Tarih 1904. Mayıs'ın 26'sı. Perşembe günü sabaha karşı ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelen Necip Fazıl Kısakürek’in o anki sûreti, adeta gelecekteki derin sancısının, iç çatışmalarının bir habercisi gibiydi. Başı gövdesi kadar olan bu çocuğun yaşayamayacağını düşünen doktorları bile yanılmışlardı. O vücûd, deha denilen aklın mekanı olan çilekeş bir kafanın peşinde sürüklenecekti hep! Kendi içinde bir çelişkiyi andıran vucüdu, ömrü boyunca çelişkileri yakalamaya adaydı.
Necip
Fazıl’ın edebî kişiliği, Paris’te eğitim gördüğü yıllarda şekillenir.
Şiirlerinde yakından tanıdığı Fransız şiirlerinden izler görülür. O tarihten
sonra şiirini etki altına alan mistisizmin, Baudelaire’in şiirlerinden
esinlenme olduğu öne sürülür. Kendisi ise hiçbir şekilde bunu kabul etmez.
“Necip Fazıl, gelmiş geçmiş hiçbir şairin hiçbir mısraına gıpta ile bakmadığını
ve ‘Keşke bunu ben yazsaydım’ diye düşünmediğini söyler. Onun saygı duyduğu ve
dilinden düşürmediği şahsiyetler yok değildir. Başta Shakespeare olmak üzere
Goethe, Rimbaud, Baudelaire, Pascal bunların önde gelenleri arasındadır.
Ama ona göre bunların hepsi büyük de
olsa, neticede birer yanık kafadan ibarettir. Kendisini onların hiçbiriyle
mukayese etmez. Buna rağmen piyeslerinde Shakespeare’den ve kısmen Goethe’den
(Siyah Pelerinli Adam) kaynaklanan edalar yakalamamız mümkündür.” (Rasim
Özdenören-N.F.K Kişiliği Üzerine Notlar)
Necip
Fazıl her ne kadar “Hiç kimseden etkilenmedim” dese de o dönemdeki
şiirlerine bakıldığında, açıkça
Baudelaire etkisi görülür. Necip Fazıl’daki melankoli, yalnızlık, toplumsal
eleştiri ve mevcut yaşantıya içsel tepki, toplumun öne çıkardıklarına ayak
uyduramama gibi haller Baudelaire’inkiyle örtüşür.
Necip
Fazıl’da Baudelaire gibi dış dünyada olup bitenlere karşı iç dünyaya yolculuğu
önemli görmüş ve adeta sorunlu, mayınlı alanlara el atmanın bir insanî sorumluluk olduğunu düşünmüştür:
Ne
sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler
size kalsın, verin karanlıkları!
Dizeleriyle
ta o yıllarda dünyaya bir başka gözle baktığının işaretlerini verir. Toplumun tercihlerinin
kendi tercihleri olamayacağına dikkat çeker. O herkesin baktığı yerden bakmaz
dünyaya. Sözleri hem kendine, hem de diğer insanlara yöneliktir. Kendisi gibi
diğer insanların da ölüm gerçeğini
anlamasını ister:
Şu
geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem:
Haberin var mı öleceğinden? (1939)
Necip
Fazıl’ın yaşadığı çağ bir savaş ve yokluklar çağıdır. Daha çocukluğunda dünya
büyük bir çalkantı yaşamış, imparatorluklar çökmüş ve yeni arayışlar hızla
filizlenmeye başlamıştır. Ardından I. Dünya Savaşı çıktığında Necip Fazıl 10
yaşındadır. Bu yaşta iken İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu
Birinci Dünya Savaşı’na katılır ve 14 yaşındayken savaş biter. Osmanlı
yenilmiş, ülkemiz işgal edilmiştir. Bu savaş esnasında yaşanılan kıtlıklar,
yokluklar, kuyruklar onun adeta beynine kazınmıştır.
İşte
böylesi bir çalkantılı dönem, her şeyi derinlemesine anlayan bir şairi-düşünürü
elbette derin tahlillere götürür. Çelişkiler içerisinden bir söylem dili
geliştirenlerin tümünde, normal, tek düze yaşantıdan elde edilen gözlemlerden
daha derin gözlemler ortaya çıkar. Necip Fazıl’ın da, gözünde dünya gittikçe
anlamsızlaşır, küçülür:
Dışımda
bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde
homurtular, inanma diye gülen.
Necip
Fazıl’ın şiiri bu kaos ortamında kendine bir dil arar. Giderek insana
yabancılaşan bu dünyaya karşı tek çıkış yolunun manevi duygu ve düşüncelere
yaslanarak konuşmak olduğunu düşünür. Onun şiir dilinin metafizik alana
kaymasının iç çalkantılarla ilişkisi olduğu kadar, dış dünyaya karşı da bir
manifesto niteliği taşıdığı görülür.
BİR MANİFESTO DİLİ: ŞİİR
Dünyada
yaşanan yeni paylaşım savaşı, o dönem düşünürleri de yeni bir arayışa itmiş,
sanayi devrimiyle canavarlaşan kapitalizme karşı bir tepki olarak yaygınlaşan
düşünceler yeni bir edebiyat söyleminin de gelişmesine yol açmıştır.
“Necip
Fazıl’ın, milletimizin düşünce, sanat ve ideoloji hayatındaki yerini
belirleyebilmek için, onun zuhur ettiği dönemin gerek dünya gerek ülke
şartlarına bir göz atmakta zaruret vardır. İnsanlık 20.yüzyıla tam bir inkar
psikozuna tutulmuş olarak girmişti. Din ve ona bağlı olarak tüm ruhi değerler
hayattan kovulmak isteniyordu. Adeta Allah’a karşı savaş açılmıştı. Pozitivizm,
materyalizm, komünizm, Darvinizm gibi maddeperest cereyanlar insanlığın
üzerinde bir inkar fırtınası gibi eserek, mevcut değerleri alabora ediyor,
fertlerin beyinlerini, toplumların düzenini sarsıyordu.” (A.Erdem Bayazıt)
Necip
Fazıl bu durumda şiiriyle toplumsal yapıya muhalefet etmenin ancak manevi
değerleri öne çıkarmakla mümkün olacağına inanır. Metafizik derinlik ve mistik
dil onda hem bir arayışa, hem de toplumsal eleştirinin bir ifade diline
dönüşür. Kendisi hayatını, iki ayrı döneme ayırsa bile, aslında ilk şiirleriyle
sonraki şiirlerinin dokusu aynıdır. Daha henüz ilk gençlik yıllarında bile
hafakanlar beyninin içinde dolaşmaktadır. Şiirlerinde ölüm sürekli konudur,
şehrin modern haline bir tepki vardır;
Şehirlerin Dışından
Kalk,
arkadaş, gidelim!
Dereler
yoldaşımız,
Dağlar
omuzdaşımız,
Dünyayı
seyredelim,
Şehirlerin
dışından.
…
Böyle
geçer ömrümüz,
Bir
gün gelir ölürüz,
Haberimiz
olmadan.
Ve
o zaman, o zaman,
Hayat
neymiş görürsün!
Bırak,
keyfini sürsün,
Şehirlerin,
köleler! (1926)
Şehrin,
ölümü düşünmeyen, varlık nedenini sorgulamaktan uzak yaşantısından kaçarak
kurtulmak gerektiğini vurguladığı henüz 24 yaşındayken yazdığı bu şiirde olduğu
gibi, buna yakın tarihlerde yazdığı birçok
şiirinin dokusu birbirine çok benzer,
neredeyse anlatım aynıdır;
Geceler
toprağa benimle inmiş.
Kasırga
benimle kopmuş denizde.
Sanırım
vebâlı elim gezinmiş,
Çürüyen
ağaçta, hasta benizde.
Cinnet,
şüphe, korku, benim eserim;
Sıcak
kalbinizde gizlidir yerim,
Bir
kurdum ki, sizi hep diş diş yerim
Ve
gezerim her gün elbisenizde… (Nefs-1928)
Necip
Fazıl’ın bu şiirleri her ne kadar kendi iç dünyasına yönelik görünse de;
toplumla kendi arasındaki farka da dikkate çekmeye yöneliktir. Kendi iç
dünyasıyla, toplumun değerlerini
sorgular, ona karşı mistik bir muhalefet geliştirir.
Necip
Fazıl’ın şiirlerinde dönemsel değişimler olduğu ileri sürülse de, ilk
şiirleriyle, sonraki şiirleri arasında yaklaşım farklılığı değil, derinlik
farkı görülür. Sonraki şiirlerde dil
daha çok mistikleşir, daha çok inanca bürünür. Ancak doku hep aynıdır. Henüz
20’li yaşlarda yazdığı “Çan sesi”,”Ölünün Odası” gibi şiirler ömrünün son
dönemlerinde “Ölümsüzlük”, “Tabut” “Güzel Şey”, “O Dem” gibi şiirlerinden
farklı değildir. Bu nedenle, Peyami Safa; “Necip Fazıl’ın bütün yazdığı şiirler bir şiirin mısraları gibidir”
der.
BİR MİSTİK MUHALİFİN GELECEĞE YOLCULUĞU
Necip
Fazıl’ın şiirleri, diğer eserlerinde olduğu gibi, tarihi farklı bir gerçeklikle
ele alan ve buradan çıkarılan dersleri topluma manevi bir hava içinde nakşeden
bir bütünlük içerisindedir. Onun şiirleri bireysel olduğu kadar toplumun da ana damarlarına
ulaşır. Dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu olumsuz şartların değiştirilmesi için tarihin kritiğine ihtiyaç
olduğunu ve “kurtuluş” diye sunulan reçetelerin ne kadar geçersiz olduğunu
gözler önüne sermeye çalışır. Düşünce ve duygularının ana hedefi toplumdur
ve bu hedefi yakalamak için Anadolu
insanının çağları aşan fikrine tercüman olur. Onun toplumsal örgüsünün bir
anahtarı vardır: “Büyük Doğu.” Bunun için kendinin görevli olduğunu düşünür.
“Büyük Doğu” geçmişten geleceğe bir köprüdür ve o köprüyü kurma görevi ona
verilmiştir. Bu inancını da “Büyük Doğu Marşı” adlı şiirinde dile getirir;
Allahın
seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten
başını göklere yükselt!
Avlanır,
kim sana atarsa kement,
Ezel
kuşatılmaz, çevrilmez ebet.
Allahın
seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten
başını göklere yükselt!
Yürü
altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet
küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur
yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine
çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü
altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet
küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası
ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın
külleri, sen, kara toprak!
Şahit
ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun
BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Aynası
ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın
külleri, sen, kara toprak! (1938)
Necip
Fazıl, 1934’te Abidin Dino’yla birlikte Eyüp Sultan’da ziyaret ettikleri
Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri'ne bağlandıktan sonra, kendini geleceği inşaya
memur bir görevli olduğuna iyice inandırarak;
Gaiplerden
bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin
boşluğu ense kökünde!
Ve
uçtu tepemden birden bire dam;
Gök
devrildi,künde üstüne künde…
Der
ve bir değişim içinde geleceğe koştuğunu belirtir, ama aslında bu yolculuğun
izleri eskilerdedir, kıvılcım gençlik
yıllarına dayanır. Bu durumu şu sözlerinden ve dizelerinden anlayabiliriz; “Bu
noktada benim halim kelimenin üstüne çıkıyor, kırkbeş yıl önce karaladığım ve
sonunu getiremediğim üç mısra”:
Kelimelerin
üstünde,
Cümlelerin
altında,
Benim
büyük meselem…
Meğer
bugünkü yangınımın kıvılcımlarını o günden taşıyormuşum.” (Rapor-2 syf 68)
Ancak
yine de Necip Fazıl’ın Abdülhâkim
Arvasi’yle tanışıp ona intisap ettikten sonra manevi bir gelecek inşası için
daha disiplinli, daha heyecanlı ve daha örgülü şekilde gayret sarfettiği
açıktır. Bu nedenle Necip Fazıl şiirleri ille de bir ayrıma tabi tutulacaksa,
iki ayrı dönemi ancak bu şekilde ayırmak daha uygundur.
Necip
Fazıl, kolları sıvayıp üstlendiğini belirttiği bu ulvi görevin adeta kendisiyle
de eşdeğer olduğunu düşünür. Ona göre; derin mücadele onunla başlayacaktır ve
bunun için mevcut toplum buna uygun
değildir. Toplumdan ümitvar olmaz, yeni bir gençliği özler:
Cemiyet,
ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve
cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle...
Çok
var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç
adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!
İşte
bütün meselem, her meselenin başı,
Ben
bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
diyerek,
gençleri de “Büyük Doğu” idealine çağırır. Ona göre geçmişi manevi bir ruhla
tahlil eden, gelecek için hedefi olan gençlerin tek yolu vardır; Sözlerine
gereği gibi kulak vermek! Bunun için hemen işe koyulmak gereklidir. Sonradan
ortaya çıkılması halinde iş işten geçmiş olacaktır:
Ey
genç adam, yolumu adım adım bilirsin !
Erken
gel, beni evde bulamayabilirsin !
TOPLUMCULUĞUN GELENEĞE DAYALI OLMASINI GEREKLİ GÖREN ŞAİR
Necip
Fazıl’ın şiirlerindeki muhaliflik, geçmişi yok farzeden bir dile karşılık
şeklindeydi. Ona göre toplumun yeniden inşası gerekliydi ama bunun için
gelenekten ayrılmak değil, aksine geçmişle derin, ruhi bir bağ kurmak
gerekiyordu. Ancak toplum böyle gelişebilir ve mutlu olabilirdi. Oysa o
günlerde toplumun mutluluğu için ortaya atılan kimi çıkışlar ona göre sahte,
içi boş çıkışlardı ve yeni esaretlere yol açabilirdi.
Yirminci
yüzyılın başlarında, neredeyse tüm dünyada eşzamanlı olarak gelişen siyasal ve
toplumsal hareketlere bağlı olarak ortaya çıkan “toplumsal gerçekçilik” ya da
“sosyalist gerçekçilik” adı verilen, toplumcu akım olarak isimlendirilen akım,
ona göre aslında bir yıkım akımıydı.
Şiirden,
edebiyatın ve sanatın her alanına kadar geniş bir yelpazede etkisini gösteren
bu sanat akımına göre kapitalizmin azgınlığı ancak sosyalizmle durdurulabilir
ve insanlık ancak bu düşünce etrafında örgütlenerek, kendine çıkış yolu
bulabilirdi.
Bu
yaklaşım çerçevesinde dünya hızla sosyalizme ve onun üstünde inşa edilen
materyalizme kayıyor, birey kurtuluşu dinlerden kurtulmuş, yeni bir varoluş ve
kavrayışta aramaya çıkıyordu. Bu arayışın yolcularına göre toplumsal
muhalefetin tek dili vardı: Sosyalizm.
Oysa,
“toplum” deyimiyle dile getirilen insan
topluluğu, belli bir ekonomik alt yapıyla belirlenmiş, belli üst yapı kurumlarına
sahip olan sosyo-ekonomik bir biçimleme
(O.Hançerlioğlu –Felsefe Sözlüğü) olduğuna göre, toplumculuğu yalnızca sol
düşünce etrafında aramak yanlıştı. Toplumculuk, toplumun yararına olanı
istemektir. Halkın içine düştüğü maddi ve manevi buhrana karşı tarihten de güç
alarak geliştirilecek fikirlerde toplumcu fikirlerdir. İşte Necip Fazıl dünyaya
böyle bir pencereden bakar ve dünyanın bozuk gidişatına tepki gösterir, ama
kurtuluşun sosyalizmde değil, yeni bir idrakte
olduğuna inanır. Bu yaklaşım üzerinden topluma fikirlerini aktarır. Sadece
yazılarıyla, makaleleriyle, oyunlarıyla değil, şiirleriyle de bu görüşlerini
yaymaya başlar. Mücadelesinin iki kanadı vardır: Kökü maziden koparılmak
istenen ve cumhuriyet adına ortaya atılan yanlışlara karşı durmak ve de o
günlerde kurtuluşu materyalist fikirlerde arayan kişilerle mücadele etmek.
“Türkiye'de
kamu, özel ve gönüllü kurum ve kuruluşların büyük bir karmaşa ve çatışma
yaşadığı bir dönemde, Necip Fazıl düşünce, sanat ve eylemiyle, Anadolu
insanının yolunu aydınlatan büyük ve güçlü bir meşale oldu. O Türkiye'nin
Anadolu'da yitirdiği güneşin Amerika ya da Rusya'da bulunamayacağını düşünce ve
sanatının odak noktası yaptı” (Nazif Gürdoğan-Anadolu’da Batan Güneş)
O
toplumun kötü gidişatına çare olacak şeyin dışarıdan transfer edilecek
ideolojilerde değil, Anadolu’nun inançla yoğrulmuş düşüncesinde olduğuna
inanır. O nedenle, dönemin en etkin şairlerinden olan ve aynı lisede
kendisinden iki sınıf üstte olan Nazım Hikmet Ran ile bu yıllarda başlayan
şairlik rekabeti daha sonra fikri rekabete dönüşür. Necip Fazıl’a göre
Nazım ve sol şairler Batı kapitalizmine
karşı çıkarken, makineleşmeyi kutsuyor ve insanı aradan çıkarıyordu. “19.uncu
Asrın ikinci yarısından sonra makine terakkileri gitgide insan tahakkümünden çıkacak
ve aksine, insanı tahakkümü altına alacak bir mahiyet göstermeye başlamış ve
insanoğlunun azat kabul etmez kölesi makine, hususiyle birinci dünya harbinin
arkasından, çelikten o mankafa haliyle efendilik tahtına oturtulmuştur. Bu
edebiyatı da, makineyi azizleştirme manasına (materyalist) Moskof dünyası
körüklerken, makinenin getirdiği ruhi ‘dacret-sıkıntı’ ve hafakanı dile getirme
ve ilacını arama bakımından da(kapitalist) ve (spritüalist) alem köpürtmüştür.
İşte
Nâzım Hikmet:
Trum,
trum,trum
Makineleşmek
istiyorum!
Binbir
başlı ejderha,
İnsan
beyniyle doyan
Hakikat
şudur ki, makine, eski beşeri muvazeneleri silip süpürür, el işini ve sanat
emeğini çürütür, sınıflar batırır ve sınıflar çıkarır, bilhassa
‘mâveraî-ötelere bağlı’ itikatleri pörsütürken, şaşkın insan ruhunda
alabildiğine putlaşmış ve insan yapısı olduğunu unutturarak, yeni bir insan
sahibi zannedilmiştir.” (Rapor 1-syf 86)
Necip
Fazıl, Nazım Hikmet ve benzerlerinin yenilik ve toplumculuk adına ortaya attığı
fikirlere her platformda itiraz ederek, ömrü boyunca materyalizmle mücadele
eder. Onların yeni diye ortaya çıkardıkları düşüncelere tepki gösterir ve kendi
idesinin diğerlerinden çok farklı olduğunu anlatmaya çalışır:
Çıbanımız
çok derin, işletemez yakılar;
Nerde
bizim şarkımız, nerde öbür şarkılar?(1939)
Yalnızca
Nazım Hikmet ve çevresiyle değil, bunlara hak verenlerle de sürekli sürtüşür ve
hatta zaman zaman kastini aşan sertliklerle polemiklere girer. Hatta öyle ki
ulvi değerler adına yanlış gördüğü her şeye Anadolu’nun sesini bağrında
hissederek, hiç çekinmeden karşı olur. Mücadelesi yalnızca sosyalistlerle
değil, toplumun geleceğini tehdit eden her şeye şiddetle karşı çıkar.
“Necip
Fazıl Kısakürek aykırı bir yazar, aykırı bir şairdi. Yaşamı iniş çıkışlarla
dolu olsa da asıl duruşu eleştirel ve dikbaşlıydı. Son dönemlerinde giderek
daha radikal ve sert muhafazakarlığa yöneldi. Aykırılığı ise değişmedi.
Mendereslerin iktidara gelmesinden mutlu olmuştu. Daha sonra onları da
eleştirmekten geri durmadı.” (Oral Çalışlar-Necip Fazıl’da Dersim İsyanı.
Radikal gaz.)
Necip
Fazıl, toplumun kötü gidişatının önüne set çekmek ve idealine uygun bir toplum
oluşturmak için sadece şiirin yeterli
olmadığını gören bir şairdi. Bu nedenle her türden eserle düşüncesine hizmet
etti. Kimi eserleri şiirlerinden daha çok etkiliydi. Tasavvur ettiği “Büyük Doğu” ideasının,“ideolocya örgüsü”nün
gerçekleşmesi için bazen diğer eserlerini,
yazılarını şiirlerinin kat kat önüne çıkardı.
“-Sanat
faaliyetinizi bi hakkın bırakmış gözüküyorsunuz, dedim. O meşhur şiirlerinizden
neşretmiyorsunuz…
-Şiir
yazma faaliyetimi muvakkaten terk edilmiş gösteren sebep, içerisinde
yaşadığımız siyasi aksiyon devresinin
saf fikir ve sanata bir tahayyüz hassası bırakmamasıdır. Ben bu
devirlerde, sanatkarın vazifesini büyük mikyasta aksiyona karışmaktan ibaret görüyorum.”
(Hikmet Münir-Yedigün Temmuz 1941) Bu yaklaşımı nedeniyle Necip Fazıl şiirle
meşguliyetini iyice azaltır ve ilerleyen yıllarda emeğinin büyük bir bölümünü “Büyük Doğu” dergisine verir.
1950-1960 yılları arasındaki on yılda sadece on şiir yazar. Ona göre davası
için şairlik yalnızca bir nokta kadardır;
Ver
cüceye onun olsun şairlik
Şimdi
gözüm büyük sanatkarlıkta.
Necip
Fazıl’ın toplumsal konulara yoğunlaşıp, şiirini daha geriye ittiği
dönemler, 1934 yılında tanıdığı
Abdülhakim Arvasi’ye intisabından sonra başlar. O anın heyecanını gelecekte hep
yüreğinde taşır:
Allah
dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel
Bir
akşamdı ki,zaman, donacak kadar güzel.
Bu
anla birlikte başlayan değişiklik yeni bir döneme de yelken açtığı süreç olur.
O güne kadar yazdığı eserlerin, şairliğinin oldukça önemsiz olduğuna kanaat
getirir;
Tam
otuz yıl saatim işlemiş,ben durmuşum
Gökyüzünden
habersiz uçurtma uçurmuşum.
Bu
tarihten sonra şairliğinden daha çok, yazdığı makaleler, kitap ve
açıklamalarıyla gündemdedir. Bu durum onu şair olarak öven kimileri için bir
tükenmedir: “1943’te çıkan ‘Büyük Doğu’ adlı yazın ve sanat dergisinde bizleri
topladı. Ama çok sürmedi bu. Dergi yavaş yavaş değişti. Bambaşka bir görünüş,
bir içerik kazandı. Atatürk devrimlerini yıkıp yok etmek isteyenlerle
işbirliğine kalkıştı. Hatta onların öncüsü oldu. Bizleri de etkilemeye çalıştı,
ama başaramadı.1945 güz aylarında karşımızda ki “Büyük Doğu” dergisi sahibi
Necip Fazıl’ın “şair” Necip Fazıl’dan çok daha değişik bir insan olduğunu
anladık, kendisiyle ilgiyi kestik. Şair Necip Fazıl 1945’ten önce ölmüştü.”
(Oktay Akbal-Ölümü Üzerine Yazılanlar)
Oysa,
Atatürk’ün ölümünde Cumhuriyet gazetesinde ondan övgülerle bahseden Necip
Fazıl, kavgasının çok daha önceyle başladığını belirtir ve genç cumhuriyete
yönelttiği eleştiri ve asıl mücadelesiyle ilgili şöyle der:
“Ben
buluğ yaşımı Cumhuriyetle beraber idrak etmiş vaziyetteyim. Binaenaleyh beni
cumhuriyet devrine dahil edebilirsiniz. 1839’dan beri şapşal hale getirilmiştir
Türkiye. Mustafa Reşit Paşa var. Büyük Reşit Paşa denilen küçüğün de küçüğü
adam ve hempası. Ali Paşa, Fuat Paşa ve peşinden bir sahte kahraman olan Mithat
Paşa. Cumhuriyet dönemi, ölmemek iradesiyle şahlanan Türk milletini madde
aleminden kurtarmış, ama mana aleminde tanzimattan bu yana gelen cereyanı çok
şiddetli derecelere ulaştırarak, manada örselemiştir.”(Erkekçe Dergisi-Şubat 1983)
ANADOLU’YA YASLANAN BİR ŞAİRİN
BAŞKALDIRISI
Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”yla tırmanan sistem
eleştirisi İnönü döneminde iyice yükselir. O’na olan eleştirisi onunla birlikte
cumhuriyetin inkilaplarına da yönelir;
Yeter
senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir
saman kağıdından, bütün iş kopya almak;
Ve
sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları
bastırdı devrim isimli masal…
Necip
Fazıl’a göre İnönü iktidarı din düşmanlığı yapmaktadır: “1943’te çıkan ve
basında Hiroşima’da ki atom bombasına denk bir tesir yapan “Büyük Doğu”
kapatılmış, güzel sanatlar akademisi yüksek mimari şubesindeki hocalığım
elimden alınmış ve askere çağrılarak Eğridir Dağları’na sürülmüştüm. Sebep,
sadece şu mealde bir hadis neşretmiş olmamdı; ‘Allah’a itaat etmeyene itaat
olunmaz!’ Devrin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel bana, makamında şu sözü
söylemişti: ‘Bu hadisi neşretmekle bize
itaat edilmez demek istiyorsun!’ şaşırmıştım. Bu adam Allah’a itaat etmediğini
itiraf ediyor; Böylece hem Allah’a inandığını, hem de ona itaat etmediğini bir
araya getirmek gibi safsataya düşüyordu. Devrin Başbakanı imzasıyla hem “Büyük
Doğu”ya hem de bütün dergi ve gazetelere şu tamim gelmişti ‘Allah ve ahlaktan
bahsetmek yasaktır”( Rapor 3 syf 22)
Necip
Fazıl’ın Anadolu’nun manevi değerleri üzerinden o dönemdeki mevcut sisteme
yaptığı toplumsal muhalefet, yazılarının, kitaplarının yanı sıra şiirlerinde de
belirgindir. Yazılarında, konferanslarında nasıl bir mücadelenin içinde
olduğunu anlatır; “Beni, devrin temsilcisi, Başbakanı-şu veya bu-çağırdı.
Bugünün parasıyla yüz misli fark kabul edebilirsiniz, bir deste banknot koydu
önüme. Binlik. ‘Ya bu; yahut bütün kuvvetimizle sizi tevkife memuruz!’ dedi.
Tevkif durdurma demektir. Tabii içinde başka manalar da var…Tutuklama vs. ‘Size
ne yaptım ki bana böyle bir şey teklif etmeye cesaret edebiliyorsunuz?’ dedim.
Ne mübarektir o kadın ki, kendisine sarkıntılık edene ‘Ben sana ne yaptım ki,
buna cesaret buldun?’ der.
Kalktım
ayrıldım, trene bindim, İstanbul’a indim ve tevkif edildim.”(Yolumuz Halimiz
Çaremiz. syf 60)
Muhasebe
şiirinde adeta bu olayı anlatır gibidir. Yazılarında sık sık ahlaki çöküntüden
ve toplumun iğdiş edilişinden bahseden Necip Fazıl, kendisine yapılan bu
teklifi de fahişelere yapılmış teklife benzetir, tepkisini dile getirir:
Fikrin
ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir
vicdanın bilemem,kaçtır hava parası? (1947)
İnönü
hükümetiyle yaşadığı kavga büyür ve yine 1947 yılında yazdığı “Destan” şiirinde
dilini daha da sertleştirir:
Bülbüllere
emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset
tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak,
arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan
vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda
kan terliyor babamın iskeleti;
Ne
yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah,
küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir
şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap…
Artık
İnönü iktidarıyla çatışma neredeyse bir dönemin eleştirisine dönüşür. İnönü
üzerinden cumhuriyetin yenilik diye sunduğu bazı uygulamaları eleştirilir.
Toplumun ahlaksızlıklarla batmış bir çok eski dönemden daha kötü olduğunu öne
sürer:
Ey
tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde
cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir
kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar
yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve
ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;
Başkentler
haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler
geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla
Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür
yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında
sattık, kalkamaz artık kazan!
Yalnızca
toplumsal ahlak değildir bozulan, gelir dengesizliği de had safhadadır:
Allahın
on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir
kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu
taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın,
kefenimin kefili karaborsa!
Ve
bütün bunların müsebbibi resmi yapıdır, onu şedit şekilde devam ettiren
siyasettir:
Kubur
faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel
destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset
kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest,
verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Necip
Fazıl bütün bunların kendisini yıldıramayacağını, adım adım davasının
anlaşılmakta olduğunu ve artık surda bir gedik açtığını belirtir:
Aç
kapıyı haber var,
Ötenin
ötesinden.
Dudaklarda
şarkılar,
Kurtuluş
bestesinden.
Biz
geldik, bilen bilsin.
Gönül
gönül girilsin.
İnsanlar
devşirilsin,
Sonsuzluk
destesinden…
Topluma,
bütün bunların geçici olduğu, kurtuluşun, müjdenin yakın olduğunu belirterek sabırla yeni neslin gelmesinin
beklenmesini ister;
Buluştururlar
bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını
çok dinledik, şimdi iş inkılâpta!
Bekleyin,
görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin,
gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel,
bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün
doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?
UMUDUNU “BÜYÜK DOĞU’YA SAKLAYAN ŞAİRİN
DRAMI
Necip
Fazıl, bir yandan İnönü iktidarının değişmesi için mücadele ederken, diğer yandan da yeni bir toplum oluşturmak için daha uygun ortamın gelmesini ister. Onun için
çoğulcu demokrasi bir umut olur. CHP’nin karşısına geçen ve ezanı Arapçaya
çevirmek gibi bazı vaatlerde bulunan DP iktidarına destek verir. Büyük umutla
D.Parti’nin iktidarı devralmasını, iktidara gelmesini bekler. Seçim öncesi
yazdığı şiirlerde bu bekleyiş bir coşkuya dönüşür. Bütün toplum, anneler,
babalar, çocuklar bu bekleyişe davet edilir:
elli
pullu, anlı şanlı bir gelin;
Aynalar,
gelin!
Bir
güzel ki, en güzeli güzelin;
Gönüller
gelin!
Sonsuz
gerçek; habercisi ezelin;
Kitaplar,
gelin!
Şarkı
bizde, Şeytan, yeter gazelin;
Nağmeler,
gelin!
Ey
karanlık, gelmektedir ecelin;
Işıklar,
gelin!
Toplanın
hep, derlenin hep, düzelin;
Yığınlar,
gelin!
En
güzeli, en güzeli, güzelin;
Habercisi,
habercisi, ezelin;
Tellerinde
şafak söken bir gelin;
Anneler,
babalar, çocuklar , gelin! (1949)
Yazılarında,
şiirlerinde bütünsel yaklaşımı elden
bırakmayan Necip Fazıl her ne kadar “Büyük Doğu” gençliğine seslenir gibi olsa da, şiirleri gizli kodlarla örülüdür. 1949 Yılında yazdığı
“Aç Kapıyı” adlı şiirinde DP iktidarıyla, Ötenin ötesinden, Mavera’dan,
kurtuluş müjdesi verir:
Aç
kapıyı haber var,
Ötenin
ötesinden.
Dudaklarda
şarkılar,
Kurtuluş
bestesinden.
Biz
geldik, bilen bilsin.
Gönül
gönül girilsin.
İnsanlar
devşirilsin,
Sonsuzluk
destesinden.
Fakat
çok geçmez DP iktidarında da yazdığı yazılardan dolayı takibata uğrar,
iktidarla arası açılır.
DP
İktidarının son döneminde ise arayışları
iyice artar. Bu arayış zaman zaman muhalefet olarak şiirlerine yansırken, zaman
zaman da bir kaçış, bir gizli tepki olarak ortaya çıkar. Menderes iktidarının
İslam davasına hizmet vermesi konusunda umudu tükenmiştir, başka bir adrese
yolculuk şart hale gelir!
Şehirlerde tabanım değil yüreğim yanık:
Nur
şehrine gidelim, yürü çilekeş çarık! (1959)
Artık
Menderes iktidarında aradığı şeyleri bulamamanın sızlanışı içindedir. Birçok
yerde defalarca hapse girdiği bu dönemle ilgili umutlarının tükendiğini söyler.
Muhalefetini şiirden daha çok yazılarıyla anlatma yolunu seçer. İktidarın son
demlerinde 6 Mart 1959 yılında 10.kez haftalık olarak çıkardığı “Büyük
Doğu”gazetesinde parça parça sonradan
“İdeologya Örgüsü”olarak kitaplaşacak yazılarını yazmaya başlar. Bir Ankara
seyahati esnasında Bolu dağında aracı
durdurulup tutuklanır. 2 gün sonra çıkarılır. Çıkınca, o haftaki “Büyük
Doğu”nun kapağına konulan, zindan parmaklığı içinde kıvranan bir çift el
resminin altına şunu yazar: “Zindanın anahtarı bizde, içinde de biz varız!”
27
Mayıs İhtilali gelir ve artık eskisinden daha beter bir atmosferin içine
girilir. İhtilal hükümetiyle de başı hep beladadır. Evi basılır. Takibata
uğrar. İhtilal hükümeti hakkında ilginç bir nükte yapar: “Yoğurttan bir
hükümete mukavvadan bir hançer saplandı. Hükümet teneke olsaydı hançer kırılırdı.” Yeniden hapse girer.
Toptaşı Cezaevi’nde “Zindandan Mehmet’e Mektup”adlı dilden dile dolaşan şiirini
yazar. İçeride de muhalifliğinden geri adım atmaz. Oğlu Mehmet’e seslenirken
yine gelecek müjdesi verir:
Mehmed'im
sevinin başlar yüksekte!
Ölsekte
sevinin, eve dönsek de!
Sanma
bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın,
elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün
doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
BİTMEYEN “ÇİLE” VE BİTMEYEN MUHALEFET!
1962
yılında hapisten çıktıktan sonra mahkemeleri devam eder. Bu arada eski ve yeni
şiirlerini bir araya topladığı “Çile” adlı şiir kitabını çıkarır.
Şiirlerinde
anlam bakımından birbirine yakın olanları karşılıklı sayfalara yerleştirir. Bu
sıralamaya bakıldığında, şiirleri bu şekil yazıldıkları tarih mukayesesiyle
değerlendirildiğinde, Necip Fazıl’ın şiirlerindeki bütünlük hemen göze çarpar.
Dizelerinde
sık sık ünlem işareti kullanan Necip Fazıl, ilk gençlik yıllarından başlayarak
son şiirlerine kadar toplumda yazdıklarının bir “hayret” uyandırmasına çalışır.
Neredeyse tüm şiirleri ünlem işaretleriyle örülmüş gibidir.
1963
Yılında “Aydınlar Kulübü” tarafından düzenlenen konferanslar serisine başlar ve
konferanslar vermek üzere değişik illere gider. Buralarda hem konferans
öncesinde hem de konferans esnasında şiirleri okunur. Davasını anlatırken
okunan şiirler hep mevcut düzeni eleştiren, muhalif şiirlerdir. Bu şiirlerin
birçoğu İslamcıların marşları olur. Artık şiir davanın içinde yoğrulmuş bir
silah gibidir. Toplumun dinamitini fitiller.
Necip
Fazıl’ın bu dönemde yazdığı şiirlerde bir dinginlik göze çarpar. Sanki yeniden
ilk gençliğinin “Kaldırımlar”, “Otel Odaları”nda olan şiir dilini arar gibidir.
Daha çok ölümün sessizliğine uzanan bir yolculuk, kendine yöneliş, bir veda
gibidir yazdığı birkaç şiir. 1962 yılında yazdığı “Çek perdeyi” ve 1963 yılında
yazdığı “Biter” adlı şiirlerin yanı sıra, yine aynı yılda yazdığı “Canım İstanbul” adlı şiiri
ise, şiirlerini ideolojiden uzak
tuttuğu zamanlardaki şiirlerine benzer bir tattadır.
Bu
şiirinden bir yıl sonra yazdığı şiirleri ise konferanslarının atmosferine
hapsolur. Yine keskin bir eleştirel dil hakim olur toplamda yazdığı birkaç
şiirine.
İhtilalin
ardından Menderes’in idam edilmesi onu derinden etkiler ve zamanında çeşitli
eleştiriler yaptığı Menderes için “O Zeybek” adlı şiirini yazar:
…
Zeybeğim;
dünyayı aldın götürdün!
Bir
öldün de, beni binbir öldürdün!
…
Ağla,
bir dinmeyen hasretle ağla!
Zeybeksiz
yolları, gözetle, ağla!
Menderes’in
idamından yaşadığı derin üzüntü onun sistem eleştirisinin dozunu daha da
artırır, başa gelenlerin resmi ideolojiden dolayı yaşandığını yüksek sesle
yeniden haykırmaya başlar. Bu düşüncesini “Ve Gelir” adlı şiirinde sert bir
uslûpla dile getirir:
Bu
yurda her bela içinden gelir;
‘Hep’leri
hep, hiçin hiçinden gelir.
Gelemez
bir ithal malidir akil,
Kaf
dağından, Cinden, Macinden gelir.
Dünküne
eş, bu gün küfür yobazı;
Bütün
derdi festen, lap cinden gelir.
‘Allah
vardır!’ dersin; sorarlar: Niçin?
Sonra
tokat, puta ‘niçin’ den gelir.
Benim
nur mayama pislik atanlar,
Şeytan,
senin büyük elcinden gelir!
Biricik
selamet yolu tarihte,
‘Sormayın,
görmeyin, geçin!’ den gelir.
Genç
Osman’ı lif lif yolan o güruh,
Kahpe
devşirmenin piçinden gelir.
Bir
gün bu gidişle çatlarsa yürek,
Dile
vurdukları perçinden gelir... (1964)
“Utansın
“adlı şiirinde de yaşanan olumsuzluklara karşı
inanmış insanların duyarsızlığından şikayet eder, bütün mücadelesini bir
anlama oturtarak herkesin üzerine düşeni yapmasını, elinden geleni yaptıktan
sonra sorumluluğun artık kendisinden çıkacağına dikkat çeker:
Tohum
saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe
varmayan mızrak utansın!
Hey
gidi küheylan koşmana bak sen !
Çatlarsan,
doğuran kısrak utansın !
Eski
çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda
iğreti yaparak utansın!
Ustada
kalırsa bu öksüz yapı,
Onu
sürdürmeyen çırak utansın!
Ölümden
ileri varış dediğin,
Geride
ne varsa bırak utansın!
Ey
binbir tane de solmayan tek renk,
Bayraklaşmıyorsan
bayrak utansın! (1964)
Yine
bu yılda yazdığı “Aman” adlı şiirinde ise toplumsal eleştirisinin dozu iyice
ağırlaşır: “Yere batsın bu dünya ve ondan medet uman” der ve bu kez her zaman
umut olarak gördüğü gençlere seslenir. Gençlerin böylesi bir ortamda uykuda
bulunmalarının, hala uyanmayışın haram olduğunu söyler;
Genç
adam, at yorganı!
Sana
haram, uyuman!
Aman,
efendim aman!
Efendim,
aman, aman!
Necip
Fazıl’ın şiiri artık bir ideolojik silahtır. Namludan çıkan her kelime bir
kurşun gibidir. Bu tarihten sonra geçmişle hesaplaşan birçok kitap yazar.
Bunlarla birlikte konferanslarını sürdürür. Hem bir tarih hesaplaşması hem de
iktidara hükmetmenin önemine değinir konferanslarında. 1970 yılında yeni bir
umut olarak gördüğü Milli Nizam Partisi kurulur. Burada kısa bir konuşma yapar.
Bu partiden beklentileri vardır. Artık konferanslarını onların (MNP) düşüncesi
doğrultusunda örgütlenen MTTB gibi çatılar altında yapmaya başlar.
Necip
Fazıl bu dönemde uzun şiirler yazma yerine iki dörtlükler ve kısa dizelerle bir
“durum şairi” olur adeta.
Bir
yandan ruhi derinlikli dizeler yazar, bir yandan dizeleriyle kimi eleştirilerde
bulunur. Nerede bir çarpıklık görüyorsa orada iki satırlık hiciv dizeleriyle
iğnelemeler yapar. Şairin dizeleri her
şeye değinir! Zaman gelir müslüman toplumun tümünü eleştirisinin kaynağı yapar;
İslamı
düşürene tükürmek istiyorum!
Ayırıp
alın alın, zift sürmek istiyorum!... (1978)
Sözde
İslam, bir ferdi bir ferdine kaynamaz,
Bu
halde utanmadan camide saf saf namaz!.. (1974)
Cami
cemaatine de söyleyecekleri vardır Necip Fazıl’ın. Kimi müslümanların
namazlarını bir inançtan ziyade bir alışkanlık gibi gördüğüne dikkat çeker:
Niceleri
namazda gaflet perende bazı;
Kurgulu
oyuncak da kılar böyle namazı… (1978)
Camilerde
cemaat yerine hep cemâdat;
Siner
de köşelerde, Haktan isterler imdat… (1977)
Yer
yer toplumun manevi duygularına hitap eder ve toplumun yaşanan manevi
olumsuzluklara karşılık duyarsızlığına hayret eder:
Sen
ki, bir sapık ırza geçse kusarsın;
Milletin
ruh ırzına geçerler de susarsın! (1978)
Sadece
cami cemaatine değil, toplumun tüm diğer kesimlerine olduğu gibi dünyalık
biriktiren tüccara da sitem eder:
Hasis
sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda
geçer akçe neyse, onu biriktir!
Zaman
zaman kendisinin anlaşılmadığından şikayet eden Necip Fazıl, bazen yaşadığı
dönemle ilgili karamsar, umutsuz dizeler yazar, bazan uslubu hiddete dönüşür:
Kan
pıhtısı takkeli, saçları yoluk kafa!
Sende
“dır-tır” bildiğin ne varsa kaldır rafa!..
Kimi
dizelerinde ise sert suçlamalar vardır;
Çöplüğe
attılar da mukaddes emaneti
Hak
bellettiler Hakka en büyük ihaneti…
Toplumun
müslümanlığını da sık sık sorgular dizeleriyle. Müslümanlığın insanların
kendilerini müslüman kabul etmeleriyle mümkün olmadığını düşünür:
Haykırsam
geçenlere kavşağında bir yolun,
Aman
Müslüman olun, aman Müslüman olun.
Şeklindeki
dizeleri, toplumun İslami değerlere yaklaşımında bir değişiklik olmadığının
işareti gibidir. Necip Fazıl bu dizeleri 1974 yılında yazmış olsa bile, 1939’da
yazdığı “haberi yok” dizelerinde de aynı çağrının izleri vardır. Çağrısı yeni
değildir:
Şu
geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem:
Haberin var mı öleceğinden? (1939)
NFK’nın
sorgusu bazen her şeyi içine alır. Eleştirileri her alana uzanır.
Makineleşmeden, demokrasiye, demokrasiden hürriyete velhasıl hemen
her şeye eleştirel gözle bakar. Bazen olup biteni alaya alır, bazen
tepki gösterir:
Yetişemez
en hakir çobanın idrakine;
Yirminci
asır putu,taptıkları makine… (1974)
Özgürlük
arayışları da eleştiri odağına takılır, gerçek özgürlük için adres gösterir:
Son noktadır onların yakını, uzaklıkta;
Hürriyetin
gerçeği, gerçeğe tutsaklıkta. (1974)
“Özgürlük”
diye ortaya çıkan bazı kesimlere ise eleştirileri oldukça ağırdır:
Hürriyet
hokkabazlık, gökte havai fişek;
Toprakta
da hürriyet diye tepinir eşek…
İdeolojilerin
amansız şekilde çarpıştığı ihtilal öncesi sağ ve sol terimleri içerisinde
kendine yer arar. Ona göre dindarların yeri sağdadır, sağcılıktır. Yaklaşımına
göre; Allah bile uzuvları buna uygun değer de yaratmıştır! Garip bir benzetme
yapar bununla ilgili:
Kalbimi
ve aklımı hep sağ elime verdim;
Görevi
olmasaydı sol elimi keserdim…
O
tarihlerde tek tük yazdığı uzun
şiirlerde birçok konuya birden hicivde bulunur. Bu şiirlerinden en önde
gelenlerinden biri “meydan şiiri”dir. Bu şiirde, yobazlara, devrimlere,
ajanlara, Batılılaşmaya, eğitim sistemine, eğitmenlere, şehir yaşamına, siyasi
partilere, diyanete, fetvalara, sanayiye, ortak pazara, rüşvete, enflasyona,
demokrasiye, depreme kısaca her şeye değinir:
Tek
istikamet kabe;
Ve
tek örnek sahabe...
Böyle
yükseldi sütun,
Böyle
kuruldu kubbe.
Derken
nuru kararttı
Yobazda
kara cübbe.
Tuzağa
düştü aslan;
Sorguç
takıldı kelbe.
Vatan
yüzelli yıldır
Manada
bir harabe.
Artık
iman ve ahlak,
Türbedarsız
bir türbe.
Ne
hatıra maziden,
Ne
isim ne kitabe...
Düşmek,yükselmek
oldu
Uçurumda
mertebe...
Ağla
ey koca tarih
Bu
acıklı nasibe!
Nerdesin
ulvi fikir
Çilekeş
murakebe?
Sahte
devrimler boyu
Tarihi
muhasebe?
Bağlıdır
bu felaket,
Tek
tipe tek sebebe.
Bir
tip mücerret model
Batı
ajanı kahbe!
Sürüyü
teslim eden,
Avrupalı
celebe...
Hele
bak,şu hale bak;
Eve,yurda,mektebe!
Bizde
profösör derler
Kitap
yüklü merkebe.
Lisan
diye hırlayış;
Kültür
diye alfabe...
Pazar
müflis,kent deli,
Köy
boş karakol izbe...
Bir
çatışma boğuşma;
Şeytan
uğrunda cezbe.
Karışmış
gazetede
Necaset
mürekkebe.
Ne
bulduk parti parti,
Eyledik
de tecrübe?
Bir
kısmı Ebu Cehil,
Bir
kısmı İbn_i Sebe.
Gerçeğe
aykırılık;
Uygunsuzluk
mezhebe...
İslam,gidip
gelen top,
Bir
hizipten bir hizbe.
Hak
yolunda bir lider;
Memur,hakkı
tahribe.
Düne
kadar dıştandı,
Şimdi
de içten darbe.
Diyanet
işleri ki,
Uymaz
farza, vacibe.
İlminde
gaiplerin
Haşyet
duymaz gaibe.
Yeni
bir mamul eşya;
Fetvaları
şaibe.
Bu
muydu Büyük Doğu,
Kırk
yıllık muhasebe?
Deli
olsa yanaşmaz
İşlerini
tasvibe!
Ya
sanayi masalı;
Derya
rolünde habbe?
Saksı
içinde çınar;
Görülmememiş
acibe...
Nefes
almadan vermek...
Sor
bu işi tabibe!
İş
arayan bir millet;
Diyar
diyar göçebe...
Şerefli
ortak Pazar;
Ona
aş, sana küsbe!
İçyüzü
bu davanın,
Köle
olmak salibe...
Dünkü
sultan bugün kul,
Ta
meşrıkten mağribe.
Rüşvetle
maaşa zam,
Enflasyonla
debdebe.
Yüz
lira ona iner
Daha
inmeden cebe.
Gidere
tabii gelir
Dibi
sökülmüş heybe.
“Doğa”da
buldukları
Zelzele
ve seylabe.
Biçare
demokrasi,
Karanlıkta
körebe.
Parti,
bölücü alet
Batıdan
bize hibe.
Gel
de ey gerçek parti,
Partiyi
batır dibe!
Her
türlü sahteliği
Yıkmak
sana vecibe!
Bu
işi ne temizler,
Hangi
ok,hangi harbe?
Hangi
yel,hangi ateş,
Hangi
söz,hangi hutbe?
Bir
nesil bekliyoruz,
Büyük
nizama gebe.
Nedir
o nizam,nedir?
Boyun
eğmektir Rabbe!
Milliyet
ruha bağlı
Kıymet
sadece kalbe.
Fatih’te
erimiştir,
Cengiz
Han ve Kurt Cebe.
Davet
gücü İslam’da;
Koministi
edebe.
Her
şey herşey İslam’da;
Ferde
ve kavme rütbe.
Bizde,
kutsi emanet;
Bizde
yarın galebe!
Gün
geldi,saat çaldı;
İşte
yol koş takibe!
Yetmez
mi esaretin;
Ey
Türkoğlu,davran bee! (1975)
Modern
üretimi de, onun ürettiği ürünlerini
de eleştirir. İnsanların yemek, içmekten
başka bir şey düşünmediğini hiç kimsenin varoluş gerekçelerini aramak gibi bir
endişesinin olmadığını öne sürer:
Ancak
hiçe varırız, bu yoldan, varsak varsak;
Üretim
ki, mekânı ya rahimdir, ya barsak… (1976)
Bana
biricik gıda, aç ve susuz, düşünmek;
Sizinse
düşünceniz, yemek, yatmak, eşinmek…
Şiir ve dil
de eleştirilerden nasibini alır;
Dil
mi; tek hecelerden Moğol buyrultusudur.
Şiir
mi; satır satır mide gorultusudur. (1973)
Nispetleri
bozuldu, yedi ses, yedi rengin;
Mart
kedisinin dili, bizimkinden çok zengin. (1974)
Necip
Fazıl, eleştirilerini, muhalefetini yalnızca kendi ülkemizdeki durumlarla
ilgili yapmaz. Modern dünyanın gelişme diye sunduğu şeylere de şiirleriyle
eleştirilerde bulunur. Aya çıkılmasının büyük bir olay olduğu propagandalarına
karşı şiiriyle istihza eder:
Yirminci
Asrın ablak yüzlü feza pilotu!
Buldun
mu Ay yüzünde ölüme çare otu?
Bir
odun parçasına at diye binen çocuk! (1972)
Bu
şiirle Batı’nın kimi bilimsel çalışmalarıyla alay ederken, kendi toplumumuzun
da başarısızlıklarına göndermede bulunur. Başarısızlığın nedenini tarihten
kopmakta arar:
El-alem
çalışırken, fethetmeye Merihi;
Sen
cebinde kaybettin, güneş dolu tarihi!
Ömrünün
son dönemlerine yakın yaşanan siyasi krizler ve kurulan koalisyon
hükümetlerinin kısa süreler içerisinde
bozulması, yerine yenilerinin kurulamaması üzerine, Necip Fazıl bu konuya da
değinir dizelerinde:
Bak
ki, sahipsiz yurdun şu perişan haline,
İş
kaldı Avrupa’dan hükümet ithaline! (1978)
Şair
artık bir yandan kalıcı eserlerini hızlandırır, bir yandan da toplumsal konular
üzerine yoğunlaşıp, düşüncelerini küçük
risale şeklinde rapor isim serisi olarak çıkarmaya başlar.
1980
Yılında, doğumunun 75. yıldönümünde Türk Edebiyat Vakfı kendisini “Şairler
Sultanı” ilan eder ve Türkçe’nin Yaşayan En Büyük Şairi Ödülü’nü verir. Bu yıl
ayrıca Kültür bakanlığı kendisini “Büyük Kültür Armağanı”na layık görür.
1981
yılında hayali olan “İman ve İslam Atlası” adlı eserini tefrika halinde bir
günlük gazetede yayınlar.
Ömrünün
son şiirlerini 1982 yılında Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayınlamaya başlar.
Doğduğu günün yıldönümü olan 1983 yılı 26 Mayısı’nda ebedî dergâhına defnedildiğinde onu uğurlayan büyük kalabalığın hafızasında
inanç yüklü vasiyeti canlanır:
Son
gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp
beni götürsün, tam dört inanmış adam... (1939)
Son
günü bir mahşer kalabalığıdır, ama hayatı boyunca yaşadığı gibi garip gelip
garip gider:
Garip
geldik gideriz, rafa koy evi barkı!
Tek,
dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı… (1962)
SEMİHA KAVAK
EDEBİSTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder