26 Şubat 2015 Perşembe

Madonna Delle Arpie



bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalandır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca yeislerinden herşeyi bırakıp kaçarlar. halbuki mümkün olanla kanaat etseler hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. herkes tabi olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır. 

Sabahattin Ali


24 Şubat 2015 Salı

Fırtına


uzatıyorum boynumu kalbinin üzerine
kanlı bir fırtına sinsice yürüyor
parmak uçlarıma  

semiha kavak

20 Şubat 2015 Cuma

Rüyalar


Rüyalar varlıkların özünü zihnin gerçekliğine armağan ederler.
Kişi, böylece rüyada kendi gerçekliğini aşar.
Hakikati, bu aşkın gerçekliğin sınırlarında aramak gerek.

Ruh, varlık bulduğu bedene can katar ancak kendini de onunla sınırlar. Bedenden ayrılıp özgürleştiğinde terkettiği bedenini tüm yalın haliyle görür. Beden onun için bir yığındır artık. Gerçeklik arayışında ruh bedeni terketme arzusuyla yanıp tutuşur. İnsan, rüyalarıyla bu gerçeklik diyarında sınırsızca yol alır. Rüyalar ise öbür alemin sınırlarını aşamaz. Oysa hakikatin sınırın ötesinde olduğunu hisseder ve ötenin ötesi olan asıl yurda geçiş tek özlem olur.

Semiha Kavak

heaven & earth


"Bir yara ancak başkasıyla vardır
Her yara diğerine tutulmuş karanlık bir aynadır!"

19 Şubat 2015 Perşembe

İMGEDEN GÖRMEYE


“Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.
“Görme konuşmadan önce gelmiştir.” Bu yargıya sahip olan Berger, görmenin sözü doğurduğu üzerinde ısrarla dururken aslında görme olmayınca, düşünme, yorumlama, betimleme de yapılamaz demeye getirmektedir.
“Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez.” Sözünde de bunu ısrarla vurguladığını görmekteyiz. Demek ki görme düşünmenin, yorumlamanın, betimlemenin, kısaca bütün kavramsal eylemlerin yaratıcısı, besleyicisi ve değiştirip dönüştürücüsüdür.
Batı pozitivizmi anlamayı ve tanımayı görmeye odaklamıştır. Bu mantığın temel sorunsalı görmediğini kabul etmemeye dayanır ki, bu da görmenin anlama ile organik bağını koparan bir anlayışa sahiptir. Batı hala bu düşünce içindedir. Oysa görme, hem apaçık oluşuyla hem de gizli ve kapalı yanlarıyla bir bilinmezlik taşır.
Bu düşüncenin Batı’daki temsilcisi Berger’in Görme Biçimleri’ne dikkat kesilmemiz Batı’nın akılcı katı gerçeğini daha iyi görmemize olanak sağlar.  Batı’nın modernizm putuna karşı verdiği mücadelenin idollerinden birisi olan Berger, kitap boyunca görmenin Batı’daki biçimleriyle savaşır.
Yaşam içerisinde görme ile birlikte algılama, tanıma, anlamlandırma yetimizi geliştiririz. Gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışırken de içinde bulunduğumuz kültürün, eğitimin, yaşama bakış açılarımızın etkileriyle bir biçim oluştururuz. Görsel imgelerimiz bu biçimler doğrultusunda oluşur.
Bir imge yeniden yaratılan görünümdür. Başlangıçta varolmayanı canlandırmak amacıyla yapılan imgenin zamanla canlandırılandan daha kalıcı olduğu anlaşıldığında imgenin eski ve yeni arasındaki düşünce, inanç, kültür farkları da çeşitli görme biçimleriyle böylelikle irdelenerek ortaya konmuş olur.
Görme Biçimleri’nde John Berger’in en çok üstünde durduğu nokta imgelerin özde aynı kaldığı, değişenin ifade ve görme biçimi olduğuydu.
Berger, büyük bölümü görsellikten oluşan klasik nitelikli Görme Biçimleri adlı eserinde gizli kalan, kapalı, anlaşılmaz ya da batınî olanı insanlara açarken, insanın sıradan görme biçimlerini alt üst ederek sıradışı algılayışlara kapı aralamıştır. Bu Batı pozitivizminde olmayan bir bakış açısıdır.
Batı algılayışında görmenin bir yaratım biçimi olması imgeleri “görme”ye hapseder. Hapsedilen imge yalnızca bilgiyle şekillenir, fakat bu bilgi Batı’da pozitivist bilgidir. Yani neden-sonuç ilişkisine bağlı çelişmezlik ilkesi olan kurallı, görülebilen, elle tutulabilir somut olan gizlisi olmayan bir bilgi.
Doğu dünyasında ise bilgi bütün bunların yanında gizil olanı da içinde barındıran metafizik boyutu olan, bir “görme biçimi” teklif eder. Batı rasyonalizmi ise bu algıya ancak sürreal resimle başlayabilmiştir.
Realizm öncesinde ise romantizmin beslediği ana bilgi damarı olarak aydınlanmanın hışmına uğramıştır. Batı’nın romantizmin kıymetini bilemediğini Berger’in kitabı okunduktan sonra çok daha net anlaşılabilir.
Çünkü romantizm insanın çok boyutlu dünyasındaki serüvene çıktığı zaman o çok boyutluluğun gerektirdiği bütün görme biçimlerini önemser ve ciddiye alır. Aydınlanmanın romantizmi karanlıkta bırakan yapısı, boyutsuzluğu Tanrı-insan’ı yaratırken onun eşyaya, doğaya hatta kendine bile yabancılaştığını ve böylece görme biçimlerini rencide edici şekilde hadımlaştıran bir yapıya da bürünmüştür.
Resimli denemelerin yer aldığı kitapta, bazen dikkati anlatılmak istenenden farklı yere kaydırmamak için yayımlanan imgeler üzerine hiçbir bilgi verilmemiştir. Bu görmeye dair kasıtlı bir biçim denemesidir kitabın. Bir kısmında ise hem sözcükler hem de imgeler yer alır.


Kitap boyunca sözün imgeyi değiştirdiğine dair o kadar çok örnek sıralanır ki bütün bu örneklerin Batı resminde bir derinlik sağlayabildiğini fakat kültürüne bu biçimlerin ve derinliğin asla yansımadığını görmek oldukça şaşırtıcı.
Van Gogh’un intihar etmeden önce ekin tarlası ve kargalar isimli tablosunu örnek gösteren Berger, renk cümbüşü içerisinde mısır tarlasının ve kargaların melodik dansıyla bir görsel şölen sunar. Fakat sayfayı çevirdiğimizde Berger’in o hin, kışkırtıcı ve görme algımızı küçümseyen ve balyoz indirircesine sarsıcı kurgusuyla karşılaşırız.
Nedir o kurgu?
Tablonun altındaki nottur:
“Bu Van Gogh’un kendini öldürmeden önce yaptığı son resimdir.”
Ve hemen ekler Berger; “Sizce söz imgeyi değiştirdi mi?”
Bu, bilginin de görmeyi değiştirebileceğini gösterir. Bilgi nesneye atıf yapar onunla olan yakınlığı belirler. Bütün yargıları, fikirleri, açıları değiştirme potansiyeline sahiptir.
Bu bakış açısı bilginin görmenin de önüne geçerek imgeyi farklılaştırdığını, başkalaştırdığını, dönüştürdüğünü, değiştirdiğini, karmaşıklaştırdığını ve saydamlaştırdığını gösterir.
Bilgi , sonradan kazanılan bir olgudur. Birey kendi  çabaları ve girişimleriyle bilgiyi elde edebilir. Bilginin elde edildikçe büyüyen boyutu çabaların da hangi oranda yüksek olduğunun  bir göstergesidir.
İnsan bir bilgiye yönelmek istediğinde önce o bilgiyi istediği için üzerinde düşünmeye başlar. Mesela bir çocuk bir nesnenin ne olduğunu sorduğunda onunla ilgili soru, o nesne ile ilgili bilmek istediği ayrıntıları içerir. Bir kediyi görüp de “Bu nedir?” diyen çocuk kediye dair bir bilginin isteği içerisindedir.
Ve verilen cevap (bilgi)  çocuğun o nesneye bakışını da şekillendirir.
Düşünmek kişiden kişiye değişir. Kişinin bunu içsel olarak içinde mesele edinip harekete geçirmesi gerekir. Bu süreç bilinçli bir süreçtir.
Bilgiye ne kadar bilinçli bir gidişat sağlanırsa bu yöneliş bireyi mutlak olan sonsuzluğa götürür.
Mutlak bilgi görmeyi nasıl etkiler?
Felsefi alandaki düşünürlerin teorileri (Kant, Laplace, Newton) fizik ve metafizik alanlarının açıklanmasında bugün eski sağlam zemininden yoksun kalmıştır. Ancak kendi dönemlerine ilişkin açıklamaların etrafında dönüp durulmakta mutlak hakikate ulaşmada bu teoriler her zaman doğru bilgiye gidebilmede yetersiz kalmaktadır. Her ne kadar mutlak bilgiye ulaşmada vesile olsalar dahi bir türlü nihai hakikate bağlanamayan teorilerdir. 
Mutlak bilgi iyi olan tüm hasletlerin ve görme açılarının pür gerçekliğidir.
Semiha Kavak 



Enkazdan Kalanlar


Sahneye çıktığımda henüz ilkokuldayım, on bir yaşından fazla olamazdım, kravat takmama imkân yoktu, tıraş da olmuyordum; ama kumaş pantolonların önlerindeki ütü çizgilerini takip ederek toprağa ulaştığım zamanlardı, iyi hatırlıyorum. Sahnede ışık yoktu, okul koridorundan sahneye ulaşmaya çalışan ışıklar vardı, bunların çoğul olmalarına ben takılıp kalmıştım; sonrasında, o takıntımdan kurtulabildiğimi hatırlamıyorum, kurtulduysam da bana kimse kurtulduğumu söylemedi. Karşımızda yüzlerce insan vardı. Okul bir anda önemli bir hâle gelmişti; okulu bir anda ben önemli bir hâle getirmiştim. Oranın, yani adına en çok ora olmanın yakıştığı oranın, en kötü okuluydu benim okulum, kötülüğü insanlarından gelmiyordu elbet, fizikî şartlarından da gelmiyordu; kötülük ona bahşedilmiş bir sıfattı. Bir iyinin olduğu yerde elbette kötünün de bulunması gerektiği için kötüydü. Kaymakamlık binasında hep ikinci katlarda bulunan ilçe milli eğitim müdürü tarafından atanmış bir kötülük olmalıydı bu. Bürokrasiye aşinaydım, bürokratik yollardan dünyaya gelmiştim, bürokrasi kanımda vardı benim; huzur denilen olgunun atfedilen bir kötülükten kaynaklanabileceğini o zamanlar da düşünüyor oluşum şimdi şaşırtmıyorsa beni, kanımda bürokrasi kanı olduğundan olmalı bu durum. Sahne düzenini hazırlayan öğretmenler değildi, onlar böyle boş şeylerle uğraşmazlardı; öğretmenler odasında sigara içerlerdi meselâ, meselâ okul bahçesinde avuçlarının içine sakladıkları sigaralarını içerlerdi; ilkokul beşinci sınıflar niye sigaraya meraklılarsa, öğretmenler de o kadar meraklıydı ilkokul beşinci sınıfların niye sigara içtiklerine. Sahneyi biz hazırlamıştık demekten imtina ediyorsam, elbet sahneyi o zaman için beğendiğim anlamına gelmez. Sahneden etkilenmiştim. İzleyicilerin gözlerinin içine bakacak bir fırsat veriyordu bu bana. Çünkü ben okulu önemli hale getirmiştim. Başarılarım, evet, benim başarılarım, kimseyle paylaşmadığım, aileme bile göstermediğim başarılarım vardı benim. Bilgi yarışmaları benden soruluyordu ve ben bana sorulan bütün soruları eksiksiz cevaplıyordum. Bana dört tane büyük boy defter hediye etmişlerdi, ilk katıldığım bilgi yarışmasından sonra. Yarıştırılacak en önemli şeyler bilgiler olmalı muhakkak diye düşünmüş olmalılar. Yoksa böyle bir şeyi öğrenciler akıl etmez. Öğrenciler asla bilgilerini yarıştırmak istemezler. Öğrenciler akıllıdır ve bilirler ki tehlike, bilginin ışığa çıktığı yerde boy verir. Öğrenciler, adamakıllı sözler duymak isterler yoksa Nil Nehri'yle ilgili uzatılsa ucu erotizme varacak imgeler duymaktan rahatsızdırlar. Sahneye ilk çıktığımda henüz izleyiciler, yani vali, kaymakam, il milli eğitim müdürü, ilçe milli eğitim müdürü, diğer okulların müdürleri, benim okulumun müdürü, müdür yardımcıları, öğretmenleri, müstahdemleri ve diğer izleyiciler, yani öğrencilerin velileri henüz gelmemişlerdi. Boş sandalyelere karşı gözlerimi dikip, içimde yanıp tutuşan ateşi o sandalyelere fırlatmak istemiştim. Kıpkırmızı olmuyordu yanaklarım, utançtan arınmış bir çocuktum daha o yaşlarda. Ev sahibimizin üç kızı vardı ve birbirinden güzellerdi. Benden oldukça büyüklerdi, ama sürekli onların yanındaydım, onlara çözemedikleri matematik sorularını çözmede yardımcı oluyordum ve onlar da bana... Tüm teşvikler bana akıyordu. Devlet planlama komisyonu bile böyle tek yönlü teşvik raporu hazırlayamazdı. Emine abla vardı, onların anneleri, onların devlet başkanı, onların patronu. Teşviklerin el altından verilmesine asla göz yummazdı, ama bilmiyordu, belki de bilmek istemiyordu. Bahçedeki meyve ağaçlarının altında oyundan önce son teşvikimi almıştım Nagehan’dan. Nagehan en güzelleriydi. Dünya Nagehan için yaratılmış, demişti annem bir keresinde. Şimdi düşünüyorum da, o zaman, karanlık bir şeyler görmüş olmalı annem, ben görmedim karanlık bir şeyler. Gördüğüm her şey apaçık bir aydınlıktaydı ve ıslaklık yoktu hafızama musallat olacak. Sahnede, kendi etrafımda dönüyordum. Oyunumu sahneleyene kadar oyunu aklıma getirmemeye çalışıyordum. Bunda başarılı oluyordum. Ben her türlü isteğimi yerine getirmede aklıma başarıyla hükmetmiş bir çocuk olarak biliniyordum. Beni bilmiş olmaları hoşuma gitmiyordu. Sırlarım vardı ve bunlar da bilinmiş olabilirdi. Annem, ellerime baktığında ellerimin nerelere değmiş olabileceğini bilebilirdi. İki kere bilmek demek bir fiilin içinde... Öyleyse kat'i surette bilinmiş olmak demekti bu. Sahnede ayakkabıyla oynayacak olmamı yadırgamıştım. Bir odada olacaktık, ama odanın pencereleri yoktu, ben bunu da yadırgamıştım. Nasıl düşünememiştim sahneyi hazırlarken bu eksikliği. Oysa ışık yoksa doktor vardı. Nur içinde yatsınlar vardı. Yerin altına girip, orada kendini ibadete vermiş Yesevî vardı. Ben yoktum. Ben ışıksız odalarda yoktum. Benim dışımda herkes vardı ışıksız bir odada. Lambalardan nefret ediyorum. Akşam oldu mu, gündüz ışığı bitti mi, o zaman uyumalıydım, fakat asla lambaları açmamalıydım. Oysa bu oyun gündüz de oynanabilirdi ve ben niçin onun şimdi akşam saatinde oynandığını anlayamıyorum. Bu garez nereden kaynaklanıyor, anlamıyorum! Bilgi yarışmasında iyi ki bunu sormamışlardı bana. Bana sordukları elli sorunun hepsine doğru cevap vermiştim, ama bunu sorsalardı bilemezdim! Anneme bakardım, bu soruyu eğer bana sorsalardı. Her zaman yaptığım gibi, eğer bilemediğim bir soru olursa anneme bakardım ve annem benim bilemediğim sorulara dikkatle eğilirdi. Derdi ki, bunlar tahsilinin en önemli parçası. Hayır anne, diye bağırmak isterdim, ama bağıramazdım çünkü tükürük daha balkonda kurumadan ben eve dönmek zorundaydım. Bu nasıl insafsız bir zaman tasnifi? Gazali bile daha insaflıydı eylemleri ve zamanı tasnif ederken. Ama insanları tasnif ederken annem Gazali’den daha insaflıydı. Annem hiçbir zaman esirlerle ilgili kötü konuşmazdı. Gazali kötü ve saçma şeyler söyleyebilirdi. Annemi bu yüzden Gazali'den daha fazla seviyordum. Anne, derdim, anne bu sorunun nasıl çözüleceği hususunda bana yardım eder misin? Annem, baştan savılmış çocukların ilerde büyük belalara yol açacağını çok iyi bildiğinden beni asla başından savmazdı. Ben, annemin dediğine göre, onun başının tacıydım. Annem eğitimden asla hoşlanmazdı, sevmezdi bu kelimeyi, "piç" derdi böyle kelimelere, "soysuz" yani asaleti bozuk derdi. Hayvanlar eğitilir, insanlar değil, derdi annem. İnsana yaraşan "tahsil"dir, derdi. Öfkemin içeriğini dolduran daha birçok şeyi babam hep gizliden gizliye kulağıma çalardı. Bana hediye ettikleri dört adet büyük defteri hiç kullanmadım. Sahnede bir babayı canlandıracaktım. Oyunu ben yazmıştım. Kahretsin ki, bu oyun yazmalardan nefret ediyordum; daha o zamanlar nefret ediyordum. Sınıf öğretmenim oyunu okuyunca koşa koşa annemin yanına gitmiş. Öğretmen hanım, demiş, şuna bakın! Annem yani öğretmen hanım almış eline oyunu, okumuş. Ufak tefek imlâ hataları dışında değişikliğe gerek yok, demiş. Benim sınıf öğretmenim yani annem olmayan bir başka kadın öğretmen olan öğretmenim, demiş ki, ama hocam görüyorsunuz, çok tehlikeli demiş, annem olan öğretmen hanım tekrar almış ve, evet kangren olmasaymış daha iyiymiş, çocuklar korkabilir demiş. Diğer öğretmen hanım yani benim sınıf öğretmenim olan öğretmen hanım da demiş ki, ama öğretmen hanım asıl korkuncu babanın intihar ediyor oluşu ve valinin karşısında böyle olur mu, demiş. Annem olan öğretmen hanım, oyunu benim öğretmenim olan öğretmen hanımın ellerinden çekip almış ve hadi sen dersine git demiş.
Ben bunları sonradan müdürden duydum. Oyun sahnelendikten sonra büyük bir alkış tufanı koptuğu için, vali müdürü çağırmış ve onun gıyabında beni tebrik etmiş. Aferin, ne güzel öldü, demiş. Ben hep güzel ölümler tasarlamıştım o güne kadar, ama en güzel ölümümü hiçbirine göstermemiştim.
Kızım kangren olmuştu benim yüzümden. Ellerini bağlamıştım... Yani ben kötü bir babayı canlandırıyordum sahnede. Ve eşim, eşime ne olduğunu niye hatırlamıyorum? 

Kadir Yılmaz

17 Şubat 2015 Salı

Kuyudan Konuşan Dua

ölümüne güzeldi yüzünde peçe gibi duran eğreti hüznü
ispinozları vardı, suratını buruştururdu kalpsiz romanların
kanadı kırık garip bir kuştu, biricik Allah yapmıştı yuvasını

sandalet giydirirdi Eylül’ün şımarık oğluna, gülüşürlerdi

şiir okşamaktan gelirdi, yeni gelindi yanakları şeftalimsi
cezalıydı hep, öfkeli babasını beklerdi tek ayak üstünde
meleklere mektup yazardı, morunu kuruturdu lavantanın

uysallaştırırdı azgın bir boranı, tufan saklıyordu suskusunda

küçük günahlarından utanırdı yaralıyken köşesinden
kalbinin
mezarlıkta gezer, çıplak muhacirlerle konuşurdu uhrevi
tuhaf ve gücenikti, bavulu üç dil bilirdi, bir de gidip
gelmesini

sadeydi, kederi çanak tutardı zalim ve zamansız bir yasa
oysa kuyudan konuşan dua gibiydi şehla gözleri…


Ayten Çolakoğlu
Ayna İnsan Sayı:10

Şair de Şiir de Kozmopolittir






“Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi
temsil eder.”
John Ciardi

Ayna İnsan’ın ilk sayısından itibaren gerek mizanpajı, gerek kapak tasarımı ve derginin içeriğine yönelik aldığımız olumlu geri dönüşler, samimi olduğundan hiç kuşku duymadığımız özeleştiriler bizi her geçen gün daha iyi bir dergi hazırlamaya teşvik ediyor.
Bu tespiti yapma ihtiyacı niçin hissettik?
Çünkü Ayna İnsan’ın tek derdi sadece önyargısız edebiyat ve şiir. Çünkü biz şiirin yalnızca belirli kesimlerin, ya da kanonların değil tüm insanlığın ortak mirası olduğunun, şiirin tek bir düzlemle sınırlandırılmasının şiirin yapısına, şairin düşünsel özgürlüğüne zıt düşeceğinin bilincindeyiz ve bu mirası da sadece lafla değil Ayna İnsan’la şiir, inceleme, deneme, öykü paylaşan herkese kapımızı açık tutarak, geleceğe taşımak ülküsündeyiz. Bu ülkü, bizi şiire evrensel bir aynadan tarafsız bakmaya yöneltirken, şiirin iç omurgasını oluşturan düş ve gerçeğin bir tür dışavurumunu yansıtan insanın vicdanı tarafını da dosdoğru görmemizi sağlıyor. Yeri gelmişken soralım. Şiire dışarıdan müdahale edilebilir mi? Yani herhangi bir edebiyat dergisi kendisiyle şiir paylaşan şairlere; şiirde tema olarak hangi konuları yazması gerektiğinden tutun, başka dergilerde şiir yayımlamaya kısıtlama getiren tavırlara varıncaya değin bir dizi kuralları dikte edip, şairin vicdanında daraltmalar yapma hakkına sahip midir?
Evet; ortak bir hayat felsefesi, aynı dünya görüşünü paylaşan insanların bir oluşum etrafında toplanarak yazmaları, yazdıklarını yayımladıkları dergiler aracılığıyla okurla buluşturmaları olağandır. Fakat söz konusu şiir olunca hiç kimsenin bir şaire neyi nasıl yazacağını, şiirde içerik olarak neyi tercih etmesi veya etmemesi gerektiğini dikte etmeye yönelmesi, paylaşılan şiir hakkında ideolojik önyargılar sergilenmesi hiçbir dergi editörünün haddine olmasa gerektir.
”Goethe’nin dostu Eckermann’a yazdığı mektupları ve “Dünya Edebiyatı” (weltliteratur) kavramını anımsayalım. Goethe 31 Ocak 1827 tarihli mektubunda şöyle diyordu: “Şiir sanatının insanlığın ortak varlığı olduğuna ve her yerde bütün zamanlarda kendini yüzlerce insanda açığa vurduğuna gittikçe daha çok tanık oluyorum.
Bu durumda herkes şiirsel yeteneğin öyle pek ender bir şey olmadığını, dolayısıyla iyi bir şiir yazabilmiş birinin bunu fazla büyütmesi için bir neden bulunmadığını söylemek zorunluluğunu duyabilir. Ancak biz Almanlar bakışlarımızı kendi çevremizin dar sınırları dışına çevirmezsek eğer, bu dar görüşlülük ürünü düşünceye kolaylıkla saplanıp kalabiliriz. Bu nedenle ben, bakışlarımı yabancı uluslara isteyerek çeviriyorum ve herkese de böyle yapmasını tavsiye ediyorum. Artık ulusal edebiyatın söyleyebileceği çok şey kalmamıştır. Dünya edebiyatının zamanı gelmiştir ve şimdi herkese düşen, bunun yaşanmasını kolaylaştırmaktır.” Kısaca şiir bağnazlığı kaldırmaz. Çünkü şair tüm insanlığa seslenir. Bu sebeple, düşünürken de, yazarken de kozmopolittir ve muhatabı da bütün evrendir.
Neticede kendi şiir algılarıyla kurdukları kast’ı; dillerinden düşürmedikleri özgürlük, hümanizm, kardeşlik, inanç, demokrasi, insan hakları gibi kavramlarla gizleyerek şiirin bilirkişisi olmaya soyunan oluşumlar, kendilerini edebiyatın ve şiirin merkezi yerinde konuşlandırarak, gençlere neyi, nasıl yazıp yazmayacaklarını öğütlerken Muhammed İkbal’in şu sözlerini hiçbir zaman unutmasınlar:

“Tek bir birlik daimî ve kalıcıdır. O da insan kardeşliğidir ki ırk, milliyet, renk ve dil farkının üstündedir. Sözde demokrasi, lânetli faşizm ve ahlâksız sömürgecilik paramparça olmadıkça, insanın kendi davranışlarıyla tüm dünyayı Tanrı’nın evi saydığını ispatlamadıkça ve ırk, renk, coğrafi milliyetçilik duygularını ortadan kaldırmadıkça mutluluk ve refah, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin güzel ülküleri elde edilemez”

Şiirde böyledir. Daimî ve kalıcı, dünyevî her şeyin üstündedir.

Ayna İnsan Sayı: 4


16 Şubat 2015 Pazartesi

Reis Bey


Ben diyorum ki; her fert başucuna, ‘Suçlu benim! Herkes suçsuz!’ levhasını asmalıdır! Ben diyorum ki; yegâne kurtuluşumuz, herkesin herkesi affetmesindedir! Daha ötesi kanunların sorumluluğuna girer. Ama görüyorum ki anlatamıyorum… Hissediyorum ama anlatamıyorum! Çocuk ‘Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz!’ dedi. Ağladıkça anlıyorum. Ağladıkça anlıyorum!

Artık bütün mantık hesaplarımı kaybettim! Hem de öylesine kaybettim ki, Amerika’da bir cinayet işlense de dünya çapında bir ses sorsa, ‘Katil kim?’… ‘Benim!’ diye haykırabilirim!

Soğuk kış geceleri köprü altında yatan çocukların vebali benim boynumda!

Ben ne yaptım! Uykuda, baygınlıkta, annemin karnında, babamın kanında hangi cinayeti işledim! Hangi mukaddesi kirlettim ki, kendimi gelmiş gelecek bütün fenalıkların tek sorumlusu biliyorum! Dışımda ne arıyorlar! İçime doğru suçluyum ben! Bir de kalkmış, belki kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi sarar diye tımarhanelik bir hayalin peşine düşmüş gidiyorum…”


Necip Fazıl


Yılların Soldurmadığı Bir Tören


Bilge Karasu'nun sevinin yazılmazlığına yenik düştüğü bir vakitte kaleme aldığı sözler bunlar. 
Bir geçmişi anlatmak, bir geleceği düşlemenin ötesine geçebilmek...

Sevişme bir törendir. Yılların soldurmadığı bir tören,  birçok kişi için.

"Sevi, iki kişinin biraraya gelerek tanıma, betiye sığmaz bir dünyanın yasalarını uydurup uygulamasıdır."

Sevi yaşanmakta olandır.
Sevi ile özgürlük birbirini azdırır, birbirini yokedebilir.
Sevinin zamanın geçişine dayanamadığını sanabiliriz.

Oysa özgürlükle bağdaşmasının da, zamana dayanmasının da olanaklı olduğunu öğrenebildim sonunda. Olanaklı; yeter ki...

Her "yeter ki..." gibi dile kolay ya, yeter ki o seviyi yaşayanlar, onu yaşadıklarını sanmanın ötesine geçebilecek ölçüde birbirini seveler, sevebileler, onu yaşamanın gerektirdiği özveri, özgeçi ile özgürlüğün hakkını verebileler. Şuncacık olsun hak geçmesine, yenmesine, izin vermeksizin.
Kolay değil belki, ama sevinin nasıl bir tansık olabileceğini o zaman kavrar, bu tansığı yaşarız.
Sevinin yaşanması ile sevişme aynı kişilerde buluşur da buluşmaz da. İkisi için de kişilerin birbirini çok iyi tanıması gerek. Tanımanın gerektirdiği emek, süre, gönül gücünün  ilişkiyi soldurmasına meydan vermemeli. Bu sırra ermek bir yaşam boyu sürebilir de. Yılmamasını bilmeli.

12 Şubat 2015 Perşembe

10 Şubat 2015 Salı

Yeni Gelenler'den Seçtiklerim




“Bunu henüz anlamıyorsun. Henüz değil, henüz değil. Hazır değilsin. Sana vereceğim hediyeyle dayanıklı olacaksın. Ama bu bizim son gecemiz ve tüm korkularını, karabasanlarını ve proleter kent kızı terörünü içinden çekip almam lazım. Yeni şeylerden korkmak için yer açmalısın. Seni kendi devrimimle baştan yaratmalıyım. Ne beyaz ne kırmızı, ama siyah.”

Catherynne M. Valente
Monokl





Erkeğini arzulayan, kucağını uyandırıp açacaktır muazzam zevklere,
Odasının mahrem gölgesi ardında: kendisinden mahrum edilense
Zevkli neşelerin, unutacaktır hasıl etmeyi ve yaratacaktır aşıkane bir suret,
Perdesinin gölgeleri arasında ve ketum yastığının katları altında.

İşte buraları tam da dinin meskenleri değil midir, ölçülülüğün ödülleri,


William Blake
Pinhan






"Rüya, çoğunlukla inanıldığı gibi rasgele ya da anlamsız
çağrışımlar veya pek çok yazarın düşündüğü gibi uyku
sırasında meydana gelen somatik duygulanımların bir sonucu
olmaktan çok uzaktır. Rüya, psişik etkinliğin özerk
ve anlamlı bir ürünüdür ve diğer bütün psişik işlevler gibi
sistemli bir şekilde incelenebilir. Rüyaların sebebi, uyku sırasında
hissedilen organik duyular değildir; bunlar rüyanın
oluşumunda ikincil öneme sahiptir ve sadece psikenin etkilendiği
unsurları (malzemeyi) oluştururlar. Freud’a göre
her karmaşık psişik durum gibi rüya da amaçları, geçmişe
dayanan çağrışımları olan bir oluşum, bir üründür. Ayrıca
düşünülerek yapılmış her hareket gibi mantığa dayanan bir
sürecin, farklı eğilimler arasındaki rekabetin ve bir eğilimin
diğeri üzerindeki zaferinin sonucudur. Yaptığımız her şey gibi rüya görmenin de bir anlamı vardır." s.11
Pinhan






"Her aşkın sona erişi, gerçekte, hiçbir zaman sahip olamadığımız kaybıyla gerçekleşir."


"Bizim için önem taşıyan her şeyin ötesinden olduğundan kavuşmak imkân dahilinde değilmiş gibi gözüktükçe bizi çeken ötekine, sanki bize rağmen,  zorunlu olarak bağlayan şeydir tutku."*

*Blanchot s.46 47

"Metinle okuyucu arasında, yalnızca cümleleri anlamak gibi basit bir algıyı aşabilecek, neredeyse aşklarınki gibi bir işbirliği gerekiyor." s.74



[...]


"İnsan bir kere sever, sonrasındaki tüm sevmeler bu ilk sevmenin hatalarını onarır."


Semiha Kavak

Geride Kalan



Kim demiş her şey kayıplara karışacak diye? 
Kim bilir, belki de uçuşu kalır 
İncittiğin bir kuşun 
Ve çiçekler kalır belki de, 
Köklerinden ayırmadan öptüğümüz.
Bir işaret değil bu son kalanlar, 
Çünkü seni yeniden kuşanacak 
Altından bir zırh -yüreğinden diz kapaklarına kadar- 
Ve nasıl safkan bir savaştı ki 
Senden sonra bir melek giyiniyor adını.

Rainer Maria Rilke
(Çeviri, Kadir Yılmaz)

Ayna İnsan Sayı:16

6 Şubat 2015 Cuma

Adımlar


"Sadece acı tanır kendini, başkasına bir şey bırakmadan..."
Semiha Kavak

...


Görülmeden Görmek






Perde çekildiğinde
Kaybolur içindeki sır dağı
Görünür olanla yetindiğinde kalp
Kara bir bulut olur gökyüzü
Tükenir umut

Semiha Kavak

4 Şubat 2015 Çarşamba

Coşkunluk ve Suskunluk Sarmalında Lili'nin Dirilişi


“Lili”, otantik bir Sezai Karakoç şiiri. Öyle bir şiir ki bu, okudukça daha fazla içine çekiyor insanı. Her seferinde farklı bir şaşkınlık yaşıyoruz, afallıyoruz biraz. Anlamaya çalışıyoruz, lakin bir şeyler hep eksik kalıyor. “Nasıl bir şiirdir bu?” “Ne var bu şiirde?” “Neden Mona Roza gibi tokluk hissi vermiyor da tam tersine daha fazla acıktırıyor bizi?” Sorular çoğalıyor zihnimizde.

İlk okuduğumda biraz etkilenmiştim, itiraf etmeliyim fazla değil biraz. Sonra tekrar tekrar okudum bu şiiri. Her okuma yeni bir okumayı davet etti. “Kan kesilince damardan sıcak sımsıcak kelimeler boşandı” der ya İsmet Özel, aynen onun gibi aşkın poyraz ikliminde aldatıcı bir serinliğin yakıcı dizeleriyle karşılaştım. Hüznün bedenlenmesi, aşkın masumiyet çığlığı, ayrılığın imkânsızlığı, yeniden kavuşmanın heyecanı… Bu şiirde bütün bunları yakalamak mümkündür, ancak yine de her okuma bir şeyleri ıskalama duygusu uyandırır. Belki de budur çekici kılan Lili’yi.

Şiir dili yaratıcıdır, şairin nev-i şahsına münhasırdır. Bununla birlikte kimileri ilk okuyuşta “Bu da neyin nesi?” duygusuna kapılabilir. Eğer şiirin “ne”liğine ve “nasıl”lığına ilişkin katı kalıplarımız varsa “Lili” fazlasıyla yorar bizi. Dahası her kim “Şiir şöyle olmalıdır.” diye bir stereotip geliştirirse Lili kırar atar o stereotipi.
Şiir sesi, bu bağlamda ritmi, müzikalitesi ve seyyâliyeti ikircikli duygular bırakır insanda. İlk anda gözümüze ve kulağımıza çarpan aşırı redif-kafiye yükü sanki şiiri boğuyormuş gibi görünse de, yanıltıcı bir durumdur bu. “Besbelli” “yok mu” ve “Lili” sık sık tekrarlanır. Hatta bazı dizelerin aynen bazılarının da çok küçük farklılıklarla tekerrür ettiği görülür. Fakat şiir hâlâ dimdik ayaktadır. Aslında bu tarz Kur’an-ı Kerim’de var olan redif-kafiye sisteminin Lili’de hayat bulmuş şeklidir.

Lili’nin bizi en çok etkileyen tarafı sinema ile şiir arasındaki ilişkide gizlidir. Yurt içinde ve yurt dışında roman ve hikâye başta olmak üzere pek çok edebi ürünün beyaz perdeye aktarıldığını biliyoruz. Az sayıda da olsa sinemaya ilham kaynağı olan şiirler de mevcut. Örneğin “Fahriye Abla”. Ahmet Muhip Dıranas’ın bu şiiri 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak “Lili” bu düzlemden konuşmuyor, karşı kıyıdan sesleniyor. Bir sinema filmi somutlaşıyor şiirde. Burada “somutlaşma” kavramını özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü bu kavram ikinci yeni şiirinin en bariz özelliklerinden birisi, hatta olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lili’yi anlamanın en iyi yolu, kuşkusuz yönetmenliğini Charles Walters’ın yaptığı 1953 Amerikan yapımı “Lili” isimli sinema filmini izlemekten geçer. Başrollerde Leslie Caron, Mel Ferrer ve Jean Pierre Aumont’un oynadığı müzikal bir dramdır bu.

Filmin karakterleri oldukça etkileyicidir, hikâyesi de. Aynı şeyi Lili’nin öyküsünü 1954’te dizeleriyle canlandıran Sezai Karakoç’un şiiri için de söyleyebiliriz.

Filmin başkahramanı Lili sarı saçlı, temiz kalpli, masum, ziyadesiyle utangaç, on altı yaşlarında oldukça güzel bir kızdır. “O küçük bir çan gibidir” der Pool, “Nasıl vurursanız vurun o saf bir ses verir.”
“Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili’nin
Lili’nin yağdan kıl çekercesine inanışı,
Lili’nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu?”
“Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili,
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili”
Babasının ölümü üzerine şehre gelen Lili, hayatını devam ettirebilmek için kalacak bir yer ve iş aramaya koyulur. O sırada şehirde kurulan “Cabaret de Paris” isimli bir sirkte çalışan yakışıklı sihirbaz Markus ile tanışır. Bu durum onun için güzel bir iş imkânıdır. Sirkte garson olarak işe alınır, böylece yeni bir dünyaya yolculuk başlar.
“Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allah’ınsa Lili de o kadar Allah’ın Lili”

Lili hem sihirbaz Marcus’a hem de onun yaptığı gösterilere hayrandır. Kutunun içinden çıkan mendilin şekilden şekle, renkten renge girişini şaşkınlıkla izlemektedir. Ancak bu izleyiş onun işten kovulmasına sebep olacaktır. Çünkü Markus’un gösterilerini uzun süre seyre dalınca görevini layıkıyla yapamaz hale gelir.
Lili yakışıklı sihirbaz Marcus’a âşık olmuştur. Ancak bu, tek taraflı bir aşktır.
“Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdar’dan geçerken bulduğun mendil”
Üsküdar’dan geçerken bulunan mendil, aşka davet bildirir, hâlbuki sihirbazın mendili sadece bir aldatmaca, sadece bir illüzyondur. Markus’un şekilden şekle, renkten renge bürünen o mendili ilan-ı aşk içermemektedir.
Lili’ye gönlünü kaptıran sihirbaz Markus değil kuklacı Pool’dür. Dıştan bakıldığı zaman kaba saba, sevimsiz, öfkeli ve oldukça sert bir görünüme sahip olan Pool savaşta yaralanıp sakat kalmadan önce çok iyi bir dansçıdır. Ancak sakatlanınca dans edemez olmuş, geçimini sağlamak için sirkte kukla oynatmaya başlamıştır. Belki de öfkesi ve kızgınlığı bu yüzdendir. Durumu kabullenmekte zorlanmaktadır. Karşıt tepki geliştirme savunma mekanizması kullanarak “içi başka, dışı başka” bir görüntü vermektedir. Gerçekte müşfik, adil, dürüst ve iyi niyetli bir insan olmasına rağmen bütün bu iyi özelliklerini bastırmakta, dışarıya sert mizaçlı, küfürbaz ve kaba bir insan görüntüsü vermektedir. Belki bu da bir dikkat çekme biçimidir. Kuklaları çok güzel oynatmaktadır. Bu işte oldukça ustalaşmıştır. Bedensel eksikliğini mesleğini icrada profesyonelleşerek ödünlemektedir.

Lili’nin işten atılması umutsuzluk ve depresyon halini beraberinde getirir. Hatta intihar etmeye karar verir. Hayatın anlamını kaybetmiş gibidir. Çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Tam o sırada perdenin arkasından Pool’un oynattığı havuç kafalı kukla görünüverir ve Lili’yi yanına çağırır. Lili kuklayı oynatanın kim olduğunu bilmemektedir. Bununla birlikte Lili ile kukla arasında sıcak bir dostluk, samimi bir sohbet başlar. Bir insanla cansız bir kuklanın konuşmaları Markus başta olmak üzere sirktekilerin ilgisini çeker. Lili yeniden işe alınır. Ancak bu sefer yapacağı iş garsonluk değil, kuklalarla konuşmaktır. Bu bir gösteriye dönüşür. Lili her akşam seyircinin karşısına kuklalarla konuşan birisi olarak çıkar. Lili oldukça mutludur, hatta belki de onun en mutlu anları kuklalarla konuştuğu zamanlardır.

Lili, âşık olduğu Marcus’un evli olduğunu öğrenince işten ayrılmaya karar verir. Bavulunu eline alıp sirki terk etmeye hazırlanırken kuklalar ortaya çıkar ve Lili’ye seslenir: “Bize veda etmeden mi gideceksin? Bizi de yanında götür” diye yalvarırlar.
“-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili”
Tam da bu sırada dikkat çekici bir sahne girer devreye. Kukla arkadaşlardan birisi olan tilki (Bernardo), Lili’ye borçla bir hediye kürk almıştır. Şayet borcunu ödeyemezse kendi kuyruğunu vereceğine dair sözleşme yapmıştır. Lili’nin işi bırakıp gitmesi kukla tilkinin kuyruğunu kaybetmesi anlamına gelmektedir.
“Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili”
Veda anında Lili kuklaların kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiden çok etkilenir, onlara içini döker, sevgisini sunar. Kuklalar Lili’nin kalbinden geçenleri okumakta, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini hemen anlamaktadırlar.
“Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli”
Lili, gözyaşlarını tutamaz, ağlamaya başlar. Bu sırada kuklalar Lili’ye sarılır. Lili şaşkındır “Ama canlarım benim, siz titriyorsunuz!” der. Kuklalar gerçekten de titremektedir.
“Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın”
Kuklaların titrediğini fark eden Lili perdeyi kaldırır. Dehşetli bir şaşkınlık yaşar.
“Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu?”
Perdenin arkasında kaba, asabi ve sert kişilikli olarak tanıdığı Pool’ü görür ve bağırır: “Ben kuklalara sarılıp ağlıyorum. Onların sen olduğunu unuttum. Hangisi sensin söyle? Neden kuklaların arkasına sığınıyorsun. Kimsin sen?”
Pool cevap verir: “O kuklalar benim. Ben şefkatli ve akıllı olan havuç saçlıyım. Aynı zamanda Canavarım. Sevilmek istiyorum. Margarit’im hassasım, kıskancım, kendimle kavgalıyım. Bernardo’yum, bir hırsızım. Sözleri yalanlarla dolu fırsatçının biriyim. Evet, bütün bunların hepsi benim.” Anlaşılan o ki iyisiyle kötüsüyle bu dört kukla insanı sembolize etmektedir. Dahası da var. Kişilik (personality) denilen şey aslında farklı durumlarda farklı şekillerde ortaya çıkan maskeler (person) değil midir? Maske yüzü nasıl gizlerse perde de onu öylece örtmektedir. Perdenin arkasındaki kişi dört farklı kişiliğe bürünmektedir kuklalar vasıtasıyla.
“Lili’nin çekip gideceği besbelli”
Kafası iyice karışan Lili eline bavulunu alır, sirki terk ederek yollara koyulur.
“Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu?”
Lili, elinde bavuluyla giderken düşünür, yaşadıklarına anlam vermeye çalışır. Kendisiyle hesaplaşmaktadır. Gerçeğin ve yalanın ne olduğunu anlama peşindedir. Vakit yüzleşme vaktidir. Bu arada çarpıcı ve şaşırtıcı bir vizyon yaşar ya da bir rüya görür. Kukla arkadaşlarıyla yürürken onların her biri Pool’a dönüşmekte, Lili ile dans etmektedir. Bu vizyon ya da rüya bir şeyi keşfettirir ona. Bu kuklalar basit birer kukla değildir, ruhu ve duygusu olan gerçek varlıklardır. Zaten ruhu olmayanlarla dans etmek imkânsızdır.
“kuklaların kukla olmadığı besbelli”
Onlar aslında Pool’dür. Lili kalbinin en ücra yerlerinde, iç dünyasının en karanlık dehlizlerinde yeşermek için bekleyen bastırılmış duygularıyla yüzleşir, Pool’ü sevdiğini fark eder. Çirkin ve sevimsiz Pool bir anda tatlı bir sevgiliye dönüşür. Lili koşarak sirke döner.
Lili’nin dönüp geleceği besbelli”
Pool, sirkin kapısında Lili’yi karşılar. Lili muhteşem bir sevinçle Pool’ e sarılır.
“Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu?
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu?
Lili’nin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu?
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı,
Lili’nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu?”
Filimde uzun süre Pool’ün doğrudan değil de kuklalar vasıtasıyla konuşması, aşkın duyulmayan çığlığının kelimelerin arasına sıkıştırılması, şiirin finalinde “Ben konuşmasını bilmem Lili” diyerek ifadesini bulur. Bu dize ile şair bir yandan “Ben konuşmam şiir yazarım.” derken bir yandan da “Kelam, aşkın dile getirilişine yetmez” demektedir. Ancak yine film üzerinden gidilecek olursa, kuklalar Pool’den daha güzel konuşmaktadır. Tabii burada sormak gerekir: Konuşmak nedir? Konuşmayı bilmemek nedir?
Lili ahraz bir aşkın saflığını ve büyüklüğünü anlatan hem bir gidiş hem de bir dönüş şiiridir. Temiz kalplilik, kirlenmemişlik, çocuksuluk, hayal ve gerçekle yüzleşme, hiçbir şeyin dıştan göründüğü gibi olmaması… Kısaca pek çok şey mevcuttur bu şiirde. En önemlisi de Cemal Süreya der ya: “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız.” İşte aynen onun gibi Diyarbakır’dan İstanbul’a oradan da dünyaya açılan bir şiire dönüşmüştür Lili.
İkinci yeninin hem öncüsü hem de gönülsüzü bir şairle karşı karşıyayız. Farkındayız ya da değiliz şiirde geçen “Bakkal”, “Allah” ve “Üsküdar” kelimeleri evrensel içinde yerelin derin izlerini sunmaktadır bize. Lili, aşkı kaybettiği yerde yeniden bulmakta, öldüğü yerde yeniden doğmaktadır. “Diriliş”in bir anlamı da bu değil midir zaten?
Şiirin en kucaklayıcı mesajı kanaatimce şudur:
Kimliğimizi kaybettiğimiz yerde yeniden kendimizle buluşmak zorundayız, aynen Lili gibi.

Asım Yapıcı
Ayna İnsan Sayı:13

Kaynaklar
Can Doğan, M. (2011). İkinci yeni söyleminin öncüsü, ikinci yeni şiirinin gönülsüzü: Sezai Karakoç. Turkish Studies 6 (3), 731-744.
Eroğlu, E. (1981). Sezai Karakoç’un Şiiri. İstanbul: Bürde Yayınları.
Karakoç, S. (2012). Gün Doğmadan. İstanbul: Diriliş Yayınları
Karataş, T. (1998). Doğu’nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Tosun. N. (2005). Film Defteri. İstanbul: Dergah Yayınları.