birçok isim üzerinde gezinir durur romanda ve sonunda genel bir eleştiriye dönüşür. "Yazmak amatör bir eylemdir ve bütün yazılanlar, başkaları tarafından teyit ve takdir edilmeyi beklemek üzere bir sırada konuşlandırılmışlardır.Takdir gören eser, bulunduğu sıradan kendini bir adım öne çıkarıp sonunda bir şey olur, kalanlar halen hiçtir."

Gecü’nün kahramanı üzerinden yürüttüğü bu eleştiride haklılık payının olduğu gerçek olsa da, hacimsiz bir eser içinde böylesi göndermelerin yer alması fazlaca "ilgili" gibi duruyor.

Aşk, ruhsal durumu yansıtmada birçok romanda olduğu gibi, Sünepe'de de oldukça belirleyici konumda ve eleştirilerden aşk da nasibini alır. Aşk da metalaşmıştır. Ona göre, içine girdikçe kaybolan bir şey haline dönüşmüştür. "İlk görüşte aşkın en önemli handikapı, karşınızdakini tanıdıkça yitirme potansiyeline sahip olduğunuz duygulardan oluşmasıdır. Bunun bilincinde olmak, yitirmemek için bir önlem alabileceğiniz anlamına da gelmiyor üstelik. Ne kadar yırtınırsanız yırtının, kopup giden parçalar oluyor illaki."

İroninin zaman zaman dip yaptığı romanda, aşk fazlalık gibi durur. Onunla uyuşulamaz bir türlü.
"Önce âşık olur insan. Sonra vakit kalırsa, başka meslekler edinir kendine, oyalanacak. Tarihteki en eski meslektir bu; bilinenin aksine, sevişme icad edilmeden önce de vardır, kadınlar işçiliklerine ücret biçmeden evvel de."
"Aşkın tanımı biraz değişmişti. İşçilik ücretleri dolar bazında sabitlenmişti. Otobüste bir ses duydum ve âşık oldum.Tarifinin bu kadar kolay olması, değerinden br şey eksiltmemişti." "Şunu da diyeyim bütünlüklü olsun. Önce aşık olur insan. Sonra vakit kalırsa, tekrar aşık olur"

Öykü tadında kısa kısa bölümlerle ilerleyen romanda yabancılaşmanın örgüsü her bölümde ayrı ayrı surete bürünüyor ve bir başka merakla bağlanıyor okuyucu. Gitgide derinleşen edilgenlik hali yalnızlaştırılan bireyin yaşamın doğal akışından ne denli koptuğunu hissettiriyor her bir bölümde.

Yalnızlık, aşk, intihar, arkadaşlar, iş, inançlar, yaşama tutunma, tutunamama, arada kalma, hızla akıp giden yaşamın içinde bir başka ruha bürünüyor.

Sünepe'de insanın yaşamdan hızla koparılışının gerekçeleri üretilerek, isimsizlikle başlayan her şeyin hatta ölümün bile anlamını yitirdiği bir "hiç"lik felsefesiyle buluşturuluyor okuyucu. "Adımın Ogün olduğunu söylemedim. Çocuklarımızın adını söylemedim, bir gün çocuklarımız olacağını söylemedim. Bir gün öleceğimizi, ölünce aramızdaki her şeyin biteceğini söylemedim. Ölmeden de her şeyin bitebileceğini söylemedim."
Roman, Ekler bölümünde Osman'ın üzerinden hızlı bir tükenişe bırakıyor kendini. Bir 'bunalım' finali gibi belirginleşiyor her şey. Ve aşkla beliren kıskançlık, varolamama hali toplumsal değerleri yok etmeye dönüşüyor hızla.

SEMİHA KAVAK
RADİKAL  GAZETE KİTAP - 16 Ocak 2015

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/bir-ad-kaliyor-geriye-413770

BİR HAYAT VESİKASI

Yaşlanmak, her canlı varlığın kaçınılmaz sonu. Yaşlılık, vücudun fonksiyonlarını kaybetmeye başladığı, hayatın son evrelerine yaklaşılan dönemlerin genel tanımı. Bu dönemde, artık kişi gençlik dönemlerinde yaptığı birçok şeyi yapmaktan mahrum kalır. O nedenle, La Rochefaucauld, “İhtiyarlık, gençliğin bütün zevklerini ölüm tehdidiyle yasak eden bir zorbadır” der. Yaşlılık dönemimizde vücudumuzun düşünce ve arzularımızı yerine getirememesi, yaşlılığın sevimsiz, istenmeyen bir dönem olduğu kanaatini yaygınlaştırır.
Oysa; insan, için hangi yaşta olursa olsun asıl olan mutluluktur. Kişi hayatının tüm dönemlerinde kendisiyle barışık bir iç ahenge sahip olmadıkça mutlu olamaz. Kendiyle barışıklık ise kişiyi her yaş döneminde bu mutlu edebilir. Zira her yaşın kendine göre bir güzelliği vardır. H.W.Longfells’in dediği gibi; “Yaşlılık da fırsatlar çağıdır, gençlik gibi. Yalnızca kılığı aldatır bizi”
Farklı kültürlere yelken açarak, uzun yıllar çeşitli konularda yazılar yazmış, çeviriler yapmış, özgün eserler vermiş olan Belma Aksun, 80’li yaşlara doğru yol aldığı süreç içerisinde okuyucuyla buluşturduğu bu eserin ilk sayfalarını, eserine isim olarak seçtiği Yaşlılığa Methiye isimli denemeye ayırmış. Aksun’un yaşlılığa yaptığı güzelleme o kadar etkileyici ki, denemeyi okuduğunuzda yaşlılık insanın gözünde oldukça sevimli hale geliyor. “Yaşlanmanın da bir keyfi, bir zevkli, güzel yanı var. Allah’ın bizlere verdiği bir şans o. Tabii kıymetini bilir, yitirdiğiniz gençliğinize ağıt yakmaktan vazgeçerseniz ve de elinizdekileri hakkıyla değerlendirirseniz. Yaşlılığın adeta bir ikinci özgürlük, başına buyrukluk dönemi olduğunu keşfettim ben. Tıpkı o dertsiz, tasasız çocukluk günlerim gibi. Bu yüzden yaşasın yaşlılık diyorum! Yaşasın yaşlılık!.. Merhaba yaşlılık! Merhaba özgürlük! Selam sana! Merhaba yeniden kavuştuğum o eski mutlu, serazat günlerim; ergenliğe adım atıncaya kadar yaşadığım o başına buyruk, pervasız, kimseye metelik vermeyen, dünyayı umursamayan, özgür çocukluğum! Merhabalar sana! Allah’a binlerce şükür, bunca yıl sonra hiç beklemediğim, umut bile etmediğim bir anda yeniden kavuştum çocukluğumdaki o pervasız “ben." Şimdi bu yetmişli yaşlarımda kendimi tıpkı çocukluk günlerimdeki gibi özgür, pervasız, başıma buyruk hissediyorum. Milton’un Kaybolmuş Cennet’ini bulmuş gibiyim. Yıllar önce yitirdiğim, bir daha asla bulabileceğime ihtimal vermediğim çocukluğumdaki o pervasız, umursamaz, alabildiğine özgür kimliğime, kişiliğime yeniden kavuştum. Yaşasın yaşlılık!”
İKİNCİ ÖZGÜRLÜK
Yaşlılık, bütün gençlik kaygılarını geride bırakan ve kişiyi dinginliğe, mutluluğa eriştiren dönemdir Aksun’a göre. "Artık kimse 'Neden böyle davrandı? Ne demeye bunca giyinip kuşanmış?' ya da 'Bu saatte nereye böyle?' vb. diye sorular sormaz, vıdı vıdı dedikodunuzu yapamaz bu yaşta sizin. Gönlünüzce giyinip özenmekte, dilediğiniz kafe ya da restoranda veya deniz kenarında bir bankta oturup etrafı gönlünüzce seyretmekte, yanınıza gelip oturan kadın erkek, genç yaşlı, tanımadığınız biriyle ön yargısız, yanlış izlenim bırakma korkusu olmadan sohbet etmekte bir kuş kadar özgürsünüz. Kimse davranışınızdan, sözlerinizden bir mana çıkarma, dedikodunuzu yapma zahmetine girmez. Özgürsünüz dedim ya. Yaşasın yaşlılık!"
Yaşlılığa Methiye adlı denemeyle başlayan eserde ayrıca otuz üç hikâye yer almakta. Her hikâyede okuyucu ayrı yerinden hikâyeyle arasında bağ kuruyor. Hikâyeler zaman zaman duygusal, zaman zaman romantik, zaman zaman da dramlarla karşı karşıya bırakıyor okuyucuyu. Hikâyelerdeki içtenlik, kimi zaman okuyucuya bir roman hissi veriyor. Bir bölümden diğerine geçerken, bir bütünün devamı gibi takılıyorsunuz hikâyelerin peşine.  Oldukça sade ve akıcı bir dili var Aksun’un. Günlük olarak karşılaştıklarımız, yaşadıklarımız farklı farklı serüvenlere bürünmüş. Hikâyelerini okurken hiç yabancılık çekmiyor, kendinizi hikâyenin içinde buluyorsunuz.
KEŞKE’NİN TAMAMLAYICISI
Ardarda farklı bir beklenti ve heyecanla okunan hikâyelerin sonuna geldiğinizde umutsuz aşkların yarattığı dramların içinde buluyorsunuz kendinizi. “Birden yıllar öncesine gitti. 20 yaşına girmek üzereydi. D’yi deli gibi sevmiş, onun da kendisini sevdiğini sanmıştı. Belki sevmişti de, kimbilir? Ama o aşkın kör ettiği gözler açılmaya, gerçekler bir bir ortaya çıkmaya başlayınca ayakları suya ermişti. Hayatının erkeği sandığı o yakışıklı, tatlı dilli adam tufeylinin teki çıkmıştı. Baba parasıyla yaşayan aylak, çalışmaktan hoşlanmayan, bir ayak üzerine kırk yalanın belini büken biri. Üstelik kaypak, güvenilmez biriydi de. Babası iflas edip iş başa düşünce gerçek kişiliği, kimliği çıkmıştı ortaya. Zaten bir mesleği yoktu; çalışıp, ekmeğini kazanmaya niyeti, isteği de. Ama onun bunları anlaması hayli geç olmuş, jeton düştüğünde de kendisini sorumsuz bir koca ve ufacık bir çocukla baş başa bulmuştu. Okulu yarım bırakmasına mı yansın, böylesine sorumsuz, güvenilmez birine bel bağlamasına mı? Ailesi onu sahiplenip destek olmasa, şimdi kimbilir nasıl, nerede, ne halde olurdu?”
Yazarın daha önce Ötüken Yayınları arasından çıkmış olan (2009) hikâye kitabı Keşke’deki hikâyelerin tamamlayıcısı olma gayretinin sezildiği Yaşlılığa Methiye kitabının devamı gelir mi bilmiyoruz ama okuyucunun şimdiden böyle bir beklenti içine gireceğini söylemek abartı olmaz.
Semiha KAVAK
STAR-KİTAP Gazete 15 Ocak 2015
http://haber.stargazete.com/kitap/bir-hayat-vesikasi/haber-991439

Soru


İnsan yolunu kaybettiği zaman bütün dikkatini toplar ve daha keskin gözlerle bakar etrafına. O zaman daha kaybolmamışken görmediği şeyleri bile görmeye başlar. Ya bir ülke yolunu kaybettiği zaman ne yapar Lisa. Lisa Lisa, sad Lisa.

Alexandr Ivanov
(İnsanlar Geride Kalanlar da Ölsün Diye Ölüyor Değildir)


11 Ocak 2015 Pazar

THEL

Marina Terauds


Kuyunun dibindekini kartal bilir mi hiç?
Yoksa varıp köstebeğe mi sormalı?
Hiç saklanır mı hikmet gümüş asada?
Yoksa aşkı altın kaseye mi koymalı?

William Blake
Vahiy Kitapları syf. 15

10 Ocak 2015 Cumartesi

IN VINO VERİTAS


Bene vixit qui bene latuit
"Hayatını saklayan kişi güzel yaşamıştır."

syf. 23

8 Ocak 2015 Perşembe

EKSİK PARÇA

Astrid Krusse Jensen

"Hiçbir erkek sessiz söze yanıt vermeyi bilmez..."

Christian Bobin

YAŞAM KESİKLERİ


"Rate dedikleri, beyin pekliği çeken kişidir. Bu kişi, bulduğu her şeyi okur. Durup dinlenmeden beynini amaçsızca doldurur. Sonunda beyne üşüşen onca bilgi, hiçbi çıkış noktası bulamaz.
Rate durduğu yeri bilmez, bu yüzden baktığı yer, her yerdir."

*
"Kavafis'e: Yalnız, yerinmeler değil, sevinmeler bile dengesiz, hatta öpüşler..."

*

Bir yazar ille övünmek istiyorsa,  yazdığıyla değil, yazmadığıyla övünmeli: yaşadığı şiirle.

*

"Enteller, entelektüellerin parazitleridir..."
*
Üsluptan şunu anlıyorum:
Bir gül ağacı iki de adam var.
Biri, eğilip kokluyor gülü
Öteki, koparıp kokluyor.

Yaşamda da böyle, sanatta da böyle.

*

"Şiir bir kuşbakışıdır.
Şiir için ağaç yok, ağaçlar vardır."

*

"Güzel" ya da "Çirkin" değil,
Rüzgârı olan kadın.

*

THEOPHRASTOS'A NOTLAR (İÖ IV.yy.)
SİNSİ: _ Negatif uyumcu. Zehirli bukelamun. Kendini baştan onaylayan zekâ. Başkasının ardından kazdığı kuyunun, önünde olduğunu göremeyen aymazın kof gösterileri. Kurumlaşmış tin. Yapışık ikizi: kurnaz.
PALAVRACI: _ Yaşamın ucuz anarşisti. Sözcüklerin fırlattığı bomba-bumerang. Kinik soytarı. Sürekli bun.
İŞGÜZAR: Personasız benlik. Mekânsız tin. İçeriksiz ölüm. Tehlikeli oyuncu.
KENDİNİ BEĞENMİŞ: Mutlak peşinde özne. Kolluk: Sürekli korku. Fiyakası: Yalnızlık.
MEMNUNİYETSİZ: _ Yetişimsiz özne. Nesneyi hiçleyen. Yapışık ikizi-narsist. Son aşama: Hiper-kritisizm.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Aurora Borealis


"Gerçek her zaman aynı yere döner" 

Lacan

Abisko Ulusal Parkı, İsveç
by, Chad Blakley



2 Ocak 2015 Cuma

KÖTÜNÜN İYİSİ


"Ehvenişer denilerek bazı kötülüklerin sineye çekilmesi, bilinçli olarak kötülüğün kendisinin kabul ettirilmesinin bir aracı olarak kullanılıyor."

H. Arendt,
"Wass heisst persönliche Verantwortung unter einer Diktatur, Berlin, 1989.