“Bir
giden, bir dönen, sonra yeniden giden
Şiire
dönüşen bir yalnızlıksa bu da
Bir
sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık
Sözgelimi
İskenderiye’de bir atlıkarıncada”
1950 yılıyla birlikte ülkemizde ve
dünyada hemen her alanda yaşanan değişim sürecinden Türk şiirinin de
etkilendiği, İkinci Yeni adı verilen bir şiir akımının geliştiği edebiyatla
ilgilenen herkesin malûmudur.
Edip Cansever edebiyat çevrelerinde
bazen İkinci Yeni akım içinde, bazen de kendine özgü yenilik arayışları olan
bir şair olarak değerlendirilmesine rağmen, o kendisinin İkinci Yeni olarak
isimlendirilen şairler arasında sayılmasını doğru bulmamıştır. “İkinci Yeni” ye
bir akım kazandırmak, ikinci bir yanılgı olur. O, değişik şairlerin, değişik
kişilikler kurduğu bir yenileşme alanıdır olsa olsa…” (Yeditepe 1 Şubat 1960)
diyerek de bu konudaki tavrını netleştirmiştir.
Cansever, şiirlerinde bağlı olduğu tek
kuramın T.S.Eliot’ın “nesnel karşılık” kuramı olduğunu belirtir. Fakat
yayımladığı kitaplarındaki şiirlerin gelişimine başka bir açıdan baktığımızda
onun nesnel karşılığın çok boyutlu bir yazın sanatı algısına dönüştüğü görülür.
Mesleği gereği Kapalıçarşı’daki işyerinde sürekli insanlarla iletişim
içindedir. Yazma sürecinde, bulunduğu her ortamda karşılaştığı insanları bir
dekor gibi yaşamdan süzerek şiirlerine aldığını düşünürsek, onun insana dair
hâlleri tıpkı empresyonist ressamlar gibi düşünerek izlediğini, gördüğü soyut
ayrıntıları yeni bir algıyla ve çok sesli bir anlayışla dizelerine somut bir
tablo gibi aktardığını, böyle yaparak kendine özgü bir şiir dilini kurduğunu
söylemek de mümkündür.
Nitekim daha 17-18 yaşlarında genç bir
delikanlıyken görüştüğü Ahmet Hamdi Tanpınar’dan resme nasıl bakılması gerektiğini,
resim sanatı üzerinde durması, resmi sevmesi gerektiği öğüdünü aldığını yaşam
öyküsünde belirten Edip Cansever, Füsun Akatlı ile yaptığı bir söyleşide “Sevda
İle Sevgi” isimli kitabındaki şiirlerinin bir resim sergisi gibi olduğunu “Ben Ruhi Bey Nasılım baştanbaşa bir
bütündü, bölünemezdi, ayrı ayrı yayımlanamazdı. Sevda İle Sevgi’ye gelince,
gerçi o da bir bütündü ama daha çok bir resim sergisi gibi düşündüm. Hem
birbirinden ayrı, hem birbirine bağlı şiirlerden oluştu” cümleleriyle açıklar.
Bu düşüncesini Çağdaş Eleştiri’de kendine yöneltilen bir soruda: “Ben
şiirlerimi arka arkaya yazar bir resim sergisi gibi düşünürüm” yanıtıyla
sürdürür.
“İnsanın insandan başka dayanağı yok.
Yalnızlık bile insanın varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor” diyen Edip
Cansever yalnızlığı duyumsattığı dizelerde okuru kendi göğündeki boşluğa çeker.
“Oyuluyorum masmavi boşluğa
Gölgesiz kıpırtısız
Yalnızlık sensin”
Hücrelerinde yaratıldığı toprağın
birbirinden farklı elementlerini barındıran, bu elementlerin yaşamsal önemi
bulunan kimyasal özelliklerini bir med cezir gibi yansıtan insanın iç dünyasını
en iyi yansıtan örneklerden bir de “Umutsuzlar Parkı” şiirinde görülür.
“Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir
yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden
doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum
bıktığımı
Evlerde, köşe başlarında değişmek
diyorlar buna”
Biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek
koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini
kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık
insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi
yapılmışlığımdan”
Sürüp giden hayatın içinde tedirginlik,
korku, sıkıntı, keder, ağrı, umut gibi insana dair dünyevi hâller her insan
gibi Edip Cansever için de vazgeçilmez, sürekliliğini koruyan duygulardır.
“Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek
biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek
korkuyorum”
“Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
Söylesem size söylerim ey ipini kendi
gerenler
Kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı
çıkarım”
“Çünkü insan yalnızken katettiği
yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber
getirir”
Yeni bir haber kimi zaman yeni bir
başlangıçtır, kimi zaman aşkın tomurcuklanmış ilk kıvılcımı. Cansever, “Sevda
İle Sevgi” de bu duygunun en olgun örneklerini verir.
“İçinden doğru sevdim seni
Bakışlarından doğru sevdim de
Ağzındaki ıslaklığın buğusundan
Sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir
de
Beni sevdiğin gibi sevdim seni
Kar bırakılmış karanlığından”
Sevda içerilerde bir yerde kurulan
özgürlüktür. Ölümde biraz sevdaya benzer, kaçınılmazdır. Cansever’e göre “
ölümsüzlük insanda değil, şiirdeki insandadır. Şair ölünce su, bitki, kum da
olabilir ama gerçekte yeniden insan olur, durmadan yenileyerek kendini.”
“Niye ölmeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse”
“Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgür
İnsan
Yaşıyorken
Özgürdür”
Edip Cansever, yalnızca şiirin değil,
tüm sanatların politize edilmesini yanlış bulur. Fakat içinde yaşadığı toplumun
duyarlı bir bireyi olarak kaleme aldığı “Mendilimde Kan Sesleri” insan özgü
duygularla düşünülmüş ve sözcüklerle ustaca boyanmış o dönemin bir Türkiye
resmi gibidir.
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına
…
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet
Abi”
28 Mayıs 1986 yılında vefat eden Edip
Cansever için şiir “bireyi toplumda canlı tutmaktır.” “İnsan için bir ışık, bir
açık yol her zaman vardır” ve bu yolda insan kendini yaşadığı toplumdan hiçbir
zaman soyutlamaz. Bu sebeple şiirlerinde insana dair hâllerin birebir yaşanmış,
bugün bile tazeliğini koruyan somutluğunun toplumsal bireşimini görürüz.
Mekanik, kuru ve anlamı aşırı zorlayan donuk bir dilden uzak şiirlerinin okuru
kuşatan büyüsü, iç dünyasında yalnızlığı seven Cansever’in dışarıda sürekli
toplumla iç içe yaşamasından ve engin gözlem gücüyle direk şiire varmasından
kaynaklanır.
“Ne gelir elimizden insan olmaktan
başka” diyen şaire dair sözlerimizi onun yine insana dair dizeleriyle
bitirelim.
“Anılarda görünür, düşlerde görünmez
insan
Düşlerde görünen adımlardır
Özelliklerdir bir de belli belirsiz.
Ve
İnsansız anı yoktur. Var mıdır?”
SEMİHA KAVAK
AYNA İNSAN SAYI: 6
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder