Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı. Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. Peki, “Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?” sorunun cevabını Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cüneyt Kanat veriyor. Tarihçilerin birbirinden farklı okumalar yapmasının gayet normal olduğunu ifade eden Kanat, “İnsan duygusal bir varlıktır. Birinci el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir” diyor. Bu duygusallık sebebiye tarihçilerin objektif olduklarından daha fazla subjektif olduklarının altını çizen Kanat, “Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz! Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır” açıklamasını yapıyor.
Orta Çağ Orta Doğu (Yakın Doğu) Türk Devletleri Tarihi, Ortaçağ İslam Medeniyeti Tarihi, Psiko-Tarih, Tarih-Edebiyat ve Medya ilişkisi gibi çeşitli alanlardaki çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Cüneyt Kanat ile sinema ve tarih ilişkisi üzerine konuştuk.
Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı. Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. İlk sorumu bununla ilgili olarak sormak istiyorum; tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?
Öncelikle tarihin ne olduğu
üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın tarih öğrenme ihtiyacı,
kendisini tanımaya ve kim olduğunu bilmeye duyduğu gereksinimden kaynaklanır.
İnsan kimdir? Kendisine sorulmadan fırlatıldığı bu ay altı âlemde bulunma nedeni
nedir? Kendisini kendisi yapan, bir başkası değil de olduğu “kişi” olmasını
sağlayan şey ya da şeyler nedir? Bunlar ve bunlara benzer başka sorular,
insanın tarih ile ilişki kurmasının ve ona gereksinim duymasının temelinde
yatan dürtülerin kaynağı, bu dürtüleri görünür kılan anlam formlarıdır.
Kendisini tanımak ve bilmek isteyen insan, hâlini hâl (şimdisini şimdi) kılan
tarihine başvurmak, kendisinden çevresine yayılan, bireyselden toplumsala
uzanan zamansal ve mekânsal bir düzeyde olagelen tarihsel olgulara yönelmek,
söz konusu olguları belirli bir mantık içerisinde bir araya getirmek, onların
mahiyetlerini ve keyfiyetlerini öğrenmek zorundadır. Aksi halde gününü ve
geleceğini inşa etmesi, edebilmesi mümkün değildir. Bu meyanda, bir tür
kaydetme ve saklama etkinliği olarak tarihin, insanın hâlini (şimdisini) idrak
edebilmek amacıyla geçmişine duyduğu merakla da ilgisi bulunan bir meşguliyet
olduğunu ve yine şimdiyle beraber geleceğin inşası esnasında insana bir tür
“kaynak” sunduğunu, ona ne olduğunu, olabileceğini ve olması gerektiğini,
kuşkusuz kendi alımlayışı nisbetinde kavratabilme potansiyeline sahip
bulunduğunu söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. İnsan, kendi bilincine
vardığı andan itibaren “geçmiş”i anlamında tarihi ve bu tarihin kendine sunabildiklerini
değerlendirme noktasında ketum davranmamış, geçmişteki birikim ve tecrübelerini
bir tereke olarak “sonra”ya taşımayı bilmiş, tarihsel birikimin kazanımları
sayesinde bir ayağıyla geçmişten kopmamaya özen gösterirken diğer ayağıyla da
geleceğe kanca takarak muayyen bir “süreklilik” fikri oluşturmayı başarmıştır.
İnsanı insan yapan da bu süreklilik fikri olmuştur. Nitekim felsefi anlamda bir
yığın tartışmaya konu olan “ilerleme” fikrinin insan zihninde mutlak bir forma
bürünmesinin temelinde yatan da budur.
Sorunuzda sizin de belirttiğiniz üzere tarihçilerin birbirinden farklı
okumalar yapması gayet normaldir. Çünkü insan duygusal bir varlıktır. Birinci
el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi
metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif
olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir. Çünkü kim ne derse desin
tarihçiler objektif olduklarından daha fazla subjektiftirler. Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve
olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler
ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz!
Bunun için işe nereden başlamalı?
Yukarıda da belirttiğim gibi tarihi olayları değerlendirmede ortak bir
noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun
yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük
mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya
inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her
durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi
metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır.
Tarih, halkın çoğunluğu açısından yeterince ilgi duyulan
bir alan değil. Oysa, milletlerin geleceği açısından geçmişle bağ kurmak son
derece önemli. Bu mantık çerçevesinde tarihi halka sevdirmek için yazılı,
işitsel ve görsel imkanlardan yararlanılıyor. Ancak, burada da milliyetçi
değerlendirmeler söz konusu oluyor. Bu durum sizce ne derece yararlı?
Bence tarihe olan ilgi her zaman vardı. Ancak
son yıllarda bu ilgi oldukça arttı ve artmaya da devam ediyor. Buna bağlı
olarak, tarihe ve tarihsel olanın bilgisine duyulan ilgi hiçbir zaman
yok olmayacak, dolayısıyla moda da olmayacaktır. Bundan dolayı da son yıllarda
hem medya alanlarında hem de geniş halk kitleleri arasında rağbette olduğu
tartışmasız olan tarihin “moda haline geldiği” söylenemez, fakat bu duruma ille
de bir sıfat bulmak gerekiyorsa, bu sıfat en doğru haliyle “medyatik” ya da
“popüler” olabilir. Tarihin bu medyatik ya da popüler olma durumu ise, tarihe
yönelik ilginin özsel anlamda artmasından ziyade, tarihsel bilginin çeşitli
medya kanalları vasıtasıyla kamusal alanda daha fazla görünür olmaya başlaması,
toplum kesimleri tarafından tanınan gazeteci, televizyoncu ve az da olsa
tarihçinin çeşitli mecralarda tarih üzerine konuşma ve tartışma imkânı elde
edebilmeleri ile ilgilidir. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek
isterim: Tarihe insanın duyduğu ilgi ile medyanın duyduğu ilgi arasında bir
ayrım yapmak gerekir. Birey olarak insanın tarihe duyduğu ilgi doğalken, her ne
kadar insan ürünü bir mecra olsa da bir bütün olarak medyanın tarihe duyduğu
ilgi arızîdir. Diğer bir deyişle, insanın tarih ile ilişkisi bizatihi kendi
bilinci dolayısıyla iken, medyanınki bir başka şeyin dolayımıyladır. Bu
dolayımın nesnesi şu ya da bu (kâr, rekabet, iktidar savaşları) olabilir, fakat
en nihayetinde bir dolayım olmadan söz konusu ilgi ortaya çıkmaz.
Tarihin son yıllarda popüler (ya da medyatik), bir başka deyişle görsel,
işitsel ve yazılı medyada sıklıkla kullanılan bir alan olmasının, medya başlığı
altında bir araya getirilebilecek alanların nicelik açısından artış göstermesi,
örneğin televizyon kanallarının, radyo istasyonlarının, gazetelerin ve hatta
internet sitelerinin sayıca çoğalması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “talep
görecek eser üretiminde bulunma” gibi temel anlamda teknik denilebilecek
nedenleri bir kenara bırakırsak, tamamına yakını insanın tarihe olan doğal
ilgisiyle ortaya çıkan “talep”ten kaynaklanan nedenleri vardır. İçerisine
eğlenceden hamasete kadar bir dizi nedenin sığdırılabileceği bu nedenler
dizisi, özellikle ülkemiz üzerinden konuşursak, toplumumuzun, Popperci anlamda
“açık bir toplum” haline gelme eğilimleri göstermesi ve böylelikle bireysel
eğilimlerin en üst düzeyde dile ve düşünceye getirilebilir olma yolunda büyük
bir ilerleme kaydetmesi ile ilişkilendirilebilir. Buna göre, iktidar
odaklarının çözülmesi ve şeffaflığın değer kazanmasına paralel olarak önem
kazanan bireysel özgürlükler, bu özgürlükler çerçevesinde bireysel ilgilerin de
özgürce dile getirilebilmesine imkan sağlamış, bu bağlamda söz konusu ilgilerin
şekillendirdiği bir tür “arz-talep dengesi” oluşmaya başlamıştır. İnsanın daha
önce sözünü etmiş olduğumuz tarihe dönük doğal ilgisinin işte bu arz-talep
dengesinin içerisinde kendisine yer bulması, tarihin popüler olmasının en temel
nedenidir. Özgürleşme eğilimleri sergileyen bütün toplumların tarihlerinde yüzleşecek
ve hesaplaşacak birçok şey bulmalarını tam da burada, daha önce ket vurulmuş
ilgilerin bireysel özgürlükler paralelinde serbest kalmaya başlamasında aramak
gerekir. Yukarıda anlattığımız süreçte yaşanan milliyetçi değerlendirmeler
konusuna gelirsek; Bildiğiniz gibi 1789 Fransız İhtilali ile milliyetçilik
fikri dünyada yaygınlaştı ve ulus devletlerin kurulması hızlandı. Buna bağlı
olarak tüm dünya bu durumdan ister istemez etkilendi. İlk sorunuzda da ifade
ettiğim gibi tarihi olayların ve olguların herkes tarafından farklı
algılanmasının önüne geçmek mümkün gözükmüyor. Bu sebeple az önce de
belirttiğim gibi tarihin bilgisinin
değişik amaçlar için kullanılması da tabii ki devam edecektir.
Bilhassa son
yıllarda, tarih bilincini geliştirmek için tarihi filimler, tarihi diziler
yapılıyor. Bunlar yurt dışına da pazarlanıyor. Bunların bazıları halkı olumlu
yönde motive ediyor ancak ortada bir kurgu olduğu da anlaşılıyor. Bu yapımlar
sizce yararlı mı, zararlı mı?
Tarihe yönelik
ilginin arz-talep dengesinin içerisine dâhil olmasından sonra, söz konusu ilgi
ile medya birbirlerini güdüleyecek, tarihin daha fazla popülarizasyonu
(medyatikleşmesi / medyatikleştirilmesi) (arz) ile tarihin giderek ilgi (talep)
nesnesi haline gelmesi at başı ilerleyecektir. Toplumsal talebin mahiyetine
göre popüler ürünün biçim ve içeriği değişecek, yeri ve zamanına göre hamaset
yapma, yüceltme, aşağılama, propaganda yapma, ideolojik payanda üretme,
idealize etme, abartma, göz ardı etme, görmezden gelme vb. damgalarını taşıyan
ürünler piyasaya sürülecek, talep görenler köpürtüldükçe köpürtülecek, talep
görmeyenler ise unutuluşa terkedilecektir. Son tahlilde popüler tarih(çiliğ)in
ve ürettiği ürünlerin geleceği nokta, toplumsal talebe göre filmler ve dizilerin çekilmesi,
albümlerin çıkarılması, kitapların yazılması olacaktır ki, bu bana göre gayet
kârlı bir sonuçtur. Çünkü insanların farklı eğilimlere sahip olmasından dolayı
piyasa renkli ve çoğul bir karaktere sahip olacak, insanlar, farklı tercihler
yapabilme ve kendi doğrularına bağlanabilme özgürlüğüne sahip olabileceklerdir.
Ülkemizde özellikle seksenli yıllardan itibaren yaşanmaya başlayan da tam
olarak bu çoğalma durumudur. Zaman zaman hukuk dışı müdahalelerle kesilse de
Türkiye’nin yaşamakta olduğu demokratikleşme ve özgürleşme sürecinde bazen
birbirleri ile tenakuz içerisinde de bulunan birçok tarihsel anlatı inşa
edilerek piyasaya sürülmüş, farklı bakış açılarına sahip insanlar tarafından
üretilen popüler tarih eserleri kamusal alanda arzı endam etmiş ve tarihsel
olana dönük ilginin medyatikleşmesine, dolayısıyla kamusallaşmasına ve
üniversitelerin yüksek duvarları arasından çıkarılarak topluma mal edilmesine
hizmet etmiştir. Günümüzde, yazılı tarih ürünlerinin yanı sıra görsel eserler
de ön plana (kuşkusuz yazılı eserlerden daha çok) çıkmaya başlamış, devasa
teknolojik gelişmelerle zirve noktasına erişen görüntülü aktarım sistemleri,
dizi ve film olarak göz kamaştırıcı (astronomik bütçelere sahip) tarihsel
eserlerin üretimine imkân sağlamıştır. Birbirlerinden beslenen tarihe yönelik
ilgi ve pazar o kadar geniş boyutlara erişmiştir ki, artık birçok televizyon
kanalında tarih programları yapılmakta, birçok gazete okurlarına özel tarih
ekleri armağan etmekte, tarihi roman yazıcılığı başlı başına bir sektör haline
gelirken, tarihle ilgili dergi ve kitaplar yüz binlere varan tirajlara
ulaşmaktadır. Tarih ve popülarite arasındaki birbirini besleyen bu
gidiş-gelişli ilişki ve gelişme, bir diğer ifadeyle piyasayı istila eden tarihi
diziler, filmler, romanlar ve sair popüler çalışmalar, nihayet, fildişi
kulelerinde elitist bir ilginin keyfini çatan akademisyenlerin ve
entelektüellerin tartışma konusu haline gelmiş durumdadır. Yüksek sanatın ve
rafine tutkuların aşığı aydınlarımız, “tarih modasının” sona ermeyeceğini
sonunda fark etmiş, ilgilerini bu yöne teksif etmeye başlamışlardır.
Anlattığımız bu süreç sonucunda ortaya çıkan ürünler de tabii ki ve maalesef
üst düzeyde kurgu içermektedir. Eğer halkımız bu dizilerden ve filmlerden tarih
öğrenmeyi düşünürse bu çok zararlı sonuçlar doğurabilir. Ama halkımıza şu
gerçek anlatılabilirse faydalı bir alana dönüşebilir: “Tarihi filmler, diziler
ve tarihi romanlar tarih öğretmezler, tarihi sevdirirler!
Halkı kurgusal tarihle yönlendirerek milli duyguları bu
yolla beslemenin sizce ne gibi sakıncaları var?
Anakronizm
(anachronism/anachronisme),
Grekçe’de “arka, eski, geri ve uzak” gibi anlamlara gelen “ana” ile “zaman”
anlamına gelen “chronos” kelimelerinin birleşiminden türemiş bir kelime olup,
“tarihsel olgu ve olaylar arasındaki kronolojik ilişkilerin tahrif edilmesi”
anlamına gelir. Tahrifatın bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yapılması bunu
değiştirmez, her türlü tahrifat anakronizmdir. Anakronizm, tanımı gereği ve
elbette doğal olarak, tarihsel ya da tarihle ilişkili metinlerde/söylemlerde
varlığa gelir. Kimi zaman tarihsel bir karakteri yaşadığı zamandan farklı bir
zaman diliminde yaşatmak, ona “yapamayacağı şeyleri” yaptırmak, kimi zaman
muayyen bir nesneyi (soyut ya da somut tarihsel, bir diğer ifadeyle zamansal ve
mekansal olan her hangi bir şeyi) tarihselliğinden kopararak bir başka
tarihsellik içerisine monte etmek gibi biçimlerde örneğin bilinen bir savaşın
tarihinin tarihsel gerçekliğe aykırı bir biçimde olduğu halinden farklı
gösterilmesi ya da hiç kar yağmadığı bilinen bir coğrafyaya kar yağdırılması
gibi. Dolayısıyla içerisinde yoğun anakronizm barındıran kurgusal tarihle tarih
öğretmek ya da bunu gerçekmiş gibi göstermek ve herhangi bir manipülasyon
yapmak doğru değildir. Daha açık bir
ifadeyle, eğer yazar, romanında/senaryosunda gerçek olaylar ve şahısları
kullanarak bir kurgulama yapıyorsa ve özellikle kullandığı bu olay gerçekten yaşanmış
bir tarihsel olgu ise, bu olgunun zamanını ve mekanını değiştirme hakkına sahip
değildir/olmamalıdır. Yaşanmış gerçekleri “olduğu gibi” kullanmalı ve onların
tarihselliklerine sadık kalmalıdır. Tarihi roman ve senaryo yazarları
çalışmalarına elbette kendi hayal dünyalarını da katacaklardır. Bu onların en
doğal hakkıdır. Fakat tarihsel bir olayı kurgulayan romancının/senaristin
kurmaca özgürlüğü ve “hayalleri,” tarihi olaylar arasındaki boşlukları
doldurmak ve bu güne dek tam olarak aydınlatılamamış yani bilinmeyen tarihi
olguları bir biçimde açıklamakla
sınırlı olmalıdır.
Teknolojik imkanları kullanarak halka tarihi doğru anlatmak için neler
yapılabilir? Bunun için iktidarlar neler yapmalı?
Her şeyden önce
tarihi film ve dizilerin temel kaynağı olan metinleri üretenlerin, metinlerini
üretirken ciddi bir araştırma ve inceleme yapmaları gerekmektedir. Ve en önemlisi ise daha önce de söylediğimiz
gibi, tarihi karakterlerin
olduğundan farklı gösterilmesinin aslında onların özlük haklarına bir saldırı
anlamına geleceğini hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Her ne amaçla ve
gerekçeyle olursa olsun, buna hiçbir yazarın/senaristin ya da yapımcının
hakkının olmadığını düşünüyorum. Eğer düş gücü yazarın yeteneği ise ve bu
konuda kendisini özgür hissetmek istiyorsa, yeteneğini kullansın, yaşanmış olanı yeniden ve olduğundan farklı
yazmak ve göstermek yerine, yaşanmamış olanı ilk kez ve nasıl isterse öyle
kurgulayıp yazsın.
İktidarlar bu konuda yapılan ve
yapılacak olan gerçekçi yapıtları maddi (bütçe) ve manevi (ödül/taltif/takdir)
anlamında desteklemeli ve Kültür Bakanlığı’nın bütçesini arttırarak bu alana geniş imkanlar sunmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder