Bu topraklarla İslam’ın öngördüğü hayat tarzının buluşması, diğer herhangi bir gruptan ziyade dervişlerin, Horasan erlerinin, alperenlerin değerli gayretleriyle ivme kazanmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’den Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye, Hacı Bayrâm-ı Velî’den Yûnus’a kadar isimleri bilinen ya da bilinmeyen mânâ erleri, tazeliğini hiç yitirmemiş bir mesajın taşıyıcısı olmuşlardır.
Sûfîyane
bir hayatın varlık sebebi Tevhiddir. Tevhidin dışında bir hayat ya da düşüncenin
sızmasının önünde bizzat sûfîler savunma hatları oluşturmuşlar ve oluşturmaya
da devam etmektedirler.
Tasavvufun
her zemin ve zamanda iştiyak içindeki cânların susuzluğunu giderebilecek bir
potansiyele sahip olduğunu söyleyen Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim görevlilerinden Nurullah Koltaş, tasavvuf
anlayışına yönelik sorularımızı cevapladı.
Semiha Kavak: Tasavvuf İslam’ın daha iyi anlaşılması ve daha derinlikli yaşanmasına nasıl etki yaptı/yapıyor?
Nurullah Koltaş: Dinlerin
dışa dönük yani zâhir ve içe dönük yani bâtın şeklinde iki yönü bulunur. İslam
bağlamında bu iki yönün bir kumaşın iki yüzü gibi birbirinden ayrılmaz
olduklarını görmekteyiz. Tasavvuf yolu, bu iki yönü de hariçte tutmaksızın
“Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” gibi bir öncülden hareket ettiği için gerek bu
yolu benimseyenlerin hayatları gerekse yolun ilke ve yöntemleri, İslam’ın
layıkıyla anlaşılması ve yaşanması üzerine bina edilmiştir. Allah Resûlü’nün
“Rabbim, bana eşyayı olduğu hal üzere göster” niyâzında yansıma bulan bu bakış
açısı, görülenin ve ötesinin ne olduğu konusunda tefekkür, teemmül, tedebbür
gibi çeşitli düşünme biçimleri ve tezkiye, tasfiye, terbiye gibi benliği ıslah
yöntemlerini vurgulamak suretiyle bu âlemdeki varlık sebebimizi anlama ve bunun
uyarınca yaşamanın yollarını aramayı merkezî bir konuma yerleştirir.
Binaenaleyh, bu yolu izleyenlerin âyet ve hadislerin zâhirî anlamları yanında
bâtınî anlamlarını da anlamaya çaba gösterdikleri, bunu da insanın Adn hâlinin
muhafazası ve Hakk’ın tecellilerini temaşa için her imkânın peşine düşerek
gerçekleştirdikleri aşikârdır. Teorik bir düzlemde sınırlı kalmayan bu
anlayışın mimarîden musikîye hayatın her alanında inikas bulduğu bu topraklarda
yaşayan herkesin malumudur.
TASAVVUF TERMİNOLOJİSİNİN DAYANAK NOKTALARI
Semiha Kavak: Geçmişten
günümüze tasavvuf ehlinin takip ettiği eserlerde İslam’a, Kur’an’a aykırılıklar
olduğu, bu eserlerde yer alan görüşlerin Kur’an ayetlerinden daha çok zayıf
hadislere dayandığı tezi hakkında neler söylersiniz?
Nurullah Koltaş: Ehl-i tasavvuf, yollarının mihverine Kur’an’ı ve yaşayan Kur’an olarak Allah Resûlü’nü yerleştirdikleri için herhangi bir ayrılığın düşünülmesi bile abes bir durum. Din-i mübînin hilâfına bir hayat tarzından bahsetmek şöyle dursun, İslam’ın izzeti için ömrü vakfetmek gibi yüce bir amaç gözetmişlerdir. Günümüzde kimi çevrelerde örtülü bir gündem olarak Nebi’nin -tabiri caizse- devre dışı bırakıldığı kimi sesler öne çıksa da Hakk’ın Kelâmı’nı bize ileten Resûl’e azami ihtiram ve bağlılık, tasavvuf yolunun kırmızı çizgisidir. Bu açıdan büyük sûfîlerin tefsir ve hadis gibi ilimlerini tahsil ettikten sonra bağlılarına yollarının esas ve usullerini aktardıkları bilindik bir husustur. Kaldı ki yakîn, mârifet, zâhir, bâtın gibi tasavvuf terminolojisini oluşturan kavramları incelediğinizde, dayanak noktalarının âyetler ve hadislerden müteşekkil olduklarını görürsünüz. Soruda dile getirilen tez olsa olsa tasavvufun mahiyetine dair sathî bir değerlendirmenin göstergesi olabilir. Bu tür tezlerin ortaya çıkışı ve belli bir taraftar kitlesini etkilemeleri, özellikle seküler çevreler ve modernist Müslümanların yanı sıra “neo”selefi” olarak isimlendirilen grupların hemfikir oldukları bir konu olarak da farklı bir gündemin varlığına işaret ediyor.
DOĞU
YA DA BATI ŞEKLİNDE BİR SINIR SÖZ KONUSU DEĞİL
Semiha Kavak: Tasavvufun
İslâm toplumlarından ziyade Batı toplumları üzerinde daha etkili olabileceği
görüşü yaygın. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Nurullah Koltaş: İlk
dönem zâhidlerinden metafizik bir bakış açısıyla nazarî tasavvufun muazzam
eserlerini ortaya koyan sûfilere kadar tasavvuf geleneği, İslam’ın arzın dört
bir yanında yaşanılır kılınmasını öncelemiştir. Anadolu özelinde düşünecek
olursak, bu topraklarla İslam’ın öngördüğü hayat tarzının buluşması, diğer
herhangi bir gruptan ziyade dervişlerin, Horasan erlerinin, alperenlerin
değerli gayretleriyle ivme kazanmıştır. Hacı Bektâş-ı Velî’den Mevlânâ
Celâleddin Rûmî’ye, Hacı Bayrâm-ı Velî’den Yûnus’a kadar isimleri bilinen ya da
bilinmeyen mânâ erleri, tazeliğini hiç yitirmemiş bir mesajın taşıyıcısı
olmuşlardır. Endonezya’dan Çin’e, Hindistan’dan Kafkaslara, Orta Doğu’dan
Afrika’ya ve Endülüs’e, Anadolu’dan Balkanlara kadar dünyanın dört bir
tarafında yaşanmış ve yaşanmakta olan bu hayat tarzını görmezden gelmek mümkün
olabilir mi? Hasan-ı Basrî’den Sarı Saltuk Gazi’ye, Şeyh Şâmil’e ya da Emîr
Abdülkâdir Cezairî’ye kadar mutena şahsiyetleri gazi olmaya sevk eden nedir?
Sadreddin Konevî’den Davûd-i Kayserî’ye, Molla Fenârî’den Saçaklızâde Mehmed
Efendi’ye kadar ilim dünyamızın münevverlerin düşünce dünyalarında hâkim unsur
tasavvufun nazarî derinliğinden gayrısı mıdır? Dahası, İslam dünyası genelinde
sosyal ve kültürel anlamda bir canlılığın ve entelektüel zenginliğin büyük
oranda bu yol ile ilişkili olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Geriye
dönüp düşünce, edebiyat ve gelenekli sanatlarda belli bir bayındırlık
seviyesine nasıl ulaşıldığı, yakın dönemlerde gözlemlenen duraksamanın da bu
gelenekle olan irtibatın kimi nedenlerle kesintiye uğramasından kaynaklandığı
derinliğine incelenmek durumundadır. Kısaca ifade etmek gerekirse, tasavvuf
yolunun intişarı için Doğu ya da Batı şeklinde bir sınır söz konusu olmamıştır.
Her zemin ve zamanda iştiyak içindeki cânların susuzluğunu giderebilecek bir
potansiyele sahiptir tasavvuf. Bununla birlikte, Batı’daki ihtidâların
kökeninde tasavvufun ana faktör olduğu konusunda çok sayıda çalışma yapılmış
olup ihtidâ hikayeleri de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum, tasavvufta
içkin olan kalbîliğin bir yansıması olarak da alınabilir.
SÛFİYANE BİR HAYATIN VARLIK SEBEBİ: TEVHİD
Semiha Kavak: Tasavvufun bir ruhban sınıfı ürettiği, bunun ise tevhid düşüncesiyle örtüşmediği konusunda neler söylemek istersiniz?
Nurullah Koltaş: Bilâkis,
tasavvuf hem nazarî hem de amelî büyük bir vizyona sahip olduğu için ruhban bir
sınıfın ortaya çıkışına karşıt bir eylem ve söylem barındırır. Eğer ruhbanlığı rahib
kelimesiyle ilişkili bir kavram olan “rehbet”, yani dünyadan el etek çekme
anlamında ele alıyorsanız, el etek çekme ya da “terk” adını verdiğimiz tavrın
mahiyeti dikkatlice ele alınmak durumundadır. Sûfîler için dünyanın
değersizliği ve Âhiret’in önceliği başlıca hareket noktasıdır. Yalnızca Hakk’ın
hakikati mutlak olduğu için O’nun dışındaki her şey (mâsiva) izâfî bir hakikate
sahiptir. Sûfîlerin bu hakikati tüm zerrelerinde tasdik etme tavırları, riyâzet
ve nefs muhasebesi gibi çok çeşitli terbiye yöntemlerinde ifade bulur. Dünya
kelimesi, etimolojisinden yola çıkılırsa “aşağılık, bayağılık” barındırır.
Kutlu olana can atmak, bir anlamda bu kesret ya da çokluk dünyasında vahdet ya
da birlik fikrinin özümsenmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla sûfîler bu aşağı âlemdeki nihai
gayelerinin Allah’ın Birliği ve Biricikliğini tahakkuk ettirmek olduğunu
düşünürler ki Tevhid de budur. Diğer bir deyişle, sûfîyane bir hayatın varlık
sebebi Tevhiddir. Tevhidin dışında bir hayat ya da düşüncenin sızmasının önünde
bizzat sûfîler savunma hatları oluşturmuşlar ve oluşturmaya da devam
etmektedirler. Gazzâlî, Kuşeyrî, Hucvîrî gibi klasik müelliflerinin eserlerine
bakıldığında, apolojetik ya da savunma kabilinden bir tavrın öne çıktığını
görürsünüz. Yani herhangi bir sapmanın teminatı bizzat tasavvuf ve sûfîlerdir.
KLASİKLER
ÖNCELİK TAŞIYOR
Semiha Kavak: Tasavvufu
daha iyi anlamak için gerek ülkemizde bilinen kaynaklardan, gerekse sonradan
müslüman olmuş Batılıların kaynaklarından neleri önerirsiniz?
Nurullah Koltaş: Asıl
âlemden uzakta, gurbette olan biz gariplerin kendimize özgü ihtiyaçları
bulunmakta. Bu nedenle de herkes için standart listelerden ziyade genelden
özele ilgi alanlarını belirleyerek okumalar yapılması büyük önem taşıyor.
Bununla birlikte, tasavvufun kitaplardan öğrenilen bir husus olmadığını, zevkî
ve hâlî bir bir hayat tarzını tazammun ettiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Genel bir kaide olarak İmâm Gazzâlî, Hucvîri, Kuşeyri, Sülemî, ibnü’l-Arabî
gibi müellifler tarafından kaleme alınmış olan klasikler öncelik taşıyor.
Ayrıca bu eserlerin şerhleri de büyük birer kaynak niteliğinde. Yani
ibnü’l-Arabî’yi Tilimsânî ya da Konevî üzerinden okumak farklı pencereler
sağlayabilir. Önde gelen sûfilerce kaleme alınan ve sülûka giden yola dair
tecrübe edilen hususları ihtiva eden eserler de ufuk açıcı nitelikte. Aklıma
hemen Gazzâlî’nin “el-Münkız”ı geliyor. Tasavvufî şiir şerhleri de ayrı birer
hazine ve yol azığı. Sorunuzun ikinci kısmıyla alakalı olarak çalışma saham
nedeniyle René Guénon, Frithjof Schuon, Martin Lings, Seyyid Hüseyin Nasr,
William Chittick, Michel Chodkiewicz gibi mümtaz şahsiyetlerin eserleri farklı
bakış açıları sağlayabilir diye düşünüyorum.
YENİ ŞAFAK PAZAR
https://www.yenisafak.com/amphtml/hayat/tasavvufun-temeli-islam-ahlakidir-3566893?__twitter_impression=true
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder