Din olgusu insanlık tarihine kadar uzanan bir olgu. İnsanoğlu var oldukça da din olgusu var olmaya devam edecek.
İnsanoğlu,
her dönem bir üstün güce, yaratıcı bir güce ihtiyaç duymuş, o gücün gazabına
uğramamak, onu memnun etmek için kendine kimi görevler yüklemiştir. Kuşkusuz,
bundan böyle de bu durum gerçekliğini koruyacak. Kendilerini bir dine ait
görenler, o dinin yücelttiklerini yüceltecek, önerdiklerini yerine getirmeye
çalışacak, yasakladıklarından kaçınmaya özen gösterecekler.
Tarihi süreç
içerisinde din olgusu çeşitli evrelerden geçti. Çok Tanrılı dinlerden, tek
Tanrılı dinlere geçilmesi uzun bir döneme uzanmış olup, bu dönemlerle ilgili
net bilgilere sahip değiliz. Ancak, ilk çağlardan kalan bulgulara baktığımızda
insanoğlunun o dönemlerde de bir üst varlığa inandığını görmekteyiz. Elbet o
günün inanç sistemleriyle ilerleyen dönemlerin inanç sistemlerini bir değerlendiremeyiz.
Her ne kadar Tevhidî dinlerin varlığı ilk insana kadar götürülse de, dinlerin
toplumsal olarak ilahiliği Hz. İsa dönemiyle açıklanmaktadır.
Hz. İsa’nın peygamberliğiyle birlikte din hayatın her alanında hakim olmaya başladı ve gitgide güçlenerek kimi toplumları yönetir hale geldi. Buradan bakıldığında dinin hayata hakim olduğu, en uzun bir alanı kapsamaya başladığı dönem Hıristiyanlık dönemi olarak görülmektedir.
Gerek, Tek Tanrılı dinlerin dönemlerinde, gerekse önceki dönemlerde din, hep filozofların tartıştığı ana konular arasındaydı. Tanrı’nın varlığı-yokluğu, hayata ne derece müdahil olduğu-olması gerektiği gibi konular dönemin filozoflarının temel konuları içinde yer aldılar.
Tek Tanrılı
dinlerle birlikte ise tartışmalar özgün olarak devam etmenin yanı sıra dinin sınırları
içerisinde şekillenen bir din düşüncesi de belirgin hale geldi.
Aydınlanmayla
birlikte kilise önemini kaybedip, dinin toplumsal etkisi hızla düşüşe geçince,
din konusunda çağa uygun düşüncelerin ortaya çıkmasının gereği hissedildi. Dini
felsefi açıdan ele alıp, savunan filozoflar, düşünürler ortaya çıktı. Bunlar, dine
karşı gelişen akımları gerilettiler. Böylece din konusu modern düşünürlerin de
kafa yorduğu önemli konulardan biri olarak yerini korudu.
İşte bütün
bu tartışma süreçlerinin oluşturduğu düşünceler bir düşünce sistematiğine, bir
felsefeye dayanmakta. Diğer düşünce konularında olduğu gibi dini konularda bir
temele dayandığı için felsefenin alanı içinde yer almış oldu. Din düşüncesinin
bir sistematiğe, bir disipline kavuşması Rönesans sonrasında söz konusu
olabildi. Tek Tanrılı dinler sonrasında o dine bağlı olan düşünürlerin dinin
sınırları içerisinde yürüttüğü bu düşünceler, din felsefesi kavramı içinde yer
aldı.
Bu
çerçeveden bakıldığında; Din felsefesi, dinin temel unsurları hakkında
rasyonel, kapsamlı ve tutarlı bir şekilde düşünmek ve dinin önerdiklerini akla
uygun temellendirmek, dinin doğası, özü, değeri hakkında akıl yürütmektir.
Özetle; Din
felsefesi felsefenin yöntemini kullanarak dini değerlendiren bir disiplindir.
Din felsefesi denince akla ilk gelen isim Hegel’dir. Bu kavramı ilk kullanan isim olan Hegel, Rönesans ve reform hareketleriyle dinin toplumsal etki alanını kaybetmeye başlaması üzerine din ile bilim arasında köprüler kurmaya çalışan bir çabayla ortaya çıktı. Kendinden önceki filozofların parça parça dile getirdiği din olgusunu felsefi bir ekol haline getirdi.
Hegel’in din
felsefesi hakkındaki görüşlerinin derlendiği “Din Felsefesi Dersleri” adlı
eser, onun Berlin Üniversitesinde 1821, 1824, 1827 ve 1831 yıllarında din
konusunda verdiği dersleri kapsıyor.
Hegel, din
olgusunu felsefenin de ana öğesi olan düşünceye bağlar. Düşünce ile felsefe
arasında nasıl bir bağ var ise, düşünce ile din arasında da öylesine bir bağın
olduğunu öne sürer. İnsanı diğer varlıklardan ayıran şeyin duyuların yanı sıra
düşünebilme yeteneği olduğuna dikkat çekerek, hayvanların o nedenle dinlerinin
olmadığını, dinin ancak insana ait olduğunu belirtir. “İnsanın düşünen bir
varlık olduğu ve hayvandan bu sayede ve yalnız bu sayede ayrıldığı, evrensel ve
kadim bir ön-yargıdır. Hayvan duygulara, ama sadece duygulara sahiptir. İnsan
düşünen varlıktır ve dine sahip olan yalnızca insandır. Dinin ikametgâhının
düşünce olduğu bundan çıkarılabilir.”
“İnsan,
bilinç sayesinde, düşünmesi sayesinde ve ruh olması sayesinde insandır. Felsefe
daha önce adlandırıldığı gibi dünyevi bilgelik değildir; imanla karşıtlık
içinde olduğundan böyle adlandırılmıştır. Ama felsefe gerçekte dünyanın
bilgeliği değildir; dünyevi olmayanın bilişsel bilgisidir, dışsal varoluşun, ampirik
hayatın ya da yapısal evrenin bilgisi olmayıp sonsuz diye adlandırdığımız ne
varsa hepsinin bilgisidir- Tanrının olduğu şeyin ve kendini ortaya koyduğu ve
geliştirdiği haliyle Tanrının doğasının bilgisidir.”
Burada şunu
açıklamakta yarar var; Hegel’in din ile felsefe arasında kurmaya çalıştığı
köprü aslında Hıristiyanlıkla, felsefe arasında bir köprüydü. Hegel için Hıristiyanlık,
din olgusunu tümüyle karşılayan, tamamlanmış bir din hükmündeydi.
“Hıristiyanlık dini zamanı gelince ortaya çıkmıştır. Bu, olumsal bir zaman,
isteğe bağlı ya da keyfi bir seçim olmayıp asli, ebedi takdiri ilahiye
dayanır.”
Bu nedenle; Hegel, Hıristiyanlık öncesi semavi bir din olan Museviliği soyut,
tamamlanmamış, inanç olgusunu tam olarak karşılamayan bir din olarak görür.
Museviliğin Tanrı anlayışını semavi olmayan dinlerin Tanrısının seviyesine
indirir, onu Hıristiyanlığın Tanrısından çok aşağılarda tanımlar. “Yahudi
Tanrısı kıskanç bir Tanrıdır. O bir belirlenim, bir soyutlamadır; ruh içinde
Tanrıdır ama henüz ruh olarak Tanrı değildir. Yahudi Tanrısı tıpkı Brahma
gibidir, suretsiz ve duygusaldır.”
Hegel, din ile bilim çatışmalarının temelsizliğini ortaya koyarken kilise ile bilim arasındaki karşıtlıkları ele alır ve buradan İsevi bir doğruluk üretmeye çalışır. Vaktiyle kilisenin dine karşı oluşunu, kilisenin felsefi bir din savunusu üretememesinden kaynaklı endişelere bağlar.
“Akıl ve
inanç arasındaki karşıtlık, bir zamanlar adlandırıldığı gibi, Hıristiyan
kilisesinde üretilen eski bir karşıtlıktır. Kilise, felsefenin kendi doktrinini
yıkmasından korkmuş ve bu yüzden ona düşman olmuştur.”
Hegel, felsefesiyle adeta bu eksikliği gidermeye çalışır ve teorisini Hıristiyanlığın üç ana teması olan; Baba(Tanrı), Oğul (İsa/Mesih) ve Tanrının Ruhu (Kutsal Ruh) yani teslis üzerine kurar. Tanrı, Hegel’e göre ruh’tur. Her şey o ruhtan var olmuştur, bizler de Tanrıyı ruhla kavrarız.“Tanrının kendi içinde Ruh olduğunu belirtmek gerekir; yani o öncelikli bizim için Ruhtu ona ilişkin kavramamız budur. Diğer şey, onun Ruh olarak varsayılması gerektiğidir.”
“Tanrı
konuştuğunda onun söylediği şey ruhanidir, zira ruh kendisini sadece ruha ifşa
eder.” “Din mutlak ruhun öz-bilincidir.”
Hegel, bu
yaklaşımıyla panteizme yakın düşse de düşüncesinin panteizme karşılık
içerdiğini öne sürer. “Bu tür bir görüşte, söz konusu felsefi spekülatif
görüşün panteist doğaya sahip olduğu suçlaması akla gelebilir. Son zamanlarda,
bu tür bir felsefi özdeşliğin panteizm olduğu yönünde ortak bir kanaat
mevcuttur.”
“Panteizm
‘her şey ilahidir’ demektir ve bu da her şeyi tikel olarak Tanrı yapmakla eştir.
Biz varlığı ve Tanrıyı karşı karşıya
koyduk.”
Hegel, din felsefesinde din ile devlet arasında da bir bağ kurar. Devleti, Tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görür, devleti son derece önemser ve tarihin başlangıcını da devletle başlatır.
Hegel’e göre
“din ve devletin temeli birdir, aynı şeydir. İnsan yasalara ve devlet
otoritesine yani devleti bir arada tutan iktidarlara riayet ederek Tanrıya
itaat eder.” der. Ancak, buna rağmen din devletini savunmaz, özgürlüğün öne
çıktığı bir devlet yapısını savunur.
Din, devlet
ve özgürlük Hegel’de iç içe bir bütünlük oluşturur. Ona göre Tanrıyı bilen,
onun yüceliğine uygun düşünen insanların oluşturduğu devlet ideal devlettir.
“Dinde insan
Tanrının huzurunda özgürdür. İnsan kendi iradesini ilahi iradeye uyumlu hale
getirirse, o zaman o en yüce iradeye karşı olmaz; tam aksine kendine o irade
içinde sahip olur. O bölünmenin ortadan kalkmasına külte ulaştığı için özgürdür.
Devlet sadece dünyada, fiiliyatta özgürdür. Burada asıl mesele, bir halkın
kendi öz bilincinde taşıdığı özgürlük kavramıdır; zira özgürlük kavramı
devletle gerçekleşir.”
Kilise
üzerinden dini sorgulayan Rönesans ve reform dönemi filozoflarının ve ardından
gelen aydınlanma çağı düşünürlerinin din karşıtı düşüncelerine karşı önemli bir
savunu geliştiren Hegel, Batı düşünce dünyasında, din felsefesiyle önemli bir
çığır açmıştır. Bu nedenle, onun düşünceleri daha çok Batı düşüncesini
oluşturan din dışı düşüncelere karşı önemli bir reddiye olarak
değerlendirilmeli.
Doğan Naci Kadıoğlu tarafından çevirisi yapılan kitap, tekrarları nedeniyle yer yer okuyucuya sıkıcı gelebilir. Ancak Hegel’in ders notlarından derlendiği için her bölümde bir önceki bölümlerle benzer konulara değinilmiş olması ve anlatıların birbirine yakın olması kaçınılmaz bir durum.
Din
Felsefesi Dersleri
G.W.E. HEGEL
PİNHAN
YAYINLARI
222 SAYFA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder