22 Ekim 2015 Perşembe

Kehanetsiz Sözler



ağaçlar dikerek, taşlar yontarak
ve doyurmak için evlatlarını 
dualayarak sözlerini ok atan bir neslin sülbündendik biz
ki o neslin gözleri tanırdı bir diğerini

oysa şimdilerde keskin bir imgeyle ölçüyoruz zamanı
o kadar gürültünün ve rengin bağırmasıyla
her dilin seslerine,
kelimelerin çok ötesine koşsa da atlarımız
kimsesiz kalıyoruz.
adsız, atasız...

ki kalbimiz hala sümer demiri
antik ve taşla işlenmiş...

o sülbün sülblerinden olan biz
ayağın kablarından tanır olduk diğerimizi
bu da utanç olarak yeter bize
yani ne istersek kötülük adına
o da olarak yeter bize..

İshak Altundağ
AYNA İNSAN Sayı: 16


Kof Adamlar



Sahip Kurtz—artık ölü.

Ne düşünüyordur acaba ihtiyar! 


I.

Bizler, kof
Bizler, içleri doldurulmuş adamlar
Meylediyoruz topyekûn
Çöpe bulanmış akılla. Yazık!
Kavruklaşmış seslerimiz, ne zaman
Fısıldasak topyekûn
Sükûn içinde ve anlamdan mahrum
Tıpkı kurumuş çimendeki rüzgâr gibi
Ya da kırılmış bardağın üzerindeki sıçan ayakları
Bu rutubetsiz mahzenimizdeki.

Biçime vurulmamış şekil, gölge ki renkten azade,
Felce uğramış cebir, mimikler ki kıpırtının dışında;

Onlar ki karşılaşmış olanlar
Yol gösteren bakışlarda, ölümün diğer hükümranlığında
Yâdımızda tutuyor –varsa hâlâ imkânı- yalnızca kaybolmuş
Berbat ruhlar değil, ve fakat yalnızca
Kof adamlar gibi
İçi doldurulmuş. 

T.S. Eliot

Çeviri: Kadir Yılmaz
AYNA İNSAN Sayı: 16

17 Ekim 2015 Cumartesi

Sunak

Igor Marques

ilkin bir kadını kestiler soyup giysilerini 
sonra kitapları yaktılar, suları kestiler 
su bir ulusun özlemidir bu yüzden dağlara bakarlar 
bir silâh olarak alınır satılır 
ve ıslatır esirgemeden bir rençberin boğazını 

oysa ay bir ateş gibi yağıyor 
usul usul terliyor bir batık gemi 
kan sızıyor bir halkın dinmeyen uğultusundan 
ve eskiden bir şehire girdiğimi hatırlıyorum 
bir şehire yerleştiğimi hatırlıyorum 
rüzgârın eskittiği bir şemsiyeyle 
suyun paslandırdığı bir silâhla 
herkes gibi bir avuç bedenimle 
yarım dirimler yarım ölümler taşıyarak 
bir denizin altından 
oldukça ağır bir denizin altından 
ağzı tıkalı bir sürahi gibi 
suyun yüzüne çıktığımı 


şimdi artık neyi hatırlasam bir anı oluyor
örneğin bir adamın içkiye düşkünlüğünü 
bir kadının sunuluşunu soyularak 
kanım mı hatırlatıyor ben mi üflüyorum 
gidip toparlıyorum bir yerlerden başkaldıran gölgemi 

diyorumki ey batık gemi 
artık kar yağıyor güvercinlere 
sokak alışılmış düzenini sürdürüyor 
harcayan kıllı elleriyle 
sunak kan içinde, kan içinde sunak 
alıp boyuyor gövdemizi 

sokaktayım ve herkes alışkın 
hatta bekliyor onu durmadan 
bir soylunun serinleme alışkanlığıyla 
bir ağustos akşamında 
durmadan kurban, durmadan sunu 
tükenmeyen açlığına düzenin 
döğüşmeyi ve kanı hazırlıyor 
aşkın son kertesini 
onu, durmadan 

şimdi ey eski gümüş, batık gemi, diyorum ki 
her yerde seni hatırlıyorum durmadan 
saat kaç olursa olsun, takvim ne derse desin 
açlıkta, bir bıçağın kabzasında ve dağda 
durmak istediğimi hatırlıyorum durmadan 
itilirken ve dövülürken ve kovalanırken 
güneş batarken ve doğarken 
bir parmaklığa dayayıp ellerimi 
durmak istediğimi hatırlıyorum durmadan 
itilirken ve dövülürken ve kovalanırken 
güneş batarken ve doğarken 
bir parmaklığa dayayıp ellerimi 
durmak istediğimi 

sunak inceltir coğrafyasını 
akşam bir dinginliğe benzer kendiliğinden 

ii 

dünyayı en çok sevdiğim zaman 
her şeyi en çok unuttuğum zaman sanılır 
çünkü kuşların güzle güneye gittiğine inanılır 
oysa taş kırmanın ve otel inşa etmenin mevsimi yoktur 
cepte tabanca da cigara paketi arar gibi aranır 
adamoğlu hırçın bir kış gibidir 
doğrusu hırçın bir kış niteliğindedir 

birden akidesi parlayınca fosforun 
dünyanın elbette sonu vardır 
yani sunak temizlenir kandan 
sunmanın önü alınır 
en denize yatkın küreklerle 
ustaca biçilmiş keresteler 
ve usturlâpın en alâsı iskenderiyeden 
ve haritanın en makbulu kanla yoklanan 
sonu vardır 

imdi 
bu böyle nasıl bir bahardır 
bütün sürgünlerin lâhana olarak hesaplandığı 
bütün harfler anlamını yitirmiş 
bütün sokaklar geliş geçişe dardır 
ve acılar bütün etkisini yitirmiş 
gemiler bütün limanların uğraşı 

iii 

dünya bir sunaktır 
sonunda kalemlerin bile sunulduğu 
işte benim kanım ortada 
akmıyor artık 

iv 

sakinim bütün gece boyunca 
başımı değişmeyen düşüme koyunca 
lâleler kızıllaşır menekşeler morlaşır 
sütçü gelmez kapıya vurmaz 
gazeteci de öyle 
bilirim 
dünyanın sonu vardır 


Turgut Uyar

9 Ekim 2015 Cuma

rüyâveminyatür


âh gece giyen dağ. affet içimdeki kederi.
su geçip gidiyor ömrümüzden. bir lahzâ adım.
taşlandıkça. yaşlandıkça. o şehristân kıyısında.
açıldı doğu’nun tüm kapıları. sonsuzluk ateş.ten.
süzüldüm ve geçtim o kapılardan. üvey bir çocuğum.
iki rekat. bir ömür. acı kılan.

M.Akkoyun
Ayna İnsan Sayı:16


8 Ekim 2015 Perşembe

Dünyayı Anlamanın İpuçları

Din olgusu ilk insandan itibaren ortaya çıkan bir olgu. Bu nedenle sadece vahye inanıp ilk vahyin Hz. Adem’le başladığını belirtenler ile, dinlerin ilk insandan başlayarak süreç içinde gelişip, evrildiğini öne sürenler aynı başlangıç noktasında uzlaşırlar.
İnsanlık tarihiyle başlayan bir olgunun günümüze kadar etkisini sürdürmesinden yola çıkarsak, bundan sonrası için de dinin hep gündemde olacağını var sayabiliriz. O halde insanla ilgili konuları ele alıp, onun kurduğu/kuracağı uygarlıklara, yeni bir gelecek inşasına değindiğimizde dini de göz önünde bulundurmak zorundayız.
Din denince akla ilk gelen kuşkusuz ilahi dinlerdir. Yani ilahi kaynaklı olan İslamiyet, Hıristiyanlık(İsevilik) ve Yahudilik(Musevilik). Konuyu İslam penceresinden ele aldığımızda ise  ilahi  dinler arasında iki ana hattan bahsedebiliriz; İslam ve Hıristiyanlık. Hıristiyanlığın temellerinin dayandığı Batı uygarlığı aynı zamanda Yahudiliğin de bir nevi temsilcisi durumdadır. Bu nedenle Batı uygarlığı dendiğinde bu iki dini de içeren bir anlayış akla gelir.

Süleyman Eryiğit’in “İki Dünyanın Hikayesi" adlı eseri dinden yola çıkarak  Doğu ve Batı dünyasının oluşturduğu medeniyetlerin ana temasını irdeleyen bir eser. Yazarın "İnsan, Anlam ve Medeniyet Üzerine Düşünceler"iyle ilgili makalelerinden oluşan bu eser daha önce “Türk Yurdu Dergisi'nde bölüm bölüm yayınlanmış.  "Din, Anlam ve İnsana Dair”, "Din ve İdeolojiye Dair", "Din ve Devlete Dair" ve "İnsan ve İdeolojiye Dair" başlıkları altında dört ana bölümden oluşan kitapta birbiriyle  ilintili çeşitli değerlendirme yazıları yer almakta.

Batılı aydınlar 'din' dendiğinde bundan sadece hıristiyanlığı anladıkları için konuları bu dinin mantalitesiyle yorumlamaya kalkarlar. Kilisenin etkisizleştirilmesinin ardından yürüyen din tartışmalarında aydınlanma çağının ruhuna uygun olarak akıl hep öndedir. Bu durumu sadece aydınlanma sonrasına da mal edemeyiz. "Batı düşüncesi Sokrat’a ve Platon’a rağmen antik dönemden bu yana hakikati somut varlıklar üzerinden anlamaya çalışmıştır. Tanrı,  aşkın bir varlık olsa da Batı düşüncesi O’nu hep gözüyle görmek arzusundan kendini kurtaramamıştır. Hıristiyan ilahiyatı da bu bakış açısından kendini kurtaramamıştır."
“Batı düşüncesi hem söz hem de akıl anlamına gelen "logos"u; yani aklı, anlamanın ve bilmenin yegane imkanı olarak kabul etmesine rağmen aklı araçsallaştırarak, aklı hikmeti bulmanın değil, sadece eşyayı anlamanın aracı kılmıştır. Bir başka anlatımla sözü, yani akletmeyi somuta hapsetmiştir. Oysa akıl İslam düşüncesinde insanı somuta, sınırlıya,  olguya değil soyuta kanatlandırmak ister. Onun için Kur’an'da sıklıkla “Akletmiyor musunuz!”  “Aklınızı kullanmıyor musunuz!” ikazlarıyla; “akıl sahipleri”, “aklını kullananlar” nitelemeleri ile karşılaşırız. Akla yüklenen bu iki anlam İslam geleneği ile Batı düşüncesinin temel farkı gibi durmaktadır.”

Batı dünyasının teolojisiyle, İslam dünyasının teolojisi arasındaki bu yaklaşım farkı düşünceyi farklılaştırdığı gibi medeniyetleri de farklılaştırmıştır. Batı medeniyeti maddesel, somut şeyler üzerinden biçimlenirken, İslam medeniyeti somuttan soyuta uzanan bir derinlik boyutuyla varolmuştur. Eryiğit’in kitabının ilk bölümü bu perspektifle ele alınan  makalelerden oluşmakta ve makalelerin hemen hepsinde İslam ve Hristiyanlığın din konusundaki yaklaşım farklılıkları irdelenmekte.
"Protestan ilahiyat, bir yandan 'post-modernle aklanma öğretisi', diğer yandan 'iki krallık doktrini', bir diğer yandan seküler alanın da Tanrı’nın iradesi ve kutsal olduğu teziyle devleti ve uygulamalarını meşrulaştıran yanıyla , modern Batı medeniyetinin fideliği olmuştur. Buna karşılık bambaşka bir zihniyet paradigmasına sahip Türk ve İslam dünyasında ise farklı bir hikaye yaşanmaktadır. Türk İslam iklimi sınıf kavramına yabancıdır. Batı’dan farklı olarak yine bu dünyada  Avrupa’da olduğu şekliyle kral yoktur, feodal yoktur, serf yoktur, burjuva yoktur. Kitap muhatabına doğrudan konuşur. Kitabı sadece ben anlayabilirim diyen bir ruhban sınıfı yoktur."

Batı’da sadece dini kavramlar değil ahlaki kavramlar da Doğu’da ve İslam dünyasındaki anlamlandırmalardan farklıdır. Batı’nın düşünsel temelinin dayandığı filozoflar ahlaki olanı iyi olan diye değerlendirmekteydi. “İyi” kavramına Batılı filozofların yüklediği anlam Müslümanların anladığından oldukça farklıydı. “Aristippos, kaynaklara göre iyi kavramı üzerinde yoğunlaşan ve felsefesini bu kavram etrafında ören ilk filozoflardan olarak gösterilmektedir. O doğrudan hazzı temel alan bir öğreti geliştirmiştir. Ona göre “Haz veren şey iyi, vermeyen ise kötüdür.” Epikuros ise iyiyi “içsel huzur ve acıdan yoksunluk” olarak tanımlamıştır. Epikuros’tan yaklaşık iki bin yıl sonra yaşayan Jeremy Bentham ise  “İyi olan zevk ve mutluluktur, kötü olan acıdır. Bu halde herkes kendisi için en yüksek hazzı temin etmek için hareket edecektir.” Stuart Mill, "İyi nedir?” konusunda meseleyi arzu cihetinden ele alır ve şöyle der; “Zevk arzu edilen tek şeydir. Böyle arzulanabilir tek şey zevktir.”

Batı medeniyeti bu kültür üzerine inşa olduğu için teolojisi de bu düşüncelerin etkisinden kurtulamamıştır. Batı’da İncil hiçbir zaman  insanların, toplumların ana esinlenme kaynağı olmamıştır. “Batı Medeniyetinden farklı olarak, İslam Medeniyetinde her dönemde Müslüman’a kim olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sadece kitap söylemiştir. İslam geleneğinde hiçbir kişi ya da kurumun Kitabın fevkinde bir pozisyonu olmadığı gibi, en şöhretli müfessir, müçtehid ya da imamların görüşleri, nihayetinde kişisel yorum olmaktan öteye geçememiş; Kitap’ın önünde veya üstünde bir konum kazanamamıştır. Çünkü bir müslümana “Allah’ın bizden istediği nedir? “ sorusunun cevabını sadece Kitap söyleyebilir."

İSLAMİ DEVLET TAHAYYÜLLERİ VE TÜRKİYE İSLAMCILIĞI
Kitabın "Din ve Devlete Dair" başlıklı bölümünde, Türkiye’deki yakın dönem İslamcılarının İslami devlet arayışları ve bu yönelişteki düşünsel etkilere değinilmekte. Ancak geniş bir bölümde irdelenen  bu bölümde yer yer, yeni dönem İslamcı düşünürlerin kendi kültür dağarcığından habersiz, Arap ve Acem İslamcılarının etkisinde ve onların dost gördüklerine dost, düşman gördüklerine düşman gözüyle baktıkları iddialarının bir abartıya kurban gittiği görülmekte.
"İslamcı" arkadaşlarımız, 1970’li yıllardan 1990’lı yıllara gelinceye kadar, iki farklı kültür muhitinden iki farklı okumalar yaptılar: Bunlardan birincisini Mısır-Lübnan, diğerini Pakistan-Hindistan bölgesi ve özellikle de 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra İran oluşturdu. Bu iklimlerden gelen yayınlar kutsal metinlermiş gibi okundular. Bu coğrafyanın önder ve entelektüelleri, bu arkadaşlarımız nezdinde büyük hüsn-ü kabul gördü. Mesela bu isimlerden Seyyid Kutup, Elmalılı’dan; Hasan El Benna, Mehmet Akif’ten; Muhammet Abduh ve Ali Şeriati, Erol Güngör, S.Ahmet Arvasi ve Nurettin Topçu’dan; Mevdudi, Yusuf Kardavi, Ömer Nasuhi Bilmen’den daha makbul addedildiler. Oysa bizim düşünce geleneğinde hakikaten oldukça zengin bir birikim ve malzeme vardı, ama hiç dönüp bakılmadı bile" paragrafıyla başlayan yeni dönem İslamcı eleştirisi yer yer dozunu artırarak bir İslamcıların kendi kavmine yani Türklüğe düşman haline geldiği gibi bir polemiğe dönüşmekte.

Oysa İslamcılar kendi kaynaklarına hakim ve sahip olmanın yanısıra, dini baskılayan bir modelden kurtulma adına çeviri eserlere itibar ettiler. Buradaki ana gaye  bu topraklar dışında bulunan Müslüman aydınların benzer baskıcı sistemlere karşı neler söylediklerine dikkat ederek onların düşünce ve tecrübelerinden yararlanmaktı. 

ÜMMET KAVRAMI MİLLET'İ AŞINDIRDI MI?
İslamcılar, bu maksatla sadece İslam coğrafyasındaki düşünürlerden değil,  Batı’da da sisteme karşı fikirler geliştiren ve mevcut sistemleri daha insani bir modele çevirmeyi  hedefleyen, bu amaçla düşüncelerini ortaya koyan yazar ve düşünürlerden de istifade ettiler.
Eryiğit’in "1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başına gelindiğinde, Soğuk Savaşın da sona ermiş olmasının etkileriyle tüm kürede ortaya çıkan ve Batı’nın kendisini(ve dolayısıyla dünyayı) bir kere daha tanımlama ve anlama (siz buna kurgulama da diyebilirsiniz) çabalarının bir sonucu olarak "post-modern metinler ve okumalar" ortaya çıktı. Bu metinler “İslamcı” arkadaşlarımız tarafından da büyük heyecanla karşılandılar. Habermas, Adorno, Gadamer, Gellner, Lyotard, Foucault, Feyereband, Giddens vs. ağızlarından düşmüyordu"  ifadeleri de bu gerçeği doğrulamakta.

İşin aslı; yeni dönem İslamcılar İslam tarihinin önemli düşünürlerinin metodolojisini takip etmekteydiler. Nasıl ki İslam düşüncesinin en önemli isimleri olan Farabi, El Kindi, İbn Sina, İbn Rüşd, Gazali gibi düşünürler eski Yunan filozoflarını okuyup, onlardan yararlanmışlarsa, Türkiye’deki yeni dönem  İslamcılar da  emperyalist dünya düzenine, zulme eleştiri getiren tüm düşünürlerin eserlerinden istifade ediyorlardı.
Yine benzer bir polemik konusu ise Türkiye’deki “kürt sorunu”yla ilgili. Yazar burada da ümmetçilik düşüncelerinin bazı kürtlerde farklı çağrışımlara yol açtığını, bu düşüncenin “millet” kavramını aşındırdığını oysa millet ile ümmetin aynı anlama geldiğini ve hatta “millet” kavramının daha üst  ve rafine bir kavram olduğunu öne sürerek kavramları asıl anlamlarına dayalı olarak kullanmaktan ziyade bir sonuca varmak için kullanmakta.
“Türk Milliyetçiliğinin, Milletçi; yani bu ülke bakımından esasen bir dine mensup olanlar; bir peygambere mensup olanlar anlamında ümmetçilikten bir farkı olmadığını; aksine belki de kültürel anlamıyla ümmetçiliğin daha ince ve daha elverişli, daha teknik bir ifadesi olduğunu da ıskalamamak gerektiğine inanıyoruz."

“İnsan ve İdeoloji” konusunun ele alındığı kitabın son bölümünde ise, insan, din, ideolojiler ve bu bağlamda kapitalizmin etkilerine değinilmekte. İslam dünyasının hızla kapitalizme eklemlendiğine dikkat çekilen bu bölümde, sadece İslam dünyasını değil, tüm dünyayı ahtapot gibi  kuşatan bu sisteme karşı yeni bir düşünme geliştirme zorunluluğuna vurgu yapılmakta. “İki Dünyanın Hikayesi” bir araştırma eserinden çok  bir düşünceye dayalı makalelerden oluştuğu için din temelli konular hakkında bir fikir jimnastiği yapmamızı sağlayan bir eser. Bu nedenle bu konulara ilgi duyanların okumasında yarar var.

Semiha Kavak
STAR GAZETE - Kitap