14 Nisan 2014 Pazartesi

Sanat ve Felsefe'den Hakikate Açılan Pencere


"İnsan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi akledebildiği için değil."


Sanat ve felsefe birbirine ne kadar yakın? Birbirinden ne kadar uzak? Kuramsal felsefenin tarihi neredeyse 3 bin yıla uzanıyor. Sanat hakkında ise o tarihe kadar uzanabilir miyiz? İnsanın doğruyu ve güzeli aynı anda aramaya başladığını varsayarsak ikisini birbirinden ayırmak son derece güç. İlk insana isimler öğretildiğine göre onların zıtlıklarını içeren güzel ve çirkin kavramı yani sanatsal düşüncede varoluşla düşünülmeli.

Sanatın genel tarifine bakıldığında sanat; insanların nesnel gerçekliği, yeni bir formda, estetiksel biçimde yeniden üretmesi ve bunu yapabilme yeteneği olarak tarif edilir. Kısaca sanat, insanla, nesnel gerçekçilik arasındaki estetik ilişkidir. Bu ilişkinin varlıksal kaynağı ise uzun süredir tartışılmakta.

Tarihsel süreçte sanatın ne olduğu üzerine pek çok kurgular oluşturulmuşsa da bunların en önemlisi, Platon-Aristotales'in güzellik felsefelerine dayanan "öykünmeli sanat"tır. Aristoteles'e göre sanat, gerçeğin öykünmesidir ve üç etkisi vardır: eğlendirir, eğitir, arıtır. Bu görüş 18.yy'da Rousseau ile "anlatımlı sanat"a dönüşür. Bu anlayışta önemli olan güzellik değil, duygusal taşkınlıktır. Daha sonraları anlatımlı sanat da yerini "biçimsel sanat"a bırakır. Bu anlayışa göre de sanat, bir biçimdir. Günümüzde ise sanatı, bilinçaltı duygu ve düşüncelerin ürünü olarak gören akımlar türemiştir.
Söz sanattan açıldığında ilk önem verilen değer bulan görüşler Batı'ya ait görüş ve düşünceler olur. Batı denince bugüne eşlik eden felsefe, müzik, resim, heykel sanat eserleri gibi edimlerin kaynağı akla gelir. Batı modern bilim ve sanatın kaynağı görüldüğünden bütün doğrulamalar bu kaynağa dönüştürülerek tariflendirilir. Böyle olunca da bizlere sadece bir medeniyet mukayesesi kalır. İslam, felsefe ve sanat alanında mevcuda kendi elbisesini giydirir. İslam Felsefesi Batı felsefesini tersyüz eder. İyice silkeler. En parlak dönemini geçirir bir dönem. Sanatta da öyle.  İslam sanatı Batı sanatına hem görkem, hem derinlik verir. Felsefenin kuru dili İslam felsefecilerinin elinde olgunlaşırken, İslam sanatı da Batı sanatına dünyaya ve ahirete bakan bir ruh giydirir. Yeni bir gerçeklik, hakikat gerçekliğinin damgasını vurur eserlere.



Dücane Cündioğlu'nun son kitap serisi arasında yer alan "Sanat ve Felsefe" adlı eseri (1) de böylesi bir yolculuğun ürünü. Cündioğlu, modern dünyadan yola çıkarak sanat ve felsefe arasındaki ilişkiyi ele alıyor ve buradan hareketle okuyucuyu mistik dehlizlerden sanatın o büyülü atmosferinden geçirerek ruhun dingin yerine, sakin limanlara sürüklüyor.

36 konu başlığıyla felsefe ve sanatı irdeleyen kitabının daha ilk başında okuyucuyu bir iddiayla sarsıyor Cündioğlu; "İnsan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi, aklebildiği için değil." diyerek sanatı aklın ötesinde olanla tarif eder.  Sanatın bilimden ayrılan yönüne dikkat çeker ve bilimin sınırlarının var olduğunu oysa sanatın hayal edeblime yetisine bağlı olduğunu vurgular. Doğal olarak da bu tariften muhafazakar sanatın varlığını yadsır. Sanatın edebiyatla yakın ilişkilerine örnekler verir ve o cepheden bir tarifle sanatın kendi gerçekliğini yarattığına dikkat çeker. "Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler inşa edebilen bir güç bu. Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve dahi bireyin gücü.  Bireyselliğin."

Yazdıklarında Cemil Meriç etkisi belli olan Cündioğlu, Meriç'in çok sevdiği "mağara" metaforunu kullanmayı da seviyor. Kitabının ikinci başlığı olan "Mağara Gevezelikleri"nde. Mağara sıradanlığı, sanatı, derin idraki, muhayyileyi dışarıda bırakmaktır yazara göre; "Mağaranın diliyle konuşuyoruz. Anlaşabileceğimiz tek dille, mağaranın diliyle. Mağaranın dili, gerçekte siyasetin ve ticaretin dili. Mülkiyetin ve cinsiyetin dili. Gölgelerin."
Yer yer konu başlığına uygun fotoğrafların da serpiştirildiği kitapta yer yer başka diyarlarda geziniyor yazar. Oscar Wilde'den, Platon'a, Kant'a oradan da Mevlana'ya, Şems'e uzanıyor. Kimi zaman da konunun içine atıveriyor yaşamından bazı kesitleri; "Uzunca bir süredir sık sık evimin dışına çıkıyorum. Evimin ve ülkemin. Sınırımın ve sınırlarımın. Yazmayı erteliyorum bu yüzden. Daha çok okuyorum. Sadece okuduklarımı değil, gördüklerimi de biriktiriyorum birkaç senedir."
"Dünyaya odaklanmam pek mümkün görünmüyor. Her defasında ancak bir parçasını görebiliyorum; ya dünya çok büyük, ya ben çok küçüğüm." Çeşitli örneklerden, kişilerden yola çıkarak sanatın yüceliğini vurgulayan Cündioğlu, ilerleyen sayfalarda ise düşünce sanatı aşkın olana yani inanç limanına yanaşır. "Sanatçılar ve düşünürler, ulaşabildikleri son noktada dahi gerçeğin ne tarafını, daha da önemlisi ne kadarını görebiliyor ve(ya) gösterebilirler?"
"Bir gölün genişliği belki bir kuyunun derinliğine tercih edilebilir ama, okyanus söz konusu oldukça, bilinmelidir ki bu mukayese en son tahlilde lafazanlıktan öte bir mana taşımayacaktır."

VAN GOGH GİBİ DEĞİL, ŞEMS GİBİ


Cündioğlu bu bölümde Van Gogh'un "Hapishane Avlusu" (1890) resmiyle, Necip Fazıl Kısakürek'in hapiste yazdığı; "Duvar katil duvar yolumu biçtin, Kanla dolu sünger beynimi içtin" dizelerinin gerçekliğiyle, büyük sanatçının gerçeği arayışı arasındaki mesafeyi izaha kalkar. Bu gerçeklik farkının hapiste keşfine yer verir. Sanatsal gerçeklikle, hakikat arasındaki mesafe çıplaklaşır.


Gerçeklik sorgulaması "Bilmek varetmektir" başlıklı konuda biraz daha yakından irdelenir. Oedipus'a kahin uyarısı olan "Bilmek istemediğimiz şeyler varolmazlar. Bilmek istediklerimiz ise varolurlar" cümlesiyle ele alınan bilme isteğinin sınırları iki ayrı yöne yönelir. Biri cinlerin, perilerin, şeytanın, iblisin yolu. Diğeri ise Melek'lerin yolu. Kadim toplumlar şeytana uymuşlardı" Onlar düşünmeyi Şeytan'a has bir yeti olarak tanımlıyorlardı." "Kadim şeytan tasavvurunun üstünü kazıyınız, altından akıl ve düşünce çıkacaktır." İslam ise vahyi önceler. "Akılcılık, düşünce tarihimiz açısından olumsuz bir tanımlamadır" "Vahiy sözkonusu olduğunda cinlerin yerini melekler alır."

Kitap ağırlıklı olarak Batı sanatının Batı düşüncesini yansıtan, bir gerçeklik arayışının nerelere uzanabileceğine dikkat çeken bir irdelemenin eseri. 

İnsanlık tarihini en çok etkileyen ve etkilemeyi sürdüren Batı sanatının, İslam karşısında mahcubiyetini ispatlar gibi, ancak İslam sanatı konuların dışında tutularak mukayeseler tasavvufi vurgularla yerine oturtulmuş. Bu kitabı okuyan okuyucuların böylesi yeni bir kitabı bekleyeceklerini düşünmek abartı olmaz! 
Kitabın sonlarına doğru yer alan "gözleri kapalı bilinç" başlıklı yazıda kendi dünya algımıza da serzeniş var. "Artık teorik haklılaştırma denemelerine ihtiyaç duymayacak denli acilcidir çağdaş dindarın bilinci. Acilci, yani pragmatist."

170 sayfalık kitabın sonunda ise sanat ve felsefeyi irdelediği notlarına yer vermiş yazar. Ve kitabını şu güzel cümlelerle bitirmiş:

"Yüce'yi, yüceleri mi anlamak istiyorsun, o halde toprağa secde et! Düşüncenin ve sanatın toprağına.
Hz.İnsan'a."

Semiha KAVAK
HECE


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder