DERVİŞ ZAİM'LE SİNEMA VE EDEBİYAT
Semiha Kavak: Ülkelerin toplumsal yapısının sinemaların gelişimiyle ilgisi var mı? Bu yönden baktığımızda Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir evvelki çağa ait sinema filmlerini seyrettiğimizde, her film, birçok açıdan masumane bir şekilde kendi döneminin taşıyıcılığını yapmaktadır. Sinemanın bu taşıyıcı yanını siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Derviş Zaim: Bir
bağ kurulabilir ama kurulabilecek bu bağ mekanik ve düz bir ilişki öngörmemeli.
Yani gelişmiş ülke eşittir gelişmiş sinema denklemi her zaman doğru
olmayabilir. İkinci soruya gelecek olursam, sinemanın dönemi yansıtma vaadinin
daha nüanslı saptamalar barındırabilme ihtimalini de bu lafı söylerken hesaba
katmalıyız. Mesela ülke sineması ülkenin yaşadığı dönemi yansıtmanın yanısıra o
ülkeye yeni yeni gelmekte olan dönemi de sezdiriyor olabilir.
Semiha Kavak: Bazı ülkelerde sinema
sanatı oldukça etkin. Bu ülkeler arasında maddi yönden zayıf olan bazı ülkeler
de var. Bunları öne çıkaran özellikler neler sizce? Sinemayı bir açıdan anlatı, ileti, yansıtma olarak
değerlendirdiğimizde, insanın doğasına uygun senaryolarla, düşük bütçeye ve her zorluğa rağmen başyapıt bir çalışma çıkarmak
mümkün müdür?
Derviş
Zaim: Benim yapmaya çalıştığım işlere bakmaya çalıştığımızda
birkaç kavramın yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan biri,
yanılmıyorsam, güç ilişkileri başlığı altına sokulabilir. Bu kategori ile,
sadece sınıf, etnisite ve toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair güç ilişkilerini
kastediyorum. Yukarıda saydıklarıma ek olarak hayata dair sezebildiğim beni
rahatsız eden bütün muhtemel güç ilişkileri ile mücadeleleri sinema çabam
içinde maya olarak bulunabilir.
Bir de otantik temsil meselesini
önemsiyorum. Otantik temsil meselesi ile güç ilişkilerini yan yana koyduğumuzda
yaptığım işlere dair kabaca da olsa bir girizgah yapılabilir kanısındayım.
Kuşkusuz benim girizgah önerimin dışında, yaptığım işlere yönelik başka okuma
ve yaklaşım biçimleri de mümkündür. Hatta böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü çok
anlamlılığa el veren açık yapıtlar olmaları için gayret ettim.
Semiha Kavak: Sinemasını kendinize
nişangah yaptığınız bir yönetmen var mı? Literatürde kabul görmüş değerlerden
hareketle: Sizce bir yönetmen, geçmişte kendisine hayranlık duyduğu bir
yönetmeni istem dışı takip etme sürecine girebilir mi? Bir yönetmen için
böylesi bir süreç var mıdır? İlerideki kavşaklarda bu fark edilmese bile,
kişinin kendi özüne dönmesi gibi doğal geçişler mümkün müdür? Veya bu takip fark
edildiğinde kendine dönüş gerekli midir, böylesi durumlarda endişeye gerek var
mıdır, kişinin kendisi olması açısından, yoksa bir insan birini takip ederek de
kendi olabilir mi? Yani takip, size göre özgünlüğü yozlaştırır mı, özgürlüğe
zarar verir mi?
Derviş Zaim: Özgünlük,
sanatçının referans aldığı yapı ve örüntüleri yeni bir bağlam çerçevesinde
yazması sayesinde mümkün hale gelebilir. Birilerinden etkilenmek doğaldır.
Etkiyi bilince çıkarmak gerekir. Bundan daha önemlisi ise şudur: Az evvel
değindiğim şeyi yapmak, yani eskinin yapısını ve örüntüsünü yeni bir bağlam
içinde yazmak gerekir.
Semiha Kavak: Sizce, televizyonların
sinemanın gelişimi üzerinde olumsuz ve olumlu etkileri neler? Örneğin bu uzun
metrajlı TV dizilerine nasıl bakıyorsunuz?
Derviş Zaim: Bir
mecrayı kategorik olarak baştan reddetmemek lazım. Önemli olan mecranın içini
ne ile doldurduğunuzdur. Shakespeare Thames kıyısında kurduğu tiyatrosunda
bugünün dizi izleyicisine denk düşen sıradan insanlara oyunlarını sergiliyordu. Muhtemelen bugün yaşamış olsa dizi yapabilme
ihtimali de vardı. İlgili mecranın içine hangi içeriği boşalttığınız,
hangi bağlamda iş yaptığınız, faaliyet
gösterdiğiniz konuları önemlidir. Bunlar bütünlüklü olarak ele alınmalıdır bir
değerlendirme yapılırken.
Semiha Kavak: Filmlerinizin senaryoları
size ait ve o nedenle aynı elden çıktığını sezinleyebiliyorsunuz.
Filmleriniz aynı yönetmenin elinden
çıktığını hissettirse de, birbirinden farklı alanlara açılmak isteyen adeta bir
deneme gibi durmakta. Sizi en iyi yansıtan ve “Yapmak istediğim film tam
böyleydi.” diyebileceğiniz filminiz var mı?
Derviş
Zaim: Filmlerimi büyük bir
yolculuğun durakları olarak görüyorum. Onları okurun kafasında yaşayan belli
duraklarımın ürünleri olarak algılıyorum. Belirli taraflarını ’Şimdi yapsam,
daha farklı yapabilirdim’ duygusu her zaman yaşanabilecek bir duygudur. Nitekim
imkan olsa çoğu insan bir filmi sonsuza kadar çekebilir ve montajlayabilir. Ama
bu imkansızdır. Çünkü kaynaklar kısıtlıdır ve hayat değişir, dahası siz
değişirsiniz. Ama bu fantastik üretimi
yapabilme için makine ayarlarını o
mantığa göre kurmak lazım. Bu da imkansız değilse bile zor bir iş olacaktır.
On yıl önceki hayata bakışınız on yıl önce ürettiğiniz o filme ilişkin
tavrınızı belirler. Dolayısıyla ’Ah keşke şöyle yapsaydım!’ tavrını, eski
filmlerim gündeme geldiğinde pek fazla düşünmemeye, hayatıma uygulamamaya
gayret ederim. Onlar benim belli dönemlerimi temsil ediyorlar. Üstelik
filmlerimde bana azap çektirecek derecede pişmanlık içinde olduğum hatalarım da
pek yok. Mesela, şiddeti kutsayacak, onu
fetişleştirecek bir iş yapmadım; mesela özcü işler yapmadım. Yine de filmler
sabit değillerdir, seyircinin kafasında değişip dönmeye devam ederler. Farklı
yorumlara açık olmaları, değişik yorumların hep devam edecek olması da işin
cabası.
Semiha Kavak: Ödül almış bir yönetmen
olarak dünyanın dört bir yanında festival veya başka isimler adı altında
verilen ödüllerin gerçekten sanatsal değerleri yansıttığına inanıyor musunuz?
Derviş Zaim: Festival
ödüllerinin bağlamdan bağımsız saf, temiz mekanizmalar olarak görülmemesi
gerekir. Bazı ödüllendirmelerde böyle temiz anlar yaşanmıştır, yaşanabilir ama
olup bitene tenzilatlı bakmak lazım.
Semiha Kavak: Gişe rekorları ile kalite
ve gerçeklik arasında sizce nasıl bir bağ var? İtalyan yönetmen Carlo Ponti’nin
“Gişe rekoru yapan bir film varsa, anlayın ki
o film kaliteli değildir” diye bir sözü var. Siz bu konuya nasıl
bakıyorsunuz? “Sanatsal değeri olan iyi filmler, gişe desteği bulamaz” değerlendirmesi
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Derviş Zaim: Bu
çok indirgemeci bir yaklaşım. Dolayısıyla yaşanan şeyi açıklamakta her
zaman için çok yeterli olmayabilir.
Semiha Kavak: Rüyet adlı ikinci
romanınız Yapı Kredi Yayınları tarafından Nisan ayında basıldı. Daha önce de
Ares Harikalar Diyarında adlı romanınızla 1992 yılı Yunus Nadi Roman Ödülünü
almıştınız. Rüyet’te okuru ne bekliyor?
Derviş Zaim: 1992
yılında Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan “Ares Harikalar Diyarında” adlı romanımdan sonra kaleme aldığım
ikinci eser olan “Rüyet”, geçmiş ile
gelecek, kendisi olmak ile bir başkası olmak arasında salınan insan ruhunun
anlam bulma ve kendiliğini oluşturma çabasını ele alıyor. Hikaye, Sine adlı bir
mimarın gözünden anlatılıyor ve günümüz İstanbul’unda geçiyor. Sine, amcalarının
yönettiği bir mimarlık mühendislik şirketinde çalışmaktadır. Ancak şirketin
borçları, mimarlık ve inşaat faaliyetlerinin günümüzdeki işleyiş biçimi onu
gittikçe daha fazla rahatsız eder. Hayatının labirentinden bir çıkış yolu
ararken eline hiç yayımlanmamış, yarım
kalmış bir Birinci Dünya Savaşı hatıratı geçer. Hatıratta yazılanlarla kendi
hayatı arasındaki küçük paralellikler dikkat çekicidir. Sine, bu metinle olan
etkileşiminde ruhunu huzura erdirecek bir ipucu bulabileceğini düşünmeye
başlar. Daha fazlasını hikayenin tadını kaçırmamak için söylemek istemiyorum.
Ama okura sürükleyici ve ilginç bir çizgi vaadettiğini ekleyebilirim.
Rüyet’i
kaleme alırken etkilendiğim kaynaklardan biri Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisi oldu. Divan
edebiyatının son büyük eseri olarak adlandırılan bu mesneviyi ele alarak, onu
roman sanatının olanakları ile yeniden yazmaya ve inşa etmeye çalıştım. Eğer
tecrübelerim beni yanıltmıyorsa, roman sanatı içinde Batılı geleneklere olduğu
kadar Doğulu kaynaklara da yaslanmanın sahih ve hakiki bir yapıt üretmek
bakımından sağlıklı olabileceğini düşünüyorum. Rüyet sadece büyük şair Şeyh
Galib’in divan edebiyatının son büyük eseri olarak kabul edilen mesnevisine
selam göndermekle yetinmiyor, onun yanısıra Spinoza’ya, Batılı roman biçimlerine,
yirminci yüzyılın Batı kökenli çağdaş sanat düşüncesine de yer veriyor. Çünkü
bütün bu yelpaze insanlık hazinesinin ve üzerinde durduğumuz topraklarda
yaşayanların ortak mirası konumunda bulunuyor.
Belirtmek
istediğim ikinci konu, Türk roman geleneği içinde tartışılan damarlardan biri
olan Doğu Batı gerginliğine odaklanacak. Bu ikilemi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
trajedi olarak konumlandırdığı, Oğuz Atay’ın ise ironi sanatını kullanarak
aşmaya çalıştığı kabaca söylenebilir. Rüyet,
sözünü ettiğimiz Doğu Batı gerilimini ayrı bir yaklaşımla ele almaya gayret
ediyor.
Altını
çizmek istediğim üçüncü nokta kitabın açık bir yapı oluşturma gayretine ilişkin
olacak. Rüyet, tarihsel, kültürel kaynaklara, edebiyata, mimariye, çağdaş
sanata, mitlere ve sinemaya açık bir yapı olarak inşa edilmiştir. Daha
ayrıntılı ifade edecek olursam, Rüyet
romanı az evvel saydığım sanatlar, düşünceler, mimari ve estetik birimler ile
karşılıklı bir alışveriş içindedir. Kendi dışında bir sürü alan ile zamansal,
mekânsal, eş zamanlı ve art zamanlı bir metinlerarasılık ilişkisi yaratmanın
peşine düşmüştür, her türlü alışverişe açık olacak şekilde kurulmuştur. Metnin
bu tavrını, halihazırda var olan edebi, sinemasal, kültürel ve tarihsel bir sürü
gerginliğin aşılması için bir imkân olarak değerlendiriyorum. Bir de bütün bu
zenginliğinin yanısıra sürükleyici, neredeyse polisiye tadına yaklaşan bir
stile sahip olmasını, okuma zevkini bağışlamasını yazma sürecine katmaya gayret
ettiğimi eklemek istiyorum.
HECE - EKİM 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder