23 Ocak 2015 Cuma

Denizin Ortasında Yapayalnız Kalmış Gibi


"Rahmin kadar konuş diyorlardı bana/Hamile kalıyordum oysa durmadan roman kahramanlarından." Wirginia Woolf 

Tüm kadınların yaşamı bir günde olmuş gibi, tek ve ortak. Kadınlığın yekpâre hikayesini yazsak tek ve ortak olurdu. 

Michael Cunningham'ın romanından aynı adla uyarlanan Stephen Daldry'nin yönetmenliğini yaptığı ve hem Woolf'u ve hem de onun kurmaca dünyasını gösteren The Hours (Saatler, 2002) filmi de işte bu yekpare hikayeyi anlatıyor.  Üç farklı zaman diliminden üç farklı kadının bir günü. 

Fakat benim yazmak istediğim Hours filmi değil elbet. Bu aralar Woolf'un romanları ve yazın dünyasına ilişkin metinlerini içeren kitaplarına dair yazdığım notları paylaşmaktı. Onları eklemeyi düşündüğüm sıra, Üç Nokta Sinema ve Edebiyat Dergisi'ni irdelerken Deniz Özdoğan'ın Saatler ve İçsıkıntısı başlıklı yazısına rastladım. 
Yazıda Woolf ve Didem Madak arasındaki "iç sıkıntısı" ve anlam arayışı benzerliğine değinilmiş. Kadınlara biçilen anlam ve daha çok anlamsızlığın üzerinden iki yazarın ortak hikayesine. 

Peyami Safa'nın şöyle bir sözü var: "İnsanı yalnız bir hastalık öldürür: Sıkıntı. Öteki hastalıklar bunun vücuttaki çeşitli görünümleridir."

Herkesin iç sıkıntısı ve mutsuzluğunu bir başka türlü giderebileceği 'mümkün'leri -umut kapısı- olur. Woolf'un mümkünü de kurmaca yazmaya başladığında içindeki ışığın gücünü hissettiği zamanlardır.
Filmde de üç ayrı kadının iç sıkıntısı, tedirginlik, içiçe geçen endişeler, hepsi hem Woolf'tan doğar hem de Woolf'a geri döner. Film Cunninngham'ın romanının bir uyarlaması olsa da birçok edebî referansla dolu.

Çoğunlukla her yazarın mümkün'leri farklı alanlarda kendini gösterdiğinden, gücü de o alandaki yoğunluğu oranında işlerliğine derinlik kazandırarak yüzeye çıkmasını sağlar. 


Hayal gücünün bütün yazın denemeleri üzerindeki inanılmaz etkisiyle dehanın sınırlarına yolculuk yapılır. Bütün bunları gerçekleştirmenin en birinci şartı iç'teki sıkıntıya dikkatlice kulak vermek olsa da, Woolf gibi ve benzer yazarlarda bu sıkıntı, anlamak'tan ötelere uzandığında intihara da sebebiyet verebiliyor. 

Sebebini düzlemsizlik'te aramak gerektiğini düşünüyorum. Yalnızca yazıyı merkeze almak çözüm değildir bir yazar için. Bu düşünce, merkezdeki sorunları azaltmaz aksine biriktirir. Ve çıkmaza sokar. Çıkmaza girdiğinde de ölümü kurtuluş gibi görebilir. Woolf'ta da bu çok belirgin, Plath'da da. Ve diğerlerinde de. 


Woolf 19 Haziran 23'deki günlüğüne Mrs. Dalloway ile ilgili şöyle yazmış: Bu kitapta neredeyse çok fazla düşünce var. Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, en yoğun haliyle." "Yaşamlarımızın umutsuz boşluğuna" seslenir. 

İşte bu umutsuz boşluğunu ya da iç sıkıntısını kadınlık üzerinden, kadınlığın yekpâre hikayesi üzerinden, hikayeyi parçalayarak, gerçekliği parça pinçik ederek anlatır.

Bu kadınlar daha çok sınırları yıkmanın peşindedir. Niçin? Daha doğru bir anlayışın, arayışın peşinde oldukları için. Siz onları düşünüp, birinden diğerine yol alırken, başka arayışların çağrışımları da belleğinizde canlanır. 

Hikâyelerin düşündürücü olduğu kadar tedirginlik ve iç sıkıntısı yaratan yanları da vardır. Ve sonunda tek bir doğru soru çıkar/çıkmalıdır karşımıza...

Semiha Kavak


2 yorum:

  1. Herşey dönüp dolaşıp O'na bağlanıyor. Yazmak aslında çekip çıkarmıyor bir yerlerden. Daha derinlere yapılacak yolculuğa açılan bir kapı sadece. Yazdıkça, kimi zaman çıkmaza sapıp, kimi zaman da düğümlerin teker teker açılmasına şahit olabiliyor kişi. Bu güzel yazı için teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Ben de teşekkür ederim İclalciğim. Daima dostlukla...

    YanıtlaSil