27 Aralık 2019 Cuma

Tik Ağacı ve Ihlamur


Sanılır ki yitirilmiştir giden
Dalları arasında hazanın
Cana can katan eller biliriz
Ve bir nefeslik kalem

Semiha Kavak

21 Aralık 2019 Cumartesi

Aşkın Krallığı



Cumartesi Kahvaltısı'na güzel bir film... İzlemeye değer.

"aşk, suya çizilen ebru
aşk, iğne deliğinde birleşen yerle gök kadar sancılı"

İyi hafta sonları...



16 Aralık 2019 Pazartesi

Bugünün... Bu gecenin...


İpi elinde olunan uçurtmalar, asla kalmazlar hayalde ve değeri de pek bilinmez. Kopup giden uçurtmalar ise, bunlar unutulmaz hiçbir zaman ve her zaman yâd edilirler.

11 Aralık 2019 Çarşamba

Bir Yılın Son Günleri


“kaç zamandır duru, yalın , iyi insanlar özlüyorum
‘içtenliğin’ ya da ‘dünyagörüşü’nün kirletmediği”

9 Aralık 2019 Pazartesi

Şiir... Tenha... Bugünün... Bu Gecenin...


Git, her nereye istersen, git...
Gül,
Ağla,
Aç kal,
Çıplak kal...
Biliyorum ki asla bulamayacaksın
Uyumak için göğsüm gibi bir orman...

Nizar Kabbani


1 Aralık 2019 Pazar

Zamana Basılan Parmak İzi



Tarihimiz, geçmişimiz çeşitli hikayelerle yoğrulmuş olmasına rağmen bu hikayelerin çok azı günümüze yazılı olarak gelmiştir. Oysa belki de bunların kat kat fazlası dilden dile dolaşır durur.  Bu hikayelerin birçoğu gerçek hayattan  aktarmadır. Zira sözlü kültürü zengin olan ulusların insanların hayatları, düşünceleri, söyledikleri binlerce hikayeyi  besleyecek zenginliktedir. Bu kültürel zenginliğin süre gideceği düşüncesi onların yazılı olarak kalıcı hale getirilmesine bir engel teşkil eder adeta. Belki de bu yüzden anı, portre kitapları bu manadaki zenginliğimize göre oldukça azdır.

Felsefe, din, sosyoloji ve diğer birçok konuda çeşitli kitaplar yazmış olan Prof. Dr. İsmail Yakıt, milliyetçi-muhafazakar çevrelerin yakından tanıdığı isimlerin de yer aldığı hatıralarını, onlar hakkında edindiği izlenimleri kitaplaştırdı bu kez.
Prof. Yakıt’ın, “Çocukluk yıllarımdan beri hatıralarıyla zihnimde yer etmiş, ruhumda, gönül dünyamda iz bırakmış kişileri ve onların anılarını bu kitapta anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla bunu bir nevi hatıra-portre  denemesi olarak görebileceğimiz gibi, aynı zamanda da  benim “ömrümün aynası”  diyebileceğim bir kitaptır.” dediği kitapta 35 şahsiyetin portresine yer verilmiş.

Kitapta yer alan isimlerin birçoğuyla  gençlik yıllarında karşılaşmış olan Prof. Yakıt, sık sık bunların tavsiyesi ve öğütleriyle hayatını yönlendirmeye çalışmış, onlardan feyz almış. Milliyetçi camianın önde gelen isimlerinden biri Dündar Taşer. “Dündar Ağabey’in bir ülkücünün nasıl davranması gerektiğine dair bize söyledikleri hala kulaklarımdadır. Dündar Taşer, “Ülkücü, mevcut düzene göre değil, mevcut düzenin aleyhine göre de değil, kuracağı düzene göre hareket eder. Kuracağı düzende adalet vardır, milletin hukukunu korumak vardır. Öyleyse ülkücü adil, ahlaklı, dürüst, saygılı ve milletin hukukunu koruyan insandır.” demişti. Ayrıca bizlere “Fikren mağlup edemediğiniz birini, ahlakınızla, efendi davranışlarınızla mağlup ediniz. Sizinle tartışanlar, ülkücülerin fikirlerini beğenmiyorum ama kendileri çok dürüst, çok efendi insanlar diyebilmeli.” diye öğütler vermişti.”

Hocaların hocası olarak bilinen, Türkiye’de felsefe geleneğinin oluşmasında büyük katkıları olan Hilmi Ziya Ülken’le ilgili bölümde ilginç bilgiler yer almakta. “Hilmi Hoca, evinde ayrı bir kitap, fakültedeki odasında ayrı bir kitap ve çantasında taşıdığı başka bir kitap üzerinde çalışırmış. Çantasındaki kitabı yolda okurmuş. Nitekim Nihat Keklik Hoca’nın verdiği bilgiye göre, Spinoza’nın Etika’sını her gün Şişli’den Eminönü’ne gidiş gelişlerde vapurun güvertesinde bir masa üzerinde çalışarak tercüme etmiştir.
Hilmi Ziya Hoca’nın, papaz kıyafeti diye akademik cübbeyi hiç giymediği söylenir. Hatta doçentlik sınavlarında yönetmelikte yer almasına rağmen giymemiştir.”

Şiirleri dilden dile dolaşan, bayrak şairi Arif Nihat Asya’nın ise, kendi şiirlerini okumaktan haz duyan bir şair olduğunu, birçok yerde topluluklara şiirlerini okuyup, onların beğenisini aldığını söyleyen yazar, onu öğrencilik yıllarında tanımış.

“Arif Nihat Hoca’yı Ankara Üniversitesi’nde okurken tanımıştım. Ankara Site Yurdu’nda kalırken, bazı geceler etkinlikler yapardık. O zaman, kendisini çağırıp nefis şiirlerinden okuturduk. Şiirleri şairlerinin ağzından dinlemek gerçekten büyük heyecan verici bir olaydır. Eğer şair günündeyse ve şiiri yazdığı atmosferi yakalayıp okumaya başlarsa, cidden doyum olmuyor. Arif hocamız, benim tespit edebildiğim kadarıyla, okuduğu şiirleri yazdığı atmosferlerde okuyan bir şairdi.”

Genç yaşta kaybettiğimiz milliyetçi/muhafazakar cephenin önemli düşünürlerinden Erol Güngör etkilendiği isimler arasında Yakıt’ın; “Rahmetli Erol Güngör Bey, kendisine sağlığında abi, ağabey olarak hitap ettiğim değerli büyüğümüz, ilim ve fikir adamımız idi. Pek sık bir araya gelip konuşamadığımızdan, yazılarına kendisine olduğundan daha yakındık. Ankara’da talebeyken arkadaşlarla onun düşüncelerini, fikirlerini, görüşlerini okuyup aramızda hep tartışırdık. Bana öyle geliyor ki o, Ziya Gökalp, Peyami Safa ve Alparslan Türkeş’ten sonra günümüzdeki  Türk milliyetçiliği idealinin temel direklerinden biridir.”

Milliyetçilerin önemli isimlerinden olan  Osman Yüksel Serdengeçti ile ilgili birçok hikaye de yer almakta kitapta. Serdengeçti’nin hapishane hatıralarını kendisinden dinler Yakıt: “ Osman Ağabey İstanbul’da iken kaldığı 13 numaralı  hücrenin tek yatağı olduğunu, hava alacak bir yerinin olmadığını, İstanbul’un lağım borularının üstten geçtiğini, suların damladığını, peynir ekmeğin küflendiğini anlatmıştı. Burada aylarca kaldığını, kendisinin yanına garip insanlar verdiklerini, bir yatağa sığmak için ters yattıklarını, adamın ayaklarının Osman ağabeyin başının yanına geldiğini, çok kötü koktuğuna varana kadar tasvir etmişti.”

Türk milliyetçiliğinin bayrak ismi, siyasi tarihimizin  önemli şahsiyetlerinden biri olan Alparslan Türkeş ile ilgili anılara da yer ayrılan kitapta sadece bildik isimler değil, kenarda, köşede kalmış, milli ve manevi şahsiyetlerden bazılarıyla ilgili hatıralar da bulunuyor.

Kitap, bilhassa milli ve manevi değerler alanında önemli etkiler oluşturmuş şahsiyetleri daha yakından tanımak, onların neler yaşadıklarını öğrenmek için önemli bir eser. Umarız okuyuculardan gerekli ilgiyi görür ve bu tip eserlerin yenileri gelir.


Semiha Kavak
Hece Dergisi



22 Kasım 2019 Cuma

bakış


İnce sızılarla dokunur göz
Bakmak serinliğidir aklın
Bir ötede olan ne ise bilmek
Kalbin dokunuşu aşkla

Semiha Kavak


18 Kasım 2019 Pazartesi

ANCAK ANNELER BİN YIL BEKLER



Merhametin okları döküldü göğsümden
Yol bin yıldı
Döküldü yelelerinden kanatlanan beyaz kısraklar
Karıştı atların köpükleri tenimden akıp
Annelerin kırgın bekleyişine

Yarıklar yayıldı sessizliğin yüzüne
Annelerin kırgın bekleyişine karıştı
atların köpükleri tenimden akıp
Döküldü yelelerinden
kanatlanan beyaz kısraklar
Cehennemin yedi kat altına sindi zulüm

Yol bin yıldı
Merhametin okları döküldü göğsümden

Merhamet
Merhemdir
Yine de
“İyileşmiyor işte dosta gösterilmeyen yara”

Semiha Kavak





17 Kasım 2019 Pazar

HEGEL’İN, BATIDA DİNİN YENİDEN KEŞFİNE TEMEL OLUŞTURAN DÜŞÜNCELERİ



Din olgusu insanlık tarihine kadar uzanan bir olgu. İnsanoğlu var oldukça da din olgusu var olmaya devam edecek.

İnsanoğlu, her dönem bir üstün güce, yaratıcı bir güce ihtiyaç duymuş, o gücün gazabına uğramamak, onu memnun etmek için kendine kimi görevler yüklemiştir. Kuşkusuz, bundan böyle de bu durum gerçekliğini koruyacak. Kendilerini bir dine ait görenler, o dinin yücelttiklerini yüceltecek, önerdiklerini yerine getirmeye çalışacak, yasakladıklarından kaçınmaya özen gösterecekler.

Tarihi süreç içerisinde din olgusu çeşitli evrelerden geçti. Çok Tanrılı dinlerden, tek Tanrılı dinlere geçilmesi uzun bir döneme uzanmış olup, bu dönemlerle ilgili net bilgilere sahip değiliz. Ancak, ilk çağlardan kalan bulgulara baktığımızda insanoğlunun o dönemlerde de bir üst varlığa inandığını görmekteyiz. Elbet o günün inanç sistemleriyle ilerleyen dönemlerin inanç sistemlerini bir değerlendiremeyiz. Her ne kadar Tevhidî dinlerin varlığı ilk insana kadar götürülse de, dinlerin toplumsal olarak ilahiliği Hz. İsa dönemiyle açıklanmaktadır.

Hz. İsa’nın peygamberliğiyle birlikte din hayatın her alanında hakim olmaya başladı ve gitgide güçlenerek kimi toplumları yönetir hale geldi. Buradan bakıldığında dinin hayata hakim olduğu, en uzun bir alanı kapsamaya başladığı dönem Hıristiyanlık dönemi olarak görülmektedir.

Gerek, Tek Tanrılı dinlerin dönemlerinde, gerekse önceki dönemlerde din, hep filozofların tartıştığı ana konular arasındaydı. Tanrı’nın varlığı-yokluğu, hayata ne derece müdahil olduğu-olması gerektiği gibi konular dönemin filozoflarının temel konuları içinde yer aldılar.

Tek Tanrılı dinlerle birlikte ise tartışmalar özgün olarak devam etmenin yanı sıra dinin sınırları içerisinde şekillenen bir din düşüncesi de belirgin hale geldi.
Aydınlanmayla birlikte kilise önemini kaybedip, dinin toplumsal etkisi hızla düşüşe geçince, din konusunda çağa uygun düşüncelerin ortaya çıkmasının gereği hissedildi. Dini felsefi açıdan ele alıp, savunan filozoflar, düşünürler ortaya çıktı. Bunlar, dine karşı gelişen akımları gerilettiler. Böylece din konusu modern düşünürlerin de kafa yorduğu önemli konulardan biri olarak yerini korudu.

İşte bütün bu tartışma süreçlerinin oluşturduğu düşünceler bir düşünce sistematiğine, bir felsefeye dayanmakta. Diğer düşünce konularında olduğu gibi dini konularda bir temele dayandığı için felsefenin alanı içinde yer almış oldu. Din düşüncesinin bir sistematiğe, bir disipline kavuşması Rönesans sonrasında söz konusu olabildi. Tek Tanrılı dinler sonrasında o dine bağlı olan düşünürlerin dinin sınırları içerisinde yürüttüğü bu düşünceler, din felsefesi kavramı içinde yer aldı.
Bu çerçeveden bakıldığında; Din felsefesi, dinin temel unsurları hakkında rasyonel, kapsamlı ve tutarlı bir şekilde düşünmek ve dinin önerdiklerini akla uygun temellendirmek, dinin doğası, özü, değeri hakkında akıl yürütmektir.
Özetle; Din felsefesi felsefenin yöntemini kullanarak dini değerlendiren bir disiplindir.

Din felsefesi denince akla ilk gelen isim Hegel’dir. Bu kavramı ilk kullanan isim olan Hegel, Rönesans ve reform hareketleriyle dinin toplumsal etki alanını kaybetmeye başlaması üzerine din ile bilim arasında köprüler kurmaya çalışan bir çabayla ortaya çıktı. Kendinden önceki filozofların parça parça dile getirdiği din olgusunu felsefi bir ekol haline getirdi.

Hegel’in din felsefesi hakkındaki görüşlerinin derlendiği “Din Felsefesi Dersleri” adlı eser, onun Berlin Üniversitesinde 1821, 1824, 1827 ve 1831 yıllarında din konusunda verdiği dersleri kapsıyor.

Hegel, din olgusunu felsefenin de ana öğesi olan düşünceye bağlar. Düşünce ile felsefe arasında nasıl bir bağ var ise, düşünce ile din arasında da öylesine bir bağın olduğunu öne sürer. İnsanı diğer varlıklardan ayıran şeyin duyuların yanı sıra düşünebilme yeteneği olduğuna dikkat çekerek, hayvanların o nedenle dinlerinin olmadığını, dinin ancak insana ait olduğunu belirtir. “İnsanın düşünen bir varlık olduğu ve hayvandan bu sayede ve yalnız bu sayede ayrıldığı, evrensel ve kadim bir ön-yargıdır. Hayvan duygulara, ama sadece duygulara sahiptir. İnsan düşünen varlıktır ve dine sahip olan yalnızca insandır. Dinin ikametgâhının düşünce olduğu bundan çıkarılabilir.”

“İnsan, bilinç sayesinde, düşünmesi sayesinde ve ruh olması sayesinde insandır. Felsefe daha önce adlandırıldığı gibi dünyevi bilgelik değildir; imanla karşıtlık içinde olduğundan böyle adlandırılmıştır. Ama felsefe gerçekte dünyanın bilgeliği değildir; dünyevi olmayanın bilişsel bilgisidir, dışsal varoluşun, ampirik hayatın ya da yapısal evrenin bilgisi olmayıp sonsuz diye adlandırdığımız ne varsa hepsinin bilgisidir- Tanrının olduğu şeyin ve kendini ortaya koyduğu ve geliştirdiği haliyle Tanrının doğasının bilgisidir.”

Burada şunu açıklamakta yarar var; Hegel’in din ile felsefe arasında kurmaya çalıştığı köprü aslında Hıristiyanlıkla, felsefe arasında bir köprüydü. Hegel için Hıristiyanlık, din olgusunu tümüyle karşılayan, tamamlanmış bir din hükmündeydi. “Hıristiyanlık dini zamanı gelince ortaya çıkmıştır. Bu, olumsal bir zaman, isteğe bağlı ya da keyfi bir seçim olmayıp asli, ebedi takdiri ilahiye dayanır.”

Bu nedenle; Hegel, Hıristiyanlık öncesi semavi bir din olan Museviliği soyut, tamamlanmamış, inanç olgusunu tam olarak karşılamayan bir din olarak görür. Museviliğin Tanrı anlayışını semavi olmayan dinlerin Tanrısının seviyesine indirir, onu Hıristiyanlığın Tanrısından çok aşağılarda tanımlar. “Yahudi Tanrısı kıskanç bir Tanrıdır. O bir belirlenim, bir soyutlamadır; ruh içinde Tanrıdır ama henüz ruh olarak Tanrı değildir. Yahudi Tanrısı tıpkı Brahma gibidir, suretsiz ve duygusaldır.”

Hegel, din ile bilim çatışmalarının temelsizliğini ortaya koyarken kilise ile bilim arasındaki karşıtlıkları ele alır ve buradan İsevi bir doğruluk üretmeye çalışır. Vaktiyle kilisenin dine karşı oluşunu, kilisenin felsefi bir din savunusu üretememesinden kaynaklı endişelere bağlar.
“Akıl ve inanç arasındaki karşıtlık, bir zamanlar adlandırıldığı gibi, Hıristiyan kilisesinde üretilen eski bir karşıtlıktır. Kilise, felsefenin kendi doktrinini yıkmasından korkmuş ve bu yüzden ona düşman olmuştur.”

Hegel, felsefesiyle adeta bu eksikliği gidermeye çalışır ve teorisini Hıristiyanlığın üç ana teması olan; Baba(Tanrı), Oğul (İsa/Mesih) ve Tanrının Ruhu (Kutsal Ruh) yani teslis üzerine kurar. Tanrı, Hegel’e göre ruh’tur. Her şey o ruhtan var olmuştur, bizler de Tanrıyı ruhla kavrarız.“Tanrının kendi içinde Ruh olduğunu belirtmek gerekir; yani o öncelikli bizim için Ruhtu ona ilişkin kavramamız budur. Diğer şey, onun Ruh olarak varsayılması gerektiğidir.”
“Tanrı konuştuğunda onun söylediği şey ruhanidir, zira ruh kendisini sadece ruha ifşa eder.” “Din mutlak ruhun öz-bilincidir.”

Hegel, bu yaklaşımıyla panteizme yakın düşse de düşüncesinin panteizme karşılık içerdiğini öne sürer. “Bu tür bir görüşte, söz konusu felsefi spekülatif görüşün panteist doğaya sahip olduğu suçlaması akla gelebilir. Son zamanlarda, bu tür bir felsefi özdeşliğin panteizm olduğu yönünde ortak bir kanaat mevcuttur.”
“Panteizm ‘her şey ilahidir’ demektir ve bu da her şeyi tikel olarak Tanrı yapmakla eştir.  Biz varlığı ve Tanrıyı karşı karşıya koyduk.”

Hegel, din felsefesinde din ile devlet arasında da bir bağ kurar. Devleti, Tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görür, devleti son derece önemser ve tarihin başlangıcını da devletle başlatır.
Hegel’e göre “din ve devletin temeli birdir, aynı şeydir. İnsan yasalara ve devlet otoritesine yani devleti bir arada tutan iktidarlara riayet ederek Tanrıya itaat eder.” der. Ancak, buna rağmen din devletini savunmaz, özgürlüğün öne çıktığı bir devlet yapısını savunur.

Din, devlet ve özgürlük Hegel’de iç içe bir bütünlük oluşturur. Ona göre Tanrıyı bilen, onun yüceliğine uygun düşünen insanların oluşturduğu devlet ideal devlettir.
“Dinde insan Tanrının huzurunda özgürdür. İnsan kendi iradesini ilahi iradeye uyumlu hale getirirse, o zaman o en yüce iradeye karşı olmaz; tam aksine kendine o irade içinde sahip olur. O bölünmenin ortadan kalkmasına külte ulaştığı için özgürdür. Devlet sadece dünyada, fiiliyatta özgürdür. Burada asıl mesele, bir halkın kendi öz bilincinde taşıdığı özgürlük kavramıdır; zira özgürlük kavramı devletle gerçekleşir.”

Kilise üzerinden dini sorgulayan Rönesans ve reform dönemi filozoflarının ve ardından gelen aydınlanma çağı düşünürlerinin din karşıtı düşüncelerine karşı önemli bir savunu geliştiren Hegel, Batı düşünce dünyasında, din felsefesiyle önemli bir çığır açmıştır. Bu nedenle, onun düşünceleri daha çok Batı düşüncesini oluşturan din dışı düşüncelere karşı önemli bir reddiye olarak değerlendirilmeli.

Doğan Naci Kadıoğlu tarafından çevirisi yapılan kitap, tekrarları nedeniyle yer yer okuyucuya sıkıcı gelebilir. Ancak Hegel’in ders notlarından derlendiği için her bölümde bir önceki bölümlerle benzer konulara değinilmiş olması ve anlatıların birbirine yakın olması kaçınılmaz bir durum.

Semiha Kavak
HECE Kasım 2019



Din Felsefesi Dersleri
G.W.E. HEGEL
PİNHAN YAYINLARI
222 SAYFA














8 Kasım 2019 Cuma

Le Premier Pas

Le premier pas
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
Je sais, cela ne se fait pas
Pourtant j'aimerais que ce soit elle qui vienne à moi
Car voyez vous je n'ose pas
Rechercher la manière
De la voir, de lui plaire
L'approcher lui parler
Et ne pas la brusquer
Lui dire des mots d'amour
Sans savoir en retour
Si elle aimera
Ou refusera ce premier pas
Le premier pas
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
On peut s'attendre longtemps comme ça
On peut rester des années à se contempler
Et vivre chacun de son coté
Je la rencontrerai
Au bas de l'escalier
Puis comme tous les jours
Elle me dira bonjour
Seulement cette fois
Elle me prendra le bras
Me conduira dans sa maison
Ou nous ferons
Le premier pas d'amour
Dans

4 Kasım 2019 Pazartesi

ŞİAR Kasım-Aralık 2019



ŞİAR Dergisi Kasım-Aralık 2019 25. Sayı.
Merhum Nuri Pakdil'e ithaf edilerek...
Benim de bu sayıda, "ANCAK ANNELER BİN YIL BEKLER" isimli bir şiirim yer alıyor.


Sır


pas tutmaz yalnızlığımın sırrı
kanatır kendini kirli bir urgan içinde
Semiha Kavak

2 Kasım 2019 Cumartesi

HECE Kasım 2019


HEGEL'İN Batı'da Dinin Yeniden Keşfine Temel Oluşturan Düşünceleri

Semiha Kavak





YENİ ŞAFAK Kitap




TİMUÇİN’İN ÖLÜMSÜZLÜK YELEĞİ

Semiha Kavak

İnsanoğlu, tüm canlıların ölümünün kaçınılmaz olduğunu bilse de, doğası gereği ölüm gerçeği karşısında  varlığını korumak isteyerek ölümsüzlüğü arzular. Buradan bakıldığında, ölümsüzlük arayışı, sonsuza dek yaşamak arzusunun dışa vurumu olarak görülebilir.

Günümüzde bilimsel araştırmaların en önemli konularından biri olan yaşam süresini uzatmak ve ölümsüzlük, antik çağlardan bu yana önemini korumuş bir olgu.

Tarihi süreç içerisinde ölümsüzlük arayışları mitolojilerin, destanların, edebiyat ve sanatın, kutsal metinlerin, simya çalışmalarının önde gelen konusu oldu.
Bunun en ilgi çekici örneklerinden birisini, tarihin en eski destanı olarak kabul edilen Gılgamış Destan’ında görmek mümkün. Kardeşinin ölümünden çok etkilenen ve ölümden korkmaya başlayan Gılgamış, ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için oldukça uzun ve ölümcül tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkar, yolculuk esnasında karşılaştığı tanrılar kendisine ölümsüzlüğün ancak tanrıya ait olduğunu söylerler. Ancak, onun arayışı bunun imkânsızlığını anlayana kadar sürer.

Dünyaya hükmetmeye kalkan krallar, hükümdarlar, imparatorlar hep bu arayışın içinde oldular. Dünyayı titreten hükümdardan biri olan Moğol hükümdarı Cengiz Han da ölümsüzlük iksirinin peşinde olanlardan biriydi. Cengiz Han, Moğol kabilelerini askeri dehasıyla bir araya getirip önce Orta Asya’yı, buradan da ulaşabildiği her yeri ele geçirdi. Hedefi dünyanın hükümdarı olmaktı. O nedenle ölümsüzlüğün sırrına erişmek istiyordu.
Bu konuda ona yardımcı olabilecek biri olarak gördüğü çok uzak diyarlardan Taoist keşiş Ch’ang Ch’un’u bir mektupla otağına davet etti. Amacı, ölümsüzlüğün sırrına eriştiğini sandığı bu Taocu keşişten ölümsüzlüğün sırrını öğrenmekti.

“Cengiz Han Hırıstiyanlık, Budizm, Taoizm ve İslam gibi çeşitli dinlerin temsilcileri ile bağlantı kurmuş fakat onların inanç ve öğretileriyle pek fazla ilgilenmemişti. Örneğin, Üstad Ch’ang Ch’un’u davet etme amacı, ondan Taoizm hakkında dersler almak değil, ölümsüzlük iksirini elde etmekti.”
“Üstad Ch’ang Ch’un ömrünü Tao felsefesine adamış; ruhun gizemi, hayatın kökeni ve ebedi yaşam gibi konular üzerinden yoğunlaşmıştı. Cengiz Han ise üstadın kendisini kurtaracağını düşünmüş ve en yakın adamı olan danışmanı Yeh-lü Ch’u-ts’ai tarafından kaleme alındığı tahmin edilen bir davet mektubu üstada yollamıştı”

Diğer dinlerin alimlerine karşı oldukça müsamahakar davranan Cengiz Han’ın Moğollar üzerinde geniş bir etki oluşturan  Budist bir keşiş yerine Toacu bir keşişe bu derece ilgi göstermesi Taoizmin ölüme karşı yaklaşımıyla ilgiliydi. “Taoistler insan bedenini ölümsüz kılmak için girişimlerde bulunmuşlar ve Çin simyası, ilk kez büyü tekniklerinden, geleneksel doğa felsefesinden ve Taoistlere ait metafiziğin harmanlanmasından ortaya çıkmıştı. Yaşlanmayı engelleyecek yollar arayan Taoistler, beden eğitimi, nefes alıp verme alıştırmaları ve mineral içerikli iksirlerin yapımı için epey uğraşmışlardı. Ruh anlayışlarına paralel olarak ölümsüzlük iksirleri hazırlamaya çalışmışlar, dualar ederek perhizler yapmışlardı. Temel simgeleri olan “ying-yang” anlayışıyla ruhun beden dışı ölümsüzlüğünü değil, ölümsüz bir beden içerisinde varlıklarını devam ettirme arayışına girmişlerdi.”

“Cengiz Han’ın Ölümsüzlük Arayışı” adlı kitap, Taoist Simyacı Ch’ang Ch’un en yakın müritleriyle birlikte Cengiz Han’ın otağına ulaşmak için yaptıkları yolculukta elde ettiği izlenimleri anlatan bir seyahatname. Uzun yıllar sonra bir manastırda bulunan bu seyahatname o günlere ışık tutan gerçekçi bir belge gibi. 1221-1224 yılları arasında Türkistan’ı gezen Ch’ang Ch’un ve müritlerinin izlenimleri pek çok Türk boyunun gelenekleri ve görenekleri, coğrafyası, o coğrafya içerisinde yer alan canlılar hakkında ilginç bilgiler sunmakta, Moğolların yaşamlarına ait bilgiler vermekte.
“Bu memleket sabahları soğuk, akşamları sıcaktır; sarı çiçeklerle  birlikte pek çok bitki vardır. Kerulen ırmağı kuzey doğuya doğru akar. Irmağın her iki kıyısında da çok sayıda yüksek söğüt ağaçları bulunur. Moğollar yurtlarının çatı iskelelerini bunlardan yaparlar.”
“Altıncı ayın on üçüncü günü (4 Temmuz 1221) Yüksek Çam Dağları’na ulaştık ve geceyi buranın karşısında geçirdik. Bu memleket, hâlihazırda bulutlara meydan okuyan, güneş ışınlarını sızdırmayan; koyu gölgeli, sık, yüce çam ve köknar ağaçları ile kaplıdır. Üstad bu dağların ismini değiştirerek onlara “Muazzam Soğuk Dağlar” adını verdi.”

Ch’un’un 1227 yılında ölümünü müteakip müridi Li Chih-Ch’ang (1193-1256) marifetiyle kaleme alınan seyahat notları uzun süre unutulmuş ve asırlar sonra, 1795 yılında, Çin’deki bir manastırda keşfedilmiş. 1848 yılına gelindiğinde Çince neşri, sonrasında Rusça ve İngilizce çevirileri yapılmış. Gülşah Hasgüçmen’in İngilizce’den çevirisiyle dilimize kazandırdığı “Cengiz Han’ın Ölümsüzlük Arayışı: Taoist Simyacı Bir Keşişin Türkistan Seyahatnamesi (1221-1224)” dört yılda tamamlanmış bir eser.
Kitapta, sadece seyahatname yer almıyor. Seyahatname öncesindeki özel bölümde  çevirmen, çeşitli kaynaklardan elde edilen önemli bilgiler ışığında o coğrafyada mevcut olan dinleri, dinler ve mezhepler arasındaki ilişkileri, Cengiz Han’ın din alimlerine yaklaşımlarını da gözler önüne seriyor.
“Cengiz Han’ın nezdinde din adamları pek muteberdi. Onların istedikleri her şeyi yapmalarına izin veriyor ve arzularını reddetmiyordu.”
“Cengiz Han yabancı dinleri mensuplarına hem vergi muafiyeti tanıdı ve hem de ayrıcalıklar verip bu kişileri “Tarhan” konumuna yükseltti.”

Eser, Moğol coğrafyasını resmettiği gibi, Cengiz Han gibi tarihin en önemli hükümdarlarından birinin iç dünyasını ve arayışlarını da ortaya koyuyor.
Gerek tarihe ışık tutan gerçekçi bir seyahatname olması, gerekse o günlere ait önemli bilgiler vermesi nedeniyle  önerilecek kitaplar arasında çok özel bir kaynak eser.

Kitapta yer yer Ch’ang  Ch’un’un mistik dokulu şiirleri de yer almakta. Bu şiirlerden en duygu yüklü olanlarından biri  ölüm gününden birkaç saat önce  yazdığı veda şiiri;

 “Yaşam ve ölüm sabah ve akşam gibidir
Faniler köpüğe benzer, gelir geçerler fakat ırmaklar durgun akar
Bir çatlaktan ışık sızdığında insan karga ile tavşanın üzerinden atlayabilir
Onların sihirli güçleri tamamen ortaya çıktığında dağları ve denizleri kuşatır
Sanki bir ayak ötedeymişçesine dünyanın en uzak köşelerine uzanabilir
Hayatın kilit yayıymış gibi pek çok şeye nefes verir
Fırçamdan gereği gibi anlamayan dünyevi insanların ellerine düşünce.”

YENİ ŞAFAK Gazete - Kitap


1 Kasım 2019 Cuma

TEK BAŞINA




Ölürken çocuklarımı unuttum
Küçük deniz kirpileriyle sabah
Denedim bütün sabahları.


Sana sürgünümün şarabını bıraktım al
Mumlarını güzelliğin ve hiçliğin
Bir de kaygumun soluk ellerini.

Denedim bütün ölümleri
Ama görmedim büyülü ağaç
Ezilmiş sevdaların giysileri.

Sana ayrılığın yayını bıraktım al
Bir de adını bilmediğim gökyüzünü
Lamalar gibi koşar bozkırda.

Oysa ölümsüzlük şuracıkta, kar
Güneşi gibi doldurmuş odayı, basit,
Anlamsız ve tek başına.

Ayaklarım hayvan, üstüm başım bitki
Denedim bütün vakitleri al
Başka türlü geçmeyen bir vakitti.

Melih Cevdet Anday



gene/sis

TAHİR UZUN


Süvariler geçiyordu önümüzden,
Biz fotograf çekiyorduk.
Bütün atlar birbirine benziyordu
Ve kadraja girmiyordu süvari.
Hava mı kararmıştı;
Atlar mıydı siyah olan,
O vakitler bilmiyorduk.
Gözü; açık bir yara,
Ağzı kara bir sinekti kadının,
Durmadan vızıldıyordu.
Gülü öpen dudaklarla
Bedduada çarpılan aynı dudaklardı ah!
Kadın ağzıyla her yere konuyordu.
Öylece duruyorduk seninle karşılıklı,
Kokluyorduk havayı.
Kısrakların ense kökünde rüzgâr
Gökyüzünden çekik gözlü atlar sarkıtıyordu
Ve İp gibi bir kişnemeydi yağmur.
Derken;
Erimiş gökkuşağı olduk aynı kâsede
Sonra atlara doğru koştuk:
Renklere ad verildi,
"Belki de" dedi bir ses,
"Belki de asıl ayrılık budur!"
Çünkü ad verilmezden önce,
Her erkeğin kaburgasında bir kadın uyur.
İma C. Çelik

27 Ekim 2019 Pazar

Bize kalan...


En iyi hayat dersi kişiler değil mi zaten?
Bize kalan dekorlar biraz canımızı sıksa da aldığımız dersleri unutmamamızı sağlıyor. Unutunca yeni dekorlar bırakanlar oluyor... Dekorlar bitmez. İnsan ilk önce kendini kandırıyor ve kendisini inandırıyor, sonra başlıyor ortama en uygun dekorları üretmeye... İnsan kendisine gelemediği sürece hep tutunmak zorunda. Kanarak ve kandırarak yoluna devam edecek...
S.Kavak

21 Ekim 2019 Pazartesi

19 Ekim 2019 Cumartesi

Rahmetle...


Nuri Pakdil, İslami edebiyata yeniden devrimci ruh aşılayan, geleneğin derinliklerinden süzülmüş bir düşünceyi çağın ötesine taşımayı hedefleyen tevhidi bir soluktu.
Onun filizlendirdiği düşünce atmosferi sadece bir dönemi değil, geleceği de kuşatacaktır.

Kudüs’ü merkeze alan düşüncelerin her daim canlı olacağını düşünürsek, her Kudüs anıldığında onu hatırlayacağız. Ve her devrimci heyecanda onun sözleriyle iç dünyamızı yoğuracağız.

Semiha Kavak

9 Ekim 2019 Çarşamba

kötü kapanmış yara


                   "bir yara izinin asla çirkin
                    olmadığı konusunda
                    bana katılmanızı istiyorum.
                    Yara izi 'Ben kurtuldum'
                    demektir.

                                       Chris Claeva


en uzun mevsimdir hatıralar
gözden kayboldu o şehir
adımlardaki kırlangıç kararsızlığı
artık bağışlanabilir

denize inen sokakların sabah sakinliği
narların güz yorgunluğu
fındığın ekmeğin tütünün
soluğa karışmamış kokusu
bağışlanabilir

oysa terk etmek güzelleştirir herkesi
hafifler isimlerin ağır yükü
kısa bir sendeleyiş iç çekiş
ara sıra sancıyan
temiz bir yara
bağışlanabilir

hayat hatırlamaktır
kötü kapanmış
temiz bir yarayı

Orhan Tepebaş
Eski Liman 
Sayfa 62



7 Ekim 2019 Pazartesi

AYIN SÖYLEŞİSİ


DERVİŞ ZAİM'LE SİNEMA VE EDEBİYAT

Semiha Kavak: Ülkelerin toplumsal yapısının sinemaların gelişimiyle ilgisi var mı? Bu yönden baktığımızda Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir evvelki çağa ait sinema filmlerini seyrettiğimizde, her film, birçok açıdan masumane bir şekilde kendi döneminin taşıyıcılığını yapmaktadır. Sinemanın bu taşıyıcı yanını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Derviş Zaim: Bir bağ kurulabilir ama kurulabilecek bu bağ mekanik ve düz bir ilişki öngörmemeli. Yani gelişmiş ülke eşittir gelişmiş sinema denklemi her zaman doğru olmayabilir. İkinci soruya gelecek olursam, sinemanın dönemi yansıtma vaadinin daha nüanslı saptamalar barındırabilme ihtimalini de bu lafı söylerken hesaba katmalıyız. Mesela ülke sineması ülkenin yaşadığı dönemi yansıtmanın yanısıra o ülkeye yeni yeni gelmekte olan dönemi de sezdiriyor olabilir.

Semiha Kavak: Bazı ülkelerde sinema sanatı oldukça etkin. Bu ülkeler arasında maddi yönden zayıf olan bazı ülkeler de var. Bunları öne çıkaran özellikler neler sizce? Sinemayı bir açıdan  anlatı, ileti, yansıtma olarak değerlendirdiğimizde, insanın doğasına uygun senaryolarla, düşük bütçeye  ve her zorluğa rağmen başyapıt bir çalışma çıkarmak mümkün müdür?

Derviş Zaim: Benim yapmaya çalıştığım işlere bakmaya çalıştığımızda birkaç kavramın yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan biri, yanılmıyorsam, güç ilişkileri başlığı altına sokulabilir. Bu kategori ile, sadece sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair güç ilişkilerini kastediyorum. Yukarıda saydıklarıma ek olarak hayata dair sezebildiğim beni rahatsız eden bütün muhtemel güç ilişkileri ile mücadeleleri sinema çabam içinde maya olarak bulunabilir.
Bir de otantik temsil meselesini önemsiyorum. Otantik temsil meselesi ile güç ilişkilerini yan yana koyduğumuzda yaptığım işlere dair kabaca da olsa bir girizgah yapılabilir kanısındayım. Kuşkusuz benim girizgah önerimin dışında, yaptığım işlere yönelik başka okuma ve yaklaşım biçimleri de mümkündür. Hatta böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü çok anlamlılığa el veren açık yapıtlar olmaları için gayret ettim.

Semiha Kavak: Sinemasını kendinize nişangah yaptığınız bir yönetmen var mı? Literatürde kabul görmüş değerlerden hareketle: Sizce bir yönetmen, geçmişte kendisine hayranlık duyduğu bir yönetmeni istem dışı takip etme sürecine girebilir mi? Bir yönetmen için böylesi bir süreç var mıdır? İlerideki kavşaklarda bu fark edilmese bile, kişinin kendi özüne dönmesi gibi doğal geçişler mümkün müdür? Veya bu takip fark edildiğinde kendine dönüş gerekli midir, böylesi durumlarda endişeye gerek var mıdır, kişinin kendisi olması açısından, yoksa bir insan birini takip ederek de kendi olabilir mi? Yani takip, size göre özgünlüğü yozlaştırır mı, özgürlüğe zarar verir mi?

Derviş Zaim: Özgünlük, sanatçının referans aldığı yapı ve örüntüleri yeni bir bağlam çerçevesinde yazması sayesinde mümkün hale gelebilir. Birilerinden etkilenmek doğaldır. Etkiyi bilince çıkarmak gerekir. Bundan daha önemlisi ise şudur: Az evvel değindiğim şeyi yapmak, yani eskinin yapısını ve örüntüsünü yeni bir bağlam içinde yazmak gerekir.
Semiha Kavak: Sizce, televizyonların sinemanın gelişimi üzerinde olumsuz ve olumlu etkileri neler? Örneğin bu uzun metrajlı TV dizilerine nasıl bakıyorsunuz?

Derviş Zaim: Bir mecrayı kategorik olarak baştan reddetmemek lazım. Önemli olan mecranın içini ne ile doldurduğunuzdur. Shakespeare Thames kıyısında kurduğu tiyatrosunda bugünün dizi izleyicisine denk düşen sıradan insanlara oyunlarını sergiliyordu.  Muhtemelen bugün yaşamış olsa dizi yapabilme ihtimali de vardı. İlgili mecranın içine hangi içeriği boşalttığınız, hangi  bağlamda iş yaptığınız, faaliyet gösterdiğiniz konuları önemlidir. Bunlar bütünlüklü olarak ele alınmalıdır bir değerlendirme yapılırken.

Semiha Kavak: Filmlerinizin senaryoları size ait ve o nedenle aynı elden çıktığını sezinleyebiliyorsunuz. Filmleriniz  aynı yönetmenin elinden çıktığını hissettirse de, birbirinden farklı alanlara açılmak isteyen adeta bir deneme gibi durmakta. Sizi en iyi yansıtan ve “Yapmak istediğim film tam böyleydi.” diyebileceğiniz filminiz var mı?

Derviş Zaim: Filmlerimi büyük bir yolculuğun durakları olarak görüyorum. Onları okurun kafasında yaşayan belli duraklarımın ürünleri olarak algılıyorum. Belirli taraflarını ’Şimdi yapsam, daha farklı yapabilirdim’ duygusu her zaman yaşanabilecek bir duygudur. Nitekim imkan olsa çoğu insan bir filmi sonsuza kadar çekebilir ve montajlayabilir. Ama bu imkansızdır. Çünkü kaynaklar kısıtlıdır ve hayat değişir, dahası siz değişirsiniz.  Ama bu fantastik üretimi yapabilme için makine ayarlarını o  mantığa göre kurmak lazım. Bu da imkansız değilse bile zor bir iş olacaktır. On yıl önceki hayata bakışınız on yıl önce ürettiğiniz o filme ilişkin tavrınızı belirler. Dolayısıyla ’Ah keşke şöyle yapsaydım!’ tavrını, eski filmlerim gündeme geldiğinde pek fazla düşünmemeye, hayatıma uygulamamaya gayret ederim. Onlar benim belli dönemlerimi temsil ediyorlar. Üstelik filmlerimde bana azap çektirecek derecede pişmanlık içinde olduğum hatalarım da pek yok. Mesela,  şiddeti kutsayacak, onu fetişleştirecek bir iş yapmadım; mesela özcü işler yapmadım. Yine de filmler sabit değillerdir, seyircinin kafasında değişip dönmeye devam ederler. Farklı yorumlara açık olmaları, değişik yorumların hep devam edecek olması da işin cabası.

Semiha Kavak: Ödül almış bir yönetmen olarak dünyanın dört bir yanında festival veya başka isimler adı altında verilen ödüllerin gerçekten sanatsal değerleri yansıttığına inanıyor musunuz?

Derviş Zaim: Festival ödüllerinin bağlamdan bağımsız saf, temiz mekanizmalar olarak görülmemesi gerekir. Bazı ödüllendirmelerde böyle temiz anlar yaşanmıştır, yaşanabilir ama olup bitene tenzilatlı bakmak lazım.

Semiha Kavak: Gişe rekorları ile kalite ve gerçeklik arasında sizce nasıl bir bağ var? İtalyan yönetmen Carlo Ponti’nin “Gişe rekoru yapan bir film varsa, anlayın ki  o film kaliteli değildir” diye bir sözü var. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? “Sanatsal değeri olan iyi filmler, gişe desteği bulamaz” değerlendirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Derviş Zaim: Bu çok indirgemeci  bir yaklaşım.  Dolayısıyla yaşanan şeyi açıklamakta her zaman için çok yeterli olmayabilir.

Semiha Kavak: Rüyet adlı ikinci romanınız Yapı Kredi Yayınları tarafından Nisan ayında basıldı. Daha önce de Ares Harikalar Diyarında adlı romanınızla 1992 yılı Yunus Nadi Roman Ödülünü almıştınız. Rüyet’te okuru ne bekliyor?

Derviş Zaim: 1992 yılında Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan “Ares Harikalar Diyarında” adlı romanımdan sonra kaleme aldığım ikinci eser olan “Rüyet”, geçmiş ile gelecek, kendisi olmak ile bir başkası olmak arasında salınan insan ruhunun anlam bulma ve kendiliğini oluşturma çabasını ele alıyor. Hikaye, Sine adlı bir mimarın gözünden anlatılıyor ve günümüz İstanbul’unda geçiyor. Sine, amcalarının yönettiği bir mimarlık mühendislik şirketinde çalışmaktadır. Ancak şirketin borçları, mimarlık ve inşaat faaliyetlerinin günümüzdeki işleyiş biçimi onu gittikçe daha fazla rahatsız eder. Hayatının labirentinden bir çıkış yolu ararken eline  hiç yayımlanmamış, yarım kalmış bir Birinci Dünya Savaşı hatıratı geçer. Hatıratta yazılanlarla kendi hayatı arasındaki küçük paralellikler dikkat çekicidir. Sine, bu metinle olan etkileşiminde ruhunu huzura erdirecek bir ipucu bulabileceğini düşünmeye başlar. Daha fazlasını hikayenin tadını kaçırmamak için söylemek istemiyorum. Ama okura sürükleyici ve ilginç bir çizgi vaadettiğini ekleyebilirim.

Rüyet’i kaleme alırken etkilendiğim kaynaklardan biri Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisi oldu. Divan edebiyatının son büyük eseri olarak adlandırılan bu mesneviyi ele alarak, onu roman sanatının olanakları ile yeniden yazmaya ve inşa etmeye çalıştım. Eğer tecrübelerim beni yanıltmıyorsa, roman sanatı içinde Batılı geleneklere olduğu kadar Doğulu kaynaklara da yaslanmanın sahih ve hakiki bir yapıt üretmek bakımından sağlıklı olabileceğini düşünüyorum. Rüyet sadece büyük şair Şeyh Galib’in divan edebiyatının son büyük eseri olarak kabul edilen mesnevisine selam göndermekle yetinmiyor, onun yanısıra Spinoza’ya, Batılı roman biçimlerine, yirminci yüzyılın Batı kökenli çağdaş sanat düşüncesine de yer veriyor. Çünkü bütün bu yelpaze insanlık hazinesinin ve üzerinde durduğumuz topraklarda yaşayanların ortak mirası konumunda bulunuyor.

Belirtmek istediğim ikinci konu, Türk roman geleneği içinde tartışılan damarlardan biri olan Doğu Batı gerginliğine odaklanacak. Bu ikilemi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın trajedi olarak konumlandırdığı, Oğuz Atay’ın ise ironi sanatını kullanarak aşmaya çalıştığı kabaca söylenebilir. Rüyet, sözünü ettiğimiz Doğu Batı gerilimini ayrı bir yaklaşımla ele almaya gayret ediyor.
Altını çizmek istediğim üçüncü nokta kitabın açık bir yapı oluşturma gayretine ilişkin olacak. Rüyet, tarihsel, kültürel kaynaklara, edebiyata, mimariye, çağdaş sanata, mitlere ve sinemaya açık bir yapı olarak inşa edilmiştir. Daha ayrıntılı ifade edecek olursam, Rüyet romanı az evvel saydığım sanatlar, düşünceler, mimari ve estetik birimler ile karşılıklı bir alışveriş içindedir. Kendi dışında bir sürü alan ile zamansal, mekânsal, eş zamanlı ve art zamanlı bir metinlerarasılık ilişkisi yaratmanın peşine düşmüştür, her türlü alışverişe açık olacak şekilde kurulmuştur. Metnin bu tavrını, halihazırda var olan edebi, sinemasal, kültürel ve tarihsel bir sürü gerginliğin aşılması için bir imkân olarak değerlendiriyorum. Bir de bütün bu zenginliğinin yanısıra sürükleyici, neredeyse polisiye tadına yaklaşan bir stile sahip olmasını, okuma zevkini bağışlamasını yazma sürecine katmaya gayret ettiğimi eklemek istiyorum. 

HECE - EKİM 2019