BEŞ ASIRLIK CAMİ AYASOFYA
Ayasofya’nın
yeniden cami yapılması veya müze olarak devam etmesi gerektiğiyle ilgili
tartışmalar uzun yıllardır süren bir tartışma. Bu konuda birçok kişi, farklı
görüşler öne sürdüler. Biz de bu konuyu ülkemizin ilk Bizantologu,
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Sahibi, Sanat ve Kültür Tarihçisi
Semavi Eyice’nin gözünden incelemek istedik.
Semavi
Eyice, Bizans Sanatı ve Osmanlı Sanat Tarihi sahalarında emsalsiz eserler vermiş
bir otorite. 1940'lı yıllarda yazmaya başladığı kitap ve makalelerin sadece
listesi 116 sayfa tutuyor. 400’den fazla bilimsel makalesi ve onlarca kitabı
mevcut.
Eyice’nin
verdiği bilgilere göre, “Ayasofya, 4. yüzyılda putperest mabetlerin yerine
ahşap çatılı bazilika biçiminde bir yapı olarak inşa edilmişti. Genellikle bu
ilk yapının 1.Constantinus'un eseri olduğuna inanılır ise de kilise ancak onun
337'de ölümünden sonra oğlu Constantinus döneminde bitirilerek, açılışı 15
Şubat 360'da yapılmıştır.
AYASOFYA VE DİĞER AYASOFYA CAMİİLER
Şehrin en
büyük 2 kilisesinden birincisi olan Ayasofya, İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet
tarafından 1453'te fethinin hemen ardından, fetih yoluyla alınan her yerde
uygulanan usul gereğince camiye çevrildi. Bu usul üzere “Ulu Cami” mahiyetini
alan Ayasofya’dan başka Fatih Sultan Mehmed, Cenevizlilerden aldığı San
Domenico ve San Paolo Kilisesi’ni camiye çevirmiştir ki, bu bina sonraları Arap
Camii adı ile şöhret bulmuştur. Bursa’da bugün mevcut olmayan Hisar’daki Orhan
Camii, İznik’te Ayasofya, Edirne’de izi bile kalmayan Ayasofya, Trabzon’da
Ortahisar Camii, Antalya’da Güdük Minare denilen Cuma Camii (Korkut Camii),
Silivri’de izi kalmayan Fatih, Enez’de Ayasofya, Amasra’da Fatih, Karadeniz
Ereğlisi’nde Orhan, Atina’da Fatih Camii yapılan Parthenon Tapınağı, Budapeşte’de
Budin’in Büyük Katedrali (Kanûni zamanında) akla gelen ilk örneklerdir.
BEŞ ASIR CAMİ KALIYOR
Fetihle
birlikte Ayasofya’da “kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmed, yapı ve
çevresinin harap görünüşü karşısında, meşhur Farsça beyti söylemiştir. Padişah,
Ayasofya'nın tahribini önlemiş, burada ilk namazı kıldıktan sonra, hayratının
ilk eseri olarak buraya vakıflar tahsis etmiş; yanına da ayrıca, sonraları pek
çok değişikliğe uğrayan bir medrese yaptırmıştır. Fatih'in vakfiyelerinden
öğrenildiğine göre, caminin çeşitli hizmetlerinde 62 kişi bulunuyordu.”
Ayasofya’nın
Türkler açısından önemine değinen Prof. Eyice, buranın müze olmasını ise şu
cümlelerle eleştirir;
“Burası bin
yıl dünyanın en büyük kilisesiydi. Fetih sonrası beş asır cami kalmış. Fatih,
Ayasofya Camii Vakfiyesi’nde de amaç dışı kullanmak isteyenler için ‘Allah’ın
gazabı onların üzerinde olsun’ bedduası etmiş. İstanbul’un işgalinde bile kimse
Ayasofya’da namazı engelleyemedi.”
Eyice’ye
göre; “Türk şehirlerinin çoğunda bulunan Ulu Cami İstanbul'da yapılmamış, bu
görevi 1934'te camilikten çıkarılıncaya kadar 480 yıl Ayasofya sürdürmüş,
Türkleşen İstanbul'un en başta gelen İslâm ibadet yeri olarak özel bir değere
sahip olmuştur. Nitekim Kadir geceleri burada başka hiçbir camide
rastlanmayacak bir ihtişam içinde kutlanırdı.”
GÖZLER YENİDEN AYASOFYA'DA
Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Ayasofya yeniden yabancıların, Rumların göz diktiği bir mabet olmuştur.
“1. Dünya
Savaşı'nın ardından İstanbul'un işgali yıllarında Ayasofya'yı tekrar kilise
yapmak isteyen bazı yabancı güçlerin bir oldu bitti yapmasını önlemek üzere,
burada küçük bir Türk askeri birliği hazır tutulmuş ve Rumların girişimleri
engellenmiştir.
Cumhuriyet dönemi öncesinde yaşanmış olan İstanbul depremlerinde Ayasofya önemli hasarlar görmüş, ciddi tahribatlarla karşı karşıya kalmış. Burada çeşitli onarımlar yapılmıştır. Cumhuriyet'ten sonra 1926'da yine yerli ve yabancı uzmanlardan Ayasofya'nın karşı karşıya olduğu tehlikeler ve tamir esaslarına dair raporlar istenmiştir. Amerikalı Thomas Whittemore (1871-1950), 1931'de Ayasofya'nın mozaiklerini meydana çıkarmak üzere izin almış ve çalışmalara 1932'de başlanmıştır.
Eyice’nin
belirtiğine göre; “Wittemore'nin
idaresindeki çalışmalar sürerken 1934'de Atatürk bir akşam sofrasında
Ayasofya'nın müze haline getirilmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Bunun üzerine
“Milli Eğitim Bakanı Abidin Özmen ertesi gün, binanın Vakıflar'dan kendi
bakanlığına devrini isteyen ilk yazıyı yazmış ve 1 Şubat 1935'ten itibaren
Ayasofya resmen Müzeler İdaresi'ne bağlanmıştır.”
"Odamdan Kitaplarımı ve Slaytlarımı Çaldılar"
Ayasofya’nın
müzeye çevrilmesi esnasında ilginç tartışmalar yaşanmış, minarelerin yıkılması
dahi gündeme gelmiştir;
“Müzeye
çevrilirken sekiz kişilik bir komisyon kurulur ve bir rapor sunmaları istenir.
Yedisi Türk adı taşıyan bu kişiler Müzeye çevrilmesini, etrafında ve içinde
Osmanlıya ait her şeyin yıkılıp yok edilmesini teklif ederler. Ancak profesör
E. Ungen rapora muhalefet şerhi koyar ve cami kalmasını teklif eder.
Bu rapor
doğrultusunda avludaki Fatih Medresesi yıkılır. Minareler de yıkılacakken Batı’da
eğitim görmüş bir vatanperver mimar Kemal Attan, "Minareler yıkıldığı
takdirde kubbenin göçebileceğini" mimar diliyle matematik bilgilere dayalı
bir raporla anlatır. Minareler kurtulur.
İçeriden
çıkartılmak istenen Mustafa İzzet Efendi'nin levhaları yerlerinden indirilir.
Ancak levhaların çapının yedi buçuk metre olup kapıdan çıkmaması sebebiyle
Demokrat Parti dönemine kadar üst üste istif edilmiş olarak içerde kalır.
O yıllarda
İbnü’l Emin Mahmut Kemal'in öncülüğünde levhalar eski yerlerinin biraz altına
asılırlar.
Ayrıca,
“Ayasofya camiinin avlusundaki Fatih Medresesi milletin gözleri önünde
yıkıldıktan sonra araştırmalar yapılmış ve bir tane vaftiz teknesiyle, moloz
taşlar çıkarılarak teşhir edilmiştir.”
Eyice,
Ayasofya’nın müze yapılmasıyla birlikte
Osmanlı izlerinin silinip, buradaki geçmişe ait birçok şeyin yok edilmek
istendiğini belirtmekte; “Sultan Abdülmecid, Rus elçiliğinin restoresi için
İtalya’dan gelen Gaspare Fossati isimli bir mimarı Ayasofya’nın restoresi için
de görevlendirir. Bizans İmparatorlarının badana altına gizlenmiş mozaiklerinin
bulunması üzerine, Abdülmecid, kendi resminin de duvarda olmasını arzu eder.
Böyle bir şeyin olamayacağını düşünen Fossati yere düşen mozaik parçalarından
Abdülmecid’in tuğrasını işletir ve ‘Bunu asabilirsiniz Sultanım’ der. Bu kaydı
arşivde bulduğumda Ayasofya’da böyle bir tuğra yoktu. Topkapı Sarayı Müzesi’ne
bir ziyaretimde depoda bu tuğrayı bulduk. Ayasofya’ya asılması için yıllarca
mücadele ettim, lakin her değişen müdürle tuğra asılan yerinden çıkarılıp
depoya kaldırıldı. En son Prof. Dr. Haluk Dursun zamanında tuğra kapıya asıldı
ve hala duruyor. Her defasında tuğranın neden kaldırıldığını anlamak zor. Bir
kuvvet vardır ki Ayasofya’da Türk ve Müslüman izinden bir parça olmasına
tahammülü yoktur.”
Ayrıca, “Şehir
fethedildiğinde fetih camisinde minberin iki yanında Osmanlı sancağı
sallanırdı. İmam, minber kapısının üzerinde duran kılıçla minbere çıkardı.
Zamanında Ayasofya’da da bu sancaklardan ve kılıçtan vardı, lakin Ayasofya’nın
içinde Türk ve Müslüman ne varsa kaldırdılar. Kiliseden bozma camilerdeki
sancak geleneği maalesef yok oldu. Biz kendi geleneğimizi, kültürümüzü yok eden
garip bir milletiz.”
Eyice’nin
belirttiğine göre, Ayasofya’daki Osmanlı izlerini silmek isteyen kimi çevreler,
müze özelliğini daha da genişletmek ve burayı uluslararası bir müze hale
getirmek istemişlerdi. “Bizans Eserleri Müzesi yapma girişiminde bulunulmuşsa
da bu girişim tepki çekmiştir. İstanbul'dan çeşitli Bizans parçaları toplanarak
bu işe başlanmıştır. Evdoksiya'nın meşhur gümüş kaplamalı heykelinin kaidesi de
oraya getirilmiştir.”
Ayasofya’nın müze yapılmasına bazı yabancıların da itirazı olduğunu belirten Eyice; “Düşünün ki ben Ayasofya’ya ilk gittiğimde henüz camiydi. Ayasofya’nın müze olmasına Hıristiyan Bizans uzmanları bile karşıydı. Dünyanın en önde gelen Bizans uzmanlarından Prof. Dr. Schweinfurth ve Prof. Ch. Diehl cami olarak kalmasını savundu. Sorbonne Üniversitesi öğretim üyesi Prof Ch. Diehl ‘Bu binaya müze yakışmaz’ dedi. Asistanlığını yaptığım Berlin Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Schweinfurt ise ‘Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, binanın ruhaniyetini kaybettirdi. Keşke cami olarak kalsaydı’ demişti.” diye not düşer.
İstanbul’da
birçok tarihi eserde Türklerin, Osmanlı’nın izleri silinmiştir. Bu konuda
maalesef yeterli bir hassasiyet söz konusu değildir.
Türklerin
tarih yaptığı, ancak tarihine sahip çıkmadığını belirten Eyice, “Bizans ve
Osmanlı gibi iki büyük imparatorluğun bakiyesi olmamıza rağmen onlardan kalan
eserlere kayıtsızlığımız hayret verici. Şahsî hayatımda tecrübe ettiklerimin
yanısıra bildiklerimi de anlatmak istiyorum. Doğramacı kanunu ile resmen
üniversiteden kovulduktan sonra bir iş için üniversiteye çağırılmıştım. Odamın
bulunduğu koridor Fen Fakültesi ile bağlantılıydı. Fakat biz o bağlantıyı
kapatmıştık.
Açmışlar,
bir yürüyeyim dedim. Odamın kapısının aralık olduğunu fark ettim. İçeri
baktığımda oldukça değiştiğini gördüm. İyi kötü kurmaya çalıştığım kütüphaneden
neredeyse eser kalmamıştı. Beşte birini görünce çok üzüldüm. Bir de slayt
koleksiyonum vardı. Türkiye’deki müzelerde ve arazilerde yer alan eserlerle
Avrupa’daki Bizans eserlerinin renkli slaytlarını toplamıştım. Ayrıca seminer
ödevi ve tez verdiğim her öğrenciden konusuyla ilgili 10-15 adet slayt
isterdim. Neticede devasa bir koleksiyon oluşturmuştum. O kadar sene uğraşarak
edindiğim koleksiyonun da kıymetinin bilinmeyip tarumar edildiğini görünce
kahroldum.” diyerek üzüntülerini dile
getirir.
Semiha Kavak
Yeni Şafak - Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder