Öncelikle şunu sorayım;
insanoğlunun tarih boyunca çeşitli bağımlılıkları oldu. Bugün bizi hangi
bağımlılıklar kuşatmış?
Bu bağımlılıklar kişiye göre değişiyor artık. Kişinin
yaşına, psikolojik, sosyolojik durumuna göre şekil alıyor. Bağımlılık
dediğimiz kavram kendini o kadar güncelledi ki eskiden bağımlılık dendiğinde
akla ilk gelenler uyuşturucu, sigara ya da alkol bağımlılığı olurken bunlar
artık arka sıralarda kendilerine yer buluyor.
Çünkü “modernleşen dünyamız” ile birlikte yepyeni bağımlılıklarımız oluşmaya başladı:
Sosyal medya bağımlılığı
Sanal bahis bağımlılığı
Online oyun bağımlılığı
Pornografi bağımlılığı
bunlardan
bazıları…
Benim uzun süredir seminerlerde anlattığım ve
maalesef gençliğimizi saran ilginç ve bir o kadar korkutucu bağımlılıklar var
mesela;
Bunlardan biri Dismorfofobi; Güzelsem varım!” diyenlerin hastalığı.
Dismorfofobi, ‘ayna hastalığı’ olarak geçiyor. Kendini beğenmeme hastalığı… Şu an dünyada intihar eden her beş kişiden
biri dismorfofobi hastası.
Almanya’da
4 Milyon 670 bin insan dismorfofobi yüzünden doktora gidiyor, yani 4 milyon 670
bin insan kendi bedeninden nefret ettiği için tedavi görüyor.
“2018’de dünya genelinde
yaptırılan estetik işlemlerinin 10 milyon 607 bin 227’si cerrahi, 12 milyon 659
bin 147’si ise cerrahi olmayan operasyonlar” olarak açıklandı.
Çünkü yaşadığımız çağ bize şunu
anlatıyor: Sen göründüğün kadar varsın; kalbin, duyguların, beynin, bunlar
önemli değil.
Sen
beğenildiğin kadar varsın; eğer yorumların, fotoğrafların, sözlerin,
paylaşımların beğenilmiyorsa sen bir hiçsin.
Bize
“Cilalı İmaj Devri”nde yaşadığımızı ve buna göre hareket etmemizi empoze
ediyorlar.
Bizler
bu “imaj” kavramının bir “Truva Atı” olduğunu bilmek zorundayız. Bu Truva Atı,
bizim kişilik dünyamıza “güzellik” maskesi altında gönderilen düşman
askerlerinden oluşuyor aslında.
Bu
düşmanı alt etmek için parolamız asla değişmeyecek:
“Dişilik değil, kişilik. Şekil değil, şahsiyet”.
Siz kitabınızda
bağımlılık ile bağlılık arasında bir bağ kuruyorsunuz. Özetlerseniz aralarında
nasıl bir ilinti var?
Bu
sorunun cevabını ilginç bir yöntemle yıllar önce Prof. Bruce K. Alexander
adında bir bilim insanı çözüyor.
Kafese
bir tane fare koyuyor. Kafesteki fareye biri kokainli biri saf olmak üzere iki
farklı su sunuyor. Fare zamanla kokainli suyu tercih ediyor ve bağımlı olduktan
sonra ölüyor.
1970
yılına gelindiğinde profesör buradaki yanlışı buluyor: ‘’Fareyi boş bir kafese
koyuyoruz’’ diyor. Farenin mutlu olmak için kokainli su dışında tercih
edebileceği bir eylem söz konusu değil. Bunun üzerine bir fare parkı kuruyor.
İçinde tekerlekler, tüneller, güzel fare yemekleri, peynirden toplar olan bir
“fare parkı”. Ve yine biri kokainli biri saf olmak üzere iki kap su veriyor
faremize. Sonuç anında etkisini gösteriyor ve fare kokainli suyun yanına dahi
yanaşmıyor. “İyi de bunlar fare! Bize neden bunlarla örnek veriyorsun?”
diyenlere başka bir örnek daha verelim isterseniz?
Vietnam
Savaşı sürerken, Amerikan birliklerinin %30’u eroin bağımlısı oluyor. ABD’de
müthiş bir endişe… Savaş bitecek ve sokaklarda yüz binlerce bağımlı olacak
korkusu…
Uyuşturucu
bağımlısı askerler evlerine kadar izleniyor ve Amerikan Psikiyatri Birliği
büyük bir çalışma yapıyor. Dönenlerin % 96’sı ilk hafta içinde eroini
bırakıyorlar.
Peki
neden?
Tıpkı
fare deneyinde olduğu gibi… Vietman’da savaşırken uyuşturucu madde onlara bir
“kurtuluş”, bir “kaçış” yolu gibi görünüyordu.
Fakat kendi evlerine, eşlerine, ailelerine kavuştuklarında aslında bu
bağımlılığın ne kadar boş ve saçma bir kaçış yolu olduğunu anladılar.
Bağımlılık
dediğimiz şey, kimyasal kancalarla değil, beynimizdeki kafesimizle alakalıdır.
Kafesimize
uyum sağlamakla alakalı yapacağımız işlem ise “bağımlılık değil, bağ kurma”dır.
İnsanoğlu
doğumundan itibaren ‘bağ kurma’ üzerine yaratılmıştır. Ailemizle,
akrabalarımızla, arkadaşlarımızla, dostlarımızla, Rabbimizle bağ kurmak
zorundayız.
Eğer
bu saydıklarımızla bağ kuramazsak, kendimizi hayat ve toplum tarafından
dışlanmış hisseder ve bize rahatlık, mutluluk hissi verecek “sanal” şeylerle
bağ kurmak isteriz.
Sizin
de kitabınızda vurguladığınız gibi İbn-i Haldun “insan alışkanlıklarının
çocuğudur” der. Buradan baktığımızda alışkanlıklar nasıl oluşuyor ve nasıl
bağımlılığa dönüşüyor?
Semiha
Hanım, müsaadenizle bu soruya da bir deney örneği ile cevap vermek istiyorum.
Bilim
insanları 1972 yılında ilginç bir deneye imza atıyorlar. Bir maymuna “kokain”
enjekte ediyorlar. Aradan 11 saat geçtikten sonra maymunun yanına en sevdiği
yiyecekleri koyuyorlar. Fakat maymun dönüp bakmıyor bile, âdeta “Bana
uyuşturucu madde verin!” diyor ve aradan geçen 27 saat sonra maymunumuz
maalesef ölüyor.
Bilim
insanları bu deneyden sonra biraz daha ileri gitmek istiyorlar ve bir fare ile
yeni bir deneye başlıyorlar. Farenin orta beynine yani dopamin (mutluluk)
hormonu salgılayan kısmına bir elektrot yerleştiriyorlar. Onun dopamin
salgıladığı kısmına elektrik sinyalleri vererek farenin mutluluk hormonu
salgılamasını sağlıyorlar.
Tıpkı
maymun deneyinde olduğu gibi aradan 11 saat geçtikten sonra farenin en sevdiği
yemekleri yanına koyuyorlar ama fare onlara dönüp bakmıyor bile.
Bilim
insanları bir adım daha ileri gitmek istiyorlar ve farenin beynine verdikleri
elektrik sinyalini kontrol eden anahtarı onun yanına bırakıyorlar ve onun ne
kadar süre ile kendi beynine elektrik vererek mutlu olmak istediğini görmek
istiyorlar.
Çok
ilginç ama minik faremiz 27 saat sonra her “on üç saniyede bir” kendi beynine
elektrik vermeye başlıyor. Ve günün sonunda aç ama mutlu bir şekilde ölüyor.
Peki
bu deneyi neden anlattım?
Çünkü
bizi bağımlı kılan şey de tıpkı maymun ve farede olduğu gibi “keyif
hissi”dir.
Ne
demek bu?
Normal
bir insan araştırmalara göre 6 dakika 27 saniyede bir sosyal medya hesaplarına
bakma dürtüsü alır. Fakat siz bir selfie çekilip Instagram hesabınıza
koyduğunuzda eliniz her 27 saniyede bir hesabınızı kontrol etmek için
telefonunuza uzanacaktır.
Neden?
Kim
beğenmiş?
Kim
yorum yapmış?
Kim
paylaşmış?
Beyniniz
size bu sorularının cevabını aramanız için komut verir çünkü.
Bizi
bağımlı kılan şey, işte buradaki “keyif hissidir”. Buna “like bağımlığı” da
diyebiliriz.
İnternet teknolojisinin ürünleri olan akıllı telefonlar bilhassa gençliği esir almış durumda. Aranılan birçok şeyi burada bulmak mümkün.
Gençler interneti genelde
hangi amaçlarla kullanıyor, kullanım alışkanlıklarının olumsuz etkileri
neler? Bu alışkanlıklardan nasıl
kurtulunabilinir? İnterneti bilhassa gençlerin doğru ve yararlı kullanmaları
için neler önerirsiniz?
18-24
yaş aralığındaki akıllı telefon kullanıcılarının;
-
%89’u uykudan uyandıkları ilk 15 dakika içerisinde telefonlarına bakıyorlar.
-
%74’ü için telefonlarına bakmak sabah yaptıkları ilk iş olarak geçiyor.
-
%79’u uyanık oldukları sürenin sadece 2 saatini telefonlarıyla uğraşmadan veya
telefonlarını yanlarında tutmadan geçirmekteler.
-
Bağımlı bir kullanıcının telefonundaki uygulamalara bakma sayısı günde 132’yi
bulurken, normal bir kullanıcıda bu sayı 76.
Bu
oranlara baktığımızda, cep telefonlarımız bir nevi ağrı kesici görevi görüyor.
Başımız ağrıdığında aldığımız ilaçlar gibi “canımız sıkıldığında” da
telefonlarımıza sarılıyoruz.
Sosyal
medyada geçirilen zamanın çok önemli bir kısmı can sıkıntısı bahane edilerek
geçiriliyor. Cep telefonlarımız, tabletlerimiz büyük bir hızla birer avuntu
cihazlarına dönüşüyor. Sosyal medya,
günün her saatinde boşluk dolduran bir “emniyet
supabı” sanki.
Gençlerin
ve aslına bakarsanız yetişkinlerin de ilk yapması gereken şey, “herkes” hastalığından
kurtulmak olmalı.
Sanal dünya bize tıpkı matruşkada olduğu gibi devamlı
bir yenilik sunar. Sadece önümüze koyduğu şeylerin adını değiştirir, ama amacı
hep aynıdır. Şöyle örnek verelim: Ülkemizde bundan 7-9 yıl önce 15-25 yaş arası
olan gençler Facebook bağımlısı olmuştu. Orada arkadaşlarını buluyor,
sosyalleşiyor ve “yalnızlıklarını” dindiriyorlardı. Fakat gelgelelim bugün
Facebook’ta 15-25 yaş arası gençlerin oranı sadece yüzde 13’lerde.
Neden?
Çünkü sanal dünya onlara matruşkadan yepyeni ve daha renkli
bir oyuncak çıkardı. Adı Instagram. 2018 araştırma raporuna göre “Telefonunuzun
tuş kilidini açtıktan sonra girdiğiniz sosyal medya uygulaması hangisi?”
sorusuna Türkiye’nin gençlerinin %42,6’sı “Instagram” cevabını verdi.
Matruşka modelimiz tam bu esnada devreye giriyor işte.
Çok yakın bir dönemde Instagram’dan sıkılan gençliğe yepyeni bir oyuncak daha
sunulacak. Bunun adı Pinterest olabilir, Snapchat olabilir, Tinder olabilir.
Ya da bugüne kadar hiç duymadığımız yepyeni bir uygulama…
Ve biz bütün bunların peşine maalesef sihirli bir
kelime ile düşeriz.
“Herkes”
Ama herkesin bir hesabı var!
Ama herkesin bir oynadığı oyun var!
Ama herkes öyle giyiniyor!
Ama herkes kullanıyor!
Moda; ama
herkes giyiyor, bak çok yakışıyor zaten, ben neden giyinmeyim?
Sosyal Medya; ama herkes kullanıyor, ben neden kullanmayayım?
Online Oyunlar; ama
herkes oynuyor, ben de oynasam ne olacak ki?
Selfie; ama herkes çekiyor, ben neden çekmeyim?
Yani…
“Niyet ettim Allah rızası için koyun olmaya, uydum hazır olan kalabalığa”
Gençlerin
bu “herkes” virüsüne karşı bir “alternatif tepki modeli” geliştirmeleri
gerekiyor. Farklı olmanın özel olduğunu ve farkında olarak özel kılındıklarını
anladıklarında sanal dünyayı çok daha güzel işler için kullanacaklarına
kesinlikle inanıyorum ben.
Kitabınızda “yeni nesil virüsü” diye bir tanımınız var, nedir bu yeni nesil virüsleri, bunların etkisinden nasıl kurtulunur?
Sanal dünya tıpkı korona
virüsü gibi bu çağa özgü yeni nesil virüsler üretmeye ve bulaştırmaya başladı.
Bu virüslerin en büyük tehlikesi ise onları virüs olarak görmememiz!
Şüphecilik virüsü
“Bu devirde babana bile güvenme!”
Bu iğrenç söz bir nesli mahvetmeye yetmişti maalesef.
Modern çağ, şüpheciliği empoze eder, bir bir atar tohumlarını hayatlarımıza.
Atılan bu tohumlarla şüpheciliğimiz arttıkça, birbirimize duyduğumuz güven
azalıyor, azalan güven duygusu da beraberinde yalnızlığı getiriyor. Ardından
ruh sağlığımız, sosyal hayatımız ve toplumsal ilişkilerimizin hepsi yitip
gidiyor. Muhabbet edemeyen, birbirine güvenmeyen bir topluluk yaratılmaya
çalışılıyor.
Korku Virüsü
İnsanlar korktukça kendilerini kirletecek işlere
bulaşıyor ve kendi kendilerini küçültüp silinip gidiyorlar; çünkü kalplerimizi
çevreleyen korkularımız mantığımızın önüne geçiyor. Güven duygumuzu kaybedip
yalnızlaştıktan sonra bir de korkularımızın etkisiyle ‘öğrenilmiş çaresizlikler’
girdabında sürüklenip gidiyoruz.
-
Fotoğraf paylaştım, beğenirler mi?
-
Marka giyinemedim, beğenirler mi?
-
Bu videoyu beğenirler mi?
-
Ya kötü yorumlar gelirse?
-
Şimdi bunları yazsam, acaba linç yer miyim?
Tüm bu endişe ve korkularla
gittikçe acımasızlaşıyor insanoğlu.
Şehvet Virüsü
Bir şeye karşı hissedilen aşırı istek ve arzuya şehvet
denir. İçinde bulunduğumuz çağ da şehvetin yüceltildiği, yani heva ve
heveslerimizin artırılmaya çalışıldığı bir çağ. Nefsiyle, arzuları için
yaşayanların çağı…
Ve şehvet, gençlerin bu çağdaki en büyük imtihanının adı!
Çocuklar bile daha okuma yazmayı öğrenmeden bu
“şehvet” denilen virüsle tanışıyorlar. Birçok çizgi filmde hiç de iyi niyetli
olmayan kurgular, çizimler bunun için yapılıyor.
Peki
bu virüslerden nasıl korunacağız?
K.P.S.S. ile…
Ama
bu öyle masa başında dirsek çürütülen, “Devlete kapağı atarsak yırttık!” diye
didinilen KPSS değil!
Kur’ân-ı
Kerîm… İkra,
oku… Ama okuma ile seslendirmeyi birbirinden ayırmalıyız. Bu kusursuz kitabı
sadece seslendirmemiz hayatımızda bir değişiklik sağlamaz. Onu hakkı ile okumamız
hayatımızı değiştirir. Acilen bunu anlamak zorundayız.
Peygamber
(s.a.v.)… Benim
başıma gelen bu olay onun başına gelse ne yapardı? Şimdi bugünün dünyasında
olsa Efendimiz(s.a.v.) nasıl yaşardı? Nelere dikkat ederdi, nelerden sakınırdı?
İşte bu ve bunun gibi “gerçek” sorular bize onu çok daha iyi anlamamıza ve
tanımamıza kapı aralayacak.
Sohbet… Instagram canlı
yayınları, Zoom sohbetleri, Facebook, Youtube… Bunların hiçbiri bizim sohbet
kültürümüzün yerini almamalı; çünkü biz sohbet medeniyetinin çocuklarıyız. Sohbet;
birlikte hissetmektir, beraber beslenmektir. Midemizi beslediğimiz gibi
ruhumuzu da beslemeliyiz ve ruhumuz sohbet ile beslenir.
Sadık
dost… Yaslanacak bir duvarın yoksa çağın çığlarının altında
ezilirsin? Saldırıları bertaraf edecek kardeşlerimiz olmalı.
Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları her daim
kulaklarımızda çınlamalı:
O yüz ki her hattı tevhid kaleminden bir satır,
O yüz ki göz değince yalnız Allah’ı hatırlatır.
Yeni ve eski nesil tüm
virüslerden bizi koruyacak yegâne formül bu bence.
Semiha Kavak
Yeni Şafak Pazar
https://www.yenisafak.com/hayat/seyfullah-senel-cep-telefonu-gencler-icin-agri-kesici-gibi-3675313?fbclid=IwAR3Fw9VFk8YeeXpMDd25TZcQuyW5Wc8cOS728mxE3AY_4i7WDdEzlouK-vM
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder