"... Gönlümün
çiçekleri âh, her şey tek mevsim, tek gece..."
14 Ağustos 2018 Salı
5 Ağustos 2018 Pazar
RASİM ÖZDENÖREN'LE SÖYLEŞİ
İlk öykünüzü 14 yaşında yazdınız. İlk yazınız da Varlık Dergisi’nde
yayınlandı. Sonrasında isminiz Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera ekolü
içerisinde anıldı. Şimdi bunlar belirli çizginin devamı durumunda ancak belirli
bir kitleyle ilişkili. Siz bu kültürün başka kültürel mahallelere taşınmasını
da önemsiyor musunuz, önemsiyorsanız bu konuda neler yapılmalı?
Hikâyelerinizin çoğunda mekânlar öne çıkmakta, tasvirler ağırlıklı yer
almakta. Siz aileniz nedeniyle çeşitli şehirlerde bulundu-nuz, sonrasında bu
durumunuz sürdü. Hikâyelerinize bu durumun etkisi var mı?
Bu konuda yapılacaklar tarafımızdan
yapılmıştır. Bizim yaptıklarımız yerinde duruyor. O dergilerde duruyor,
konuşmalarımızda duruyor. Bunun başka
mahallelere veya başka ortamlara taşınmasında değer bulunuyorsa bu da konuya
önem verenlerin işi olmalıdır.
Hikâyelerimizde mekân değiştirmemizin
etkisi var mı yok mu onu ben bilemem. Bizim yaşantımızda var olduğuna göre
dolaylı veya dolaysız olarak bir biçimde ürüne yansımış olması düşünülebilir.
Bizim öykülerimizde tasvirler ana unsurlardan biridir. Betimlemeler öykünün
neredeyse görünmeyen kahramanı bile sayılabilir.
Öykülerin yanı sıra roman alanında da yazma gayretiniz var. Gerçi siz
yazmayı birbirinden ayırmıyorsunuz, bir alana yoğunlaşmak daha etkili olma
anlamına gelmez mi? Bununla birlikte şunu da eklemek isterim, Cemil Meriç bir
konuşmasında “Roman aylak tecessüsün ürünüdür, roman ölecek.” demişti. Siz romanın
geleceğini nasıl görüyorsunuz, roman Türkiye’nin kültürel geleceğinde etkili
olabilir mi?
Sondan başlayalım. Geleceğe dair herhangi
bir tahminde bulunmak kehanet olur. Romanın geleceği kurması diye bir önyargıda
bulunmak da doğru olmaz. Geçmişte de geleceği kurmadı.
Roman ölür veya ölmez onu bilemem. Ama
ölürse Cemil Meriç’in söylediği gerekçelerle ölmez. “Roman aylak tecessüsün
ürünüdür.” Diyor merhum üstat. Ona göre, roman vaktiyle, felsefenin,
psikolojinin, tarihin, sosyolojinin yerini tutuyordu. Şimdi bunlar ayrı ayrı
alanlar haline geldiğinden romana yer kalmamıştır, dolayısıyla roman ölecektir,
diyor merhum üstat. 19. Yüzyıl romanı için bu fikir kabul edilebilir olsa da, yani
romanın, felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin yerini tuttuğunu kabul etsek
bile, bugün roman aynı işlevi sürdürmüyor. Yeni
roman olsun, bilinç akımı olsun
19.yüzyıl romanı anlayışını aşmış bulunuyor. Günümüz anlayışında kimse romana
felsefenin, psikolojinin işlevini yüklemiyor. Roman kendi alanına sahip
çıkıyor. Kendi alanına sahip çıktığı için, gerek Fransa’da gelişmiş olan yeni roman, gerekse Amerika’da gelişmiş
olan bilinç akımı, bu türün ölmeyeceğini gösteriyor. Bu, yeni bir
icattan sonra bir öncekinin öleceğine dair kehanet hep dermeyan edilmiştir ama
hiç tutmamıştır. TV çıktığında radyo ölecek, radyo çıktığında gazete ölecek,
kamera çıktığında resim sanatı ölecek iddiası her zaman ileri sürülmüş, fakat
tutmamıştır. Bundan sonra da tutmaz. Her alan kendi iç değerinin dinamiklerini
ortaya çıkarıyor. Yeni söylem şekillerini ortaya çıkardığı için de kendi
varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla romanın kendini yenileyerek devam edeceğini
söyleyebiliriz.
Benim roman yazmak için özel bir
gayretim olmadı. İstesem yazabilir miydim? Sanırım yazardım. Ama öykü benim
için yeterince doyurucu bir alan…
1950 kuşağının öykücülerini usta öykücüler olarak görüyorsunuz, buradan
günümüze bakarsak öykücülüğümüzün bugünü, yarınını nasıl görüyorsunuz? Bu
konuda sizin başarılı bulduğunuz, beğendiğiniz isimler var mı, varsa kimler?
50 kuşağı öykücüleri bizim edebiyat
tarihimizde bir patlama yaptı. O patlama halen aşılabilmiş değil. Böyle toplu
bir patlama olmadı 50 kuşağı öykücülerinden sonra. Oradaki öykücülerin her biri
–isim de sayabiliriz- çok değerli ürünler ortaya koydu. Günümüzde münferit
çıkışlar oldu. Ben bunların içinde en önemli çıkışı gerçekleştirmiş olarak
Hasibe Çerko’yu görüyorum. Onun öykülerinin yeni bir atılım olduğu kanısındayım.
Öykü ile felsefe arasında önemli bir bağ olmasına rağmen kuramsal anlamda
bu konuya eğilenler yok denecek kadar az. Bu konuda neler yapılabilir, bu
duruma neden olan şey ne?
Öyküyle felsefe arasındaki ilişkiyi
teknik bir bağlantı gibi anlamamak lazım. Buradaki felsefeyi de felsefe tarihindeki
felsefeciler olarak anlamamak lazım. Felsefeyi burada varlığı, insanı bir
yorumlama ve telakki tarzı olarak kabul edersek, o anlayış tarzıyla -daha doğrusu
orada felsefe kelimesi yerine kültürü ikame edelim- sadece öykünün değil bütün
bir edebiyat alanının kültürle etkileşimi vardır. Bu etkileşim karşılıklı...
Korelasyon halinde, biri diğerini etkiler, o etki başlangıçtakine de yansır.
Birbirini etkileyerek devam eder.
Bir konuşmanızda “Bütün çalışmalarım yazmak isteyip de yazamadıklarımdan
ibarettir, zaten onu bir kere başarabilsem altına yekûn çizgisini çekeceğim ve
tamam bu iş burada bitti diyeceğim.” diyorsunuz. Nedir o yazmak isteyipte
yazamadığınız, yazmanızı gerekli kılan şey? Yazma serüveninizi nasıl görüyorsunuz
bu serüven ömrünüz elverdiğince sürecek mi?
Biz bir anın öyküsünü yazmaya teşebbüs
ettik diyoruz. Başlangıçtan itibaren onu da başaramadığımızı söylüyoruz. Bu,
öykülerin başarısız olduğu anlamına çekilmemeli. Bu benim kendime yönelttiğim
bir yargı. O anın öyküsü yazılabilir mi? Bunun yazılamadığı anlaşılıyor, ama bu,
bizi o gayretten geri çevirmiyor. Dolayısıyla bu durum, Einstein formülü gibi
olup biten, sonlu bir şey değil. Bir süreç işidir o, kendini tekrarlayarak veya
tekrarlamayarak süren bir süreçten bahsediyoruz burada. Sabahleyin uykudan
uyandığında ne görüyorsun, o an yaşadığın anlam nedir? İlk defa, günün ilk anında
aynaya baktığında kendini, yansımanı gördüğünde sende oluşan izlenim nedir?
Bunlar bir anlık olaylar fakat bu bir anlık olaylar yazmaya teşebbüs edildiğinde
fotoğraf kamerasıyla tespit edilen bir enstantane halinde tespit edilemiyor yazıda.
O yaşantı akışan, gelişen bir olgu. İlk gördüğün anı kovalayan anlar var. O
andan önce senin bir yaşantın var. O yaşantının getirdiği birikimle aynada
kendini görüyorsun. O yaşantının birikimiyle gözyaşı döküyorsun veya gülümsüyorsun.
Yahut herhangi bir şey düşünüyorsun ya da aklından geçiriyorsun. Bir anda olup
biten ve kategorik olarak orada sabit duran bir fenomen değil bunlar. Süren bir
olgu... Tren yolu gibi. Ama tren yolunun bir milimetrelik kesitini nasıl
önünden sonundan ayırarak belirleyemezsen, o anlar da öyle. Ama yine de çaba
bizden diyerek anlatmaya çabalıyoruz aynı olguyu.
Bizim kültürümüzün bazı edebiyat dallarına uzak olduğu iddia edilir. Cemil
Meriç romanda gelecek görmezken Mustafa Kutlu da bizde trajedinin
olamayacağını, olsa olsa bir nefs muhasebesi anlamına gelecek eserler
olabileceğini, yazılabileceğini söyler. Bu konuda siz nasıl düşünüyorsunuz?
Ben bu iki görüşe de katılmıyorum. Cemil
Meriç, “Osmanlıda roman yoktur, çünkü roman aylak tecessüsün eseridir, Osmanlı da
Müslüman olan bir millet olarak aylak tecessüse yaşantısında yer vermemiştir” diyor.
Romanı böyle görüyorsak hem romanı yanlış anlamış oluruz, hem de aylak tecessüs
teşhisi yanlış yerde kullanılmış olur. Romanın aylak tecessüsle ilgisi yok. Tam
tersine uyanık bir tecessüsün, uyanık bir merakın işidir o. İkincisi, roman
Batı’da aydınlanma döneminin eseri. Yani insanın ortaklaşa bir kavram olmaktan
çıkıp, birey olarak, insan teki olarak anlaşıldığı, öyle kabul edildiği bir
dönemin ürünü. Roman insan teklerini anlatıyor. Bizim edebiyatımızda Mesnevi’yle
roman arasında, Mesnevi’yle hikâye arasında irtibat kurmaya çalışan yaklaşımlar
var. O da doğru bir karşılaştırma değil. Mesnevide ortak insan karakteri ele
alınır. Tipler yok orada. Karakterler var. Mesnevide insan karakteri olarak
hayvanlara da müracaat edilebiliyor icabında. Ama liberal çağın romanı bireyi
öne çıkarıyor. Günümüz romanının prototipi olan Cervantes’in Don Kişot’u, bireyi
öne çıkarıyor. Don Kişot olsun onun yardımcısı Sanço Panço olsun bunlar birey
karakterler olarak anlatılıyor. Bunun Mesnevi türüyle uzaktan yakından ilgisi
yok. Mesnevi insanı tip olarak anlatmıyor, öyle bir derdi yok onun. İnsana birey
olarak bakmıyor, temel farklılık burada. Ben Cemil Meriç merhumun bir sosyolog
olarak bunu değerlendirmesini beklerdim.
Öbür taraftan sanıyorum trajik olana
yanlış bir anlam yükleniyor. Müslüman olmakla gâvur olmakla alakası yok trajik
pozisyonla karşılaşmanın. Sofi’nin Seçimi isimli filmde bir sahne var. Orada Sofi’nin
başına gelen herkesin başına gelebilir. Sofi çocuklarını Nazi zulmünden
kaçırmak için yanına alıyor, fakat yolda kendisini gestapo şefi çeviriyor. Çocuklarını
toplama kampına götürmek üzere elinden almak istiyor, Sofi de yalvarıyor: “Hiç
olmazsa birini bana bırak!” diyor. Gestapo şefi de: “Madem öyle, karar senin, hangisini
alacaksan al, vaktim yok, çabuk ol!” diyerek kararı Sofi’nin seçimine bırakıyor.
Şimdi Sofi iki oğlundan hangisini seçerse seçsin diğerini ölüme gönderecek. İşte
Sofi’nin o karar anındaki pozisyonudur trajik olan. İki müspet değer arasında
seçme zorunluluğuyla karşı karşıya bırakılmış olan insanın durumu. Bunun gâvurlukla,
Müslümanlıkla, Hıristiyanlıkla ne alakası var? Böyle bir durumla herkes
karşılaşabilir.
Popüler bir dizi haline getirilmiş olan ve ismini Zarifoğlu’nun bir
kitabından alan “Yedi Güzel Adam”adlı diziye belirgin bir tepkiniz olmadı. Oysa
bir döneme sıkıştırılan isimler çok daha fazla ve çabaları anlatılanlarla
sınırlı değil. Bazı dizilerin siyasal sonuçlar doğurmasına nasıl bakıyorsunuz?
Şimdi inanılır gibi gelmeyebilir ama ben
o diziyi seyretmeye fırsat bulamadım. Sadece bir iki parçası denk geldi, izledim.
Onunla kaldı. Benimle dizi üzerine bir defa yarım saat kadar konuşuldu, o kadar.
Her dizi veya her film veya edebiyat
ürünü, müzik, sahne sanatları vb, bunların tamamı kendi kültürüyle korelasyon
halindedir. Yani hem o kültürü yansıtır, hem de o ürün yaşayan kültüre yansır karşılıklı
etkileşim, bağlılaşım, ilgileşim... Yani o dizi veya o sanat eseri o kültürün ürünü
olduğu gibi, o ürün de o kültüre yansır. Örnekleyecek olursak, Dostoyevski’nin
romanları bir psikoloji anlayışına yol açılsın diye yazılmadı, ama o romanlar Freud’da
bilinçaltının keşfinde işe yaradı. Veya Oidipus piyesi “baba kompleksi”ni
anlatmak için yazılmadı. O günden günümüze değin süren tema, öldürülmek üzere
dağa götürülen çocuğa kıyamayıp sağ bırakılması ve çocuğun eve dönüp aynı evde
büyümesi, annesine âşık olup babayı öldürüp onunla evlenmesi... Bunlar bu tür
masalların ortak unsurları. Bu eserler Freud gelsin de bundan baba kompleksini
çıkarsın, insanın bilinçaltı dünyası keşfedilsin diye yazılmış şeyler değil. Ama
her biri Freud’un gelmesini beklemiş... Bunlar o kasıtla yazılmış eserler değil,
fakat o kültürün yansıması. Şayet eser insanın evrensel benliğinde bir noktaya
temas ediyorsa, öncesiz ve sonrasız yaşamasını sürdürüyor.
Bir kitabınızın ismi “Yeniden İnanmak.” Bugünkü çağda ne anlama geliyor bu?
İçinde bulunduğumuz dünyada sizce imanın şartları neler olabilir, neleri kabul
edip, neleri reddetmeliyiz?
Kitapta şunu söylüyoruz genel olarak, Asr-ı
Saadet müslümanıyla günümüz müslümanı arasında şöyle dramatik bir farklılık var.
Asr-ı Saadet müslümanı kendisine tebliğ edilen hükmü hemen hayatına geçiriyor. Namaz
kılınacak denmişse herkes namaz kılmaya başlıyor. İçki içilmeyecek denmişse
kimse bunu tartışmıyor. Kimse: “Efendim bizim yıllanmış şaraplarımız var. Şunları
tüketsek de ondan sonra bu işe başlasak” demiyor. Oysa sonraki Müslüman
tamamlanmış bir dinin içine doğuyor. Tamamlanmış bir dinin içine doğduğu için
de o dini kendi hayat tarzına uyarlamaya çalışıyor. Böylece İslam’la
sosyalizmi, İslam’la Marksizm’i, İslam’la liberalizmi, İslam’la kapitalizmi
uzlaştırmaya çalışan görüşler ortaya çıkıyor. Yani İslam’ı tek başına ele
almıyor. İçine doğup büyüdüğü kapitalist veya sosyalist telakki tarzıyla
İslam'ı uzlaştırmaya çalışıyor. İslam sosyalizmi, İslam liberalizmi gibi
tamlamalara gidiyor. Oysa bunların hiçbiriyle uzlaşmaz İslam. İslam’da faiz
yasağı var, sosyalizmde de faiz yasağı var. Fakat her iki yasağın nedeni birbirinden
farklı. Sosyalizmdeki faiz yasağının nedeni özel mülkiyete yer olmamasından
dolayı. Faiz özel mülkiyetin bir fonksiyonu. Oysa sosyalist ortamda özel mülk tanınmadığı
için faizin de teorik olarak olmaması lazım. Şayet birileri hem sosyalist
ortamda yaşıyor hem de faizle iştigal ediyorsa, bu, kurulu düzenin temel
argümanlarına bir karşı çıkışı varsayar. Orada bir gayrimeşru durum söz konusu
demektir. Dolayısıyla faizle iştigal edenin cezası mesela Sovyetler Birliği’nde
en ağır ceza olan idamdı. Çünkü faizle iştigalin kurulu düzenin temelini
dinamitlediği varsayılıyordu. Oysa İslam’da hem özel mülkiyet var hem faiz
yasağı. Buna mukabil zekât mecburiyeti var. Zekât nedir? Malın maldan
arındırılması. Keynes diyor ki; “Faiz oranıyla servet ters orantılıdır.”
Keynes’in görüşünü uç noktaya götürdüğümüzde, matematiksel olarak yüzde sıfıra
inen faizde servet sonsuza kavuşmuş olur. İslam ise sadece faizi sıfırda
tutmuyor, faizi negatife indirgiyor. Nasıl mı? Zekâtla... Zekâtın tek başına
yürürlükte olduğu yeri tam kavrayabilmek için İslam’ın bütün hükümleriyle
yaşandığı ortamı hesaba katmamız lazım. Bugün Türkiye'de tutalım ki herkes zekâtını
veriyor. Ama zekâttan doğan zenginliği görebiliyor muyuz? Görmüyoruz. Niye? Çünkü
zekâtın olduğu yerde faizin olmaması lazım. Hem faiz var hem zekât varsa orada
İslam uygulanmıyor demektir. Orada zekât kendi fonksiyonunu icra etmiyor
demektir.
Yeni baskılarında bazı eklemeler yaptığınız
“Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” adlı eserinizde İslamın ancak
kendi dünyası içerisinde yaşanabileceğini,
aksi halde İslam’ı tam manasıyla yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor,
kurulu düzeni değiştirmekten bahsediyorsunuz. “Demokrasi egemen sınıfın lehine
çalışır” diyorsunuz. Demokrasinin ötesinde nasıl bir düzen tahayyül
ediyorsunuz?
İslam’la demokrasi arasında bağlantı
yok. İslam nevi şahsına münhasır bir yaşam tarzı öngörüyor. Bizi yanıltan nokta
içinde yaşadığımız toplumsal şartın düzenlenmesinin demokrasiyle mümkün
olacağına ilişkin önyargımızdan ileri geliyor. Bu soruyu cevaplandırırken
kendimizi Batı kültürünün içinde telakki ediyoruz. Ve o telakki tarzına göre
düzenlemenin demokrasiyle imkân dâhiline sokulacağını düşünüyoruz. Fakat üçüncü
şık ihtimalini devreye soktuğumuzda soruyu ikiye ayırarak olaya bakmamız lazım.
Şöyle ki bu durumda soru şu iki şıkkın ayrı ayrı cevaplandırılmasını
gerektiriyor: Türkiye demokrasinin neresinde? Demokrasi İslam’ın neresinde?
Halen Türkiye Cumhuriyeti demokrasinin
neresinde? Hiçbir yerinde değil. Bu tespitimiz hükümetlerle ilgili değil, kurulu
düzenin temeliyle ilgili. Her şeye rağmen kurulu düzen demokratikleşmeli mi?
Evet demokratikleşmeli. Fakat Türkiye demokratikleşir mi? Bu ayrı bir soru. Demokratikleşmez.
Birkaç sebebi var. Bir defa 1924, 1961, 1982 Anayasalarıyla bugünün iradesine
ipotek konulmuş. O irade şunu buyuruyor; Bu anayasanın birinci, ikinci, üçüncü
maddeleri değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez. İpotek altına alınmış
iradenin hür ve müstakil olduğu söylenebilir mi?
Ben Ankara başkent olmaktan çıksın
demiyorum ama benim irademe set çeken iradeye karşı koyuyorum. O günün
ihtiyaçlarının bugünün ilkeleri haline getirilmesine itiraz ediyorum.
Gene 1982 Anayasasının 174. maddesi “İnkılâp
kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan
hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz”
hükmünü koymuş. Neden?
O irade yürürlükte olduğu sürece Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nu değiştiremezsin. Değiştiremeyince mevcut eğitim sistemini düzeltmek
mümkün olmaz. Eğitim sistemi öğrenim yıllarıyla oynayarak veya ders saatlerini
değiştirerek veya o ders yerine şu dersi ikame ederek düzeltilemez. Nitekim
düzeltilemiyor. Eğitim sisteminin düzeltilmesinin önündeki apis öküzü Tevhidi
Tedrisat Kanunu’dur. Bu Kanun kaldırılmadıkça istihdam problemi halledilemez.
İstihdam problemiyle tevhidi tedrisat arasında bağlantı var. O bağlantı eğitim
sisteminin piyasanın ihtiyaç duyduğu nitelikteki elemanı piyasaya arz etmene engel
teşkil ediyor. O eğitim sistemi, merkezi eğitimi, totaliteyi öngörüyor. Sistem
kökten değiştirilmedikçe palyatif tedbirlerle, üç seneyi beş seneye çıkarmakla,
beş seneyi dört seneye indirmekle oyalanılıyor. O ders değil bu ders okutulsun
diyorsun. Fakat o dersler piyasanın ihtiyacına cevap vermiyor, vermesi de
mümkün değil. Tevhid-i Tedrisat özel okul açılmasını engelliyor. Hali hazırda Türkiye’de
özel okul adıyla açılmış olan okullar özel şahıslar marifetiyle işletilen
devlet okullarıdır. Her düzeydeki okul veya üniversite… Tedrisat programını öğretim
kurumunun kendi belirlemedikçe o okul özel okul olamaz. Piyasada oto
tamircisine veya bahçıvana veya bilgisayar tamircisine ihtiyaç varsa özel okul
bu elemanları yetiştirir. Oysa yürürlükteki tedrisat programı bilgisayar
mühendisi veya ziraat mühendisi yetiştiriyor, ara eleman yetiştirmiyor, oysa piyasa
ara eleman talep ediyor. Ara eleman meslek ve sanat okullarında yetiştirilebilir
onu da beceremiyorsun. Çünkü onların da tedrisatı merkezden belirleniyor.
Ülkenin servetiyle iktisadi hayatıyla
istihdam problemiyle eğitim problemi arasında birebir bağlantı var. Bunun da
kökeninde Tevhid-i Tedrisat Kanunu yatıyor. Onu da değiştiremeyince eğitim problemi
de istihdam problemi de kısır döngüye giriyor.
Bu, niye demokratikleşilemeyeceğinin bir
sebebi. Diğer bir sebep ise, demokrasinin Batı kültür ortamının ürünü olması. Batı
kültürü ayrımcı ve ayrılıkçı, köleli ve köleci, ırkçı bir sınıf temeline dayalı
toplumsal yapıya sahip. O sınıfların her biri kendi çıkarını gözetmek üzere
siyasal partisini kurmuş, her biri kendi sınıfının çıkarını mecliste temsil
etmek üzere kurulup hazırlanmış partiler. Din adamlarının Hıristiyan demokrat
partileri, diğer sınıfların muhafazakâr partileri veya proleterlerin işçi
partisi, bunların her biri belli bir sınıfın temsilcisi olarak ortaya çıkıyor. Sınıflı
toplumun kendi sınıfını temsil eden partileri oldukça o sınıflar kendi çıkarlarını
savunmak üzere mecliste yer alıyor. Şimdi bu partilerin üyeleri Türkiye'de
olduğu gibi birbiriyle milletvekili değiş tokuşu yapabilir mi? Mesela bizde bir
parti diğerine 20 milletvekili hediye edebiliyor. Bunu Batı’da göremezsin. Batı’da
buna adamlar burnuyla güler. Yani partiler arasında böyle transferler söz konusu
olmaz, işin tabiatına aykırı. Türkiye’de niye oluyor? Çünkü Türkiye’de sınıf
telakkisi üzerine kurulmuş değil bu partiler. Ya ne üzere? İdeoloji üzerine kurulu... İdeoloji bize
gökten zembille inmiş. Bir kısmı kendisini laik tasavvur ediyor, bir kısmı
milliyetçi, bunların toplumsal yapıda bir karşılığı yok, alt yapıda bir
karşılığı yok. Sadece bir takım kabuller var zihinlerde.
“Nasıl Bir Türkiye İstiyorum?” adlı yazınızda “hukuk düzenini kurmuş, -
içerde sükûneti sağlamış, - dışarıda komşularıyla barış içinde yaşayan, -
vizeleri kaldırdığı için serbest ve sınırsız ticaret yapabilen, - bölünme,
parçalanma tehdidinden kurtulmuş; tersine bütünleşme sürecine girmiş bir
Türkiye!” cevabı veriyor, “Kızıl Elma”nın ise daima bir kulaç ötede ulaşılmayı
beklediğini söylüyorsunuz. Kızıl Elma sınırlı bir ideoloji olmakla
tanımlanıyor, sizin Kızıl Elma anlayışınız nedir? Bu düşünce etrafında nihai
bir hedef oluşturabilmek mümkün mü?
Böyle bir Türkiye İslam ülkeleri
arasında Gümrük Birliği’nin sağlanmasıyla gerçekleştirilebilir. 1960’lı, 70’li
yıllarda Müslümanların şöyle bir söylemi vardı; ya Osmanlı Devleti ihya edilecek
veya halifelik yeniden tesis edilecek. Halife gelirse bütün Müslümanların aynı
çatı altında toplanabileceği farz ediliyordu. Bu halife söylemini İngilizler de
çok benimsemiş vaziyette. Yani bu mülahazalarla hareket edildiğinde her
Müslüman devlet halifelik iddiasında bulunabilecek; bu da İslam ülkeleri
arasında bütünleşmenin değil, ayrışmanın yolunu açabilecek. Bunun da kökeninde
milliyetçilik anlayışı yatıyor. Şimdi biz mevcut durumu olduğu gibi kabul etmek
suretiyle çözümü mevcut şartların içinden bulup çıkarmak zorundayız. Yani
kafamıza göre realitede karşılığı olmayan bir toplum icat edip, o topluma göre
halife olsun olmasın dersek yanılırız. Her devlet halifenin kendi ülkesinden çıkmasını isterken işin içinden nasıl çıkılır? Dolayısıyla Halifelik
müessesini devre dışı bırakarak konuyu halletmek lazım. Çözümün Gümrük Birliği
ile sağlanabileceğini öngörüyorum. Gümrük Birliği insanların, hizmetlerin,
eşyanın karşılıklı olarak, gümrüksüz şekilde birbirine geçişini sağlayan
iktisadi ve ticari alandaki uluslararası düzenleme... Nitekim 2007 yılında Türkiye
ile Suriye arasında gümrükler açıldığında iki ülke arasında serbest ticaret
başlamıştı. Ama 2009’dan itibaren, özellikle İsrail ile çeşitli nedenlerle
Türkiye'nin arası açılınca bu proje akim kaldı. Ama hayata geçirilmesi her
zaman mümkün...
SEMİHA KAVAK
3 Ağustos 2018 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)