Antichrist
Günümüzde yedinci sanat dalı olarak tarif edilen sinema, sanatın en
kestirme yollarından birini oluşturuyor. Her film bir düşünce ürünü olarak
topluma yansıyor/yansıtılıyor, onu kendi kalıbına sokarak sarsıyor. Bir yaşam
tasavvuru, bir yaşam yansıtması gibidir sinema.
İtalyan yönetmen, Federico Fellini, “Sinema, hayatı anlatmanın kutsal
bir biçimidir” der. İnsanın doğayla olan çelişkilerini, türdeşleri ile olan
ilişkisini, gene onun kendi fiziksel varlığını kullanarak, eylemleriyle
gösterir. Kurulmuş bir dünyayı tarif ettiği gibi, kendince bir dünya kurgusuna
da girişir. Sinema sanatı üzerine iki ciltlik kaynak eser yazmış olan ve
Fransa’da sanat eleştirmenliğinin kurucusu olarak tanınan Elie Faure
(1873-1937) “Sinema, yükselen ve alçalan çevreyle, manzarayla sürekli uyum
içinde olan, özgür bir dinamik dengeyle ortamı izleyen, hareket hâlinde bir
mimaridir.” der. Sinemayı bir felsefi yaratım olarak ele alan ve bir sinema
filozofu olarak anılan ilk kişi kabul edilen Gilles Deleuze de çağımızda
sinemayı bizzat felsefe gibi “kavramyaratıcı” olarak görür. Deleuze’e göre
sinema, düşünceyi sunan ve harekete geçiren bir etkinliktir. Bu etkinliğin
başlı başına bir disiplin olarak ortaya çıkışı, onun düşünceyi felsefeden farklı
bir tarzda sunmasıyla gerçekleşir. Başlı başına bu tarifler bile sinemanın
sanatsal etkisini, yaşam içerisindeki yerini, önemini anlatmaya yeter. Bu
nedenle çağımızın önde gelen kuramcılarından olan Roman Jakobson sinemanın
doğuşuna ilişkin değerlendirmesinde övgüyle şöyle der: “Yeni bir sanatın
doğuşunu görüyoruz. Şimşek hızıyla gelişiyor bu sanat. Daha eski sanatların
etkisinden kurtuluyor, hatta onları etkilemeye başlıyor. Kendi ölçütlerini,
kendi yasalarını yaratıyor, daha sonra onları bilinçlice aşıyor. Güçlü bir
propaganda ve eğitim aracı, yoğun ve gündelik bir toplumsal olay durumuna
geliyor; bu açıdan da bütün öbür sanatları geride bırakıyor.” (Jakobson 1990:
65)
Peki sinemanın yaratıcısı Batı neler anlatıyor bizlere filmleriyle? Bizler
neresindeyiz bu etkileyici sanatın? Bizim, insanlığa yeni bir sancı yaratmak
isteyen sinemadan öğrenebileceğimiz bir şeyler var mı? Bizim arayışımız
evrenselliğe ne derece yakın? İşte "Sinema ve Felsefe" adlı kitabında
bunları irdeliyor Dücane Cündioğlu. Henüz kitabın önsözünü okurken bu kitabın
bir "iç çekiş"in, bir derin sancının ürünü olduğunu anlıyorsunuz.
Kitabın ilk sayfasında İngmar Bergman'ın Nattvardsgästerna(1963) adlı filmine
dayandırdığı yorumunda hem bir yakarış, hem de bir şikayetle karşılaşıyorsunuz.
Rabb'e hem bir maruzat, kendini onunla sorgulama, bir içsel hesaplaşma, hem de
inanmış olmanın tam teslimiyet karşısında zafiyetini görebiliyorsunuz
Cündioğlu'nun bu ilk cümlelerinde.
Yazar kırk ana başlık altında topladığı iki yüz sayfayı aşkın kitabına, diğer felsefe serisi kitaplarında olduğu gibi yine konuya uygun fotoğraflar yerleştirmiş. Her konu içinde yer verilen filmlerin etkileyici bölümlerinden birer kesit sunulmuş okuyucuya.
Sinemanın, filmlerin dünyasına girilmeden ilk itiraz Tarkovski'nin sözüyle başlıyor; “Matematiği, felsefeyi alt üst eden sinemanın diliyle yapılır bu itiraz; "1+1=2 Bir damla bir damla daha iki damla etmez. Daha büyük bir damla eder. Tarkovski, Nostalgia(1983)"
Sinema dili matematiğin diliyle tarife sığmaz. Bilim ve muhayyile özdeş değil, sanatsal alanlar için. Felsefe bir düşünceyi var etmeye çalışırken muhayyile ona yeni ufuklar açar. Ancak bu ufuk gerçekliğin kendisi değil sadece penceresidir. Sinema gerçekliğe açılan en ışıklı pencere.
Yazar kırk ana başlık altında topladığı iki yüz sayfayı aşkın kitabına, diğer felsefe serisi kitaplarında olduğu gibi yine konuya uygun fotoğraflar yerleştirmiş. Her konu içinde yer verilen filmlerin etkileyici bölümlerinden birer kesit sunulmuş okuyucuya.
Sinemanın, filmlerin dünyasına girilmeden ilk itiraz Tarkovski'nin sözüyle başlıyor; “Matematiği, felsefeyi alt üst eden sinemanın diliyle yapılır bu itiraz; "1+1=2 Bir damla bir damla daha iki damla etmez. Daha büyük bir damla eder. Tarkovski, Nostalgia(1983)"
Sinema dili matematiğin diliyle tarife sığmaz. Bilim ve muhayyile özdeş değil, sanatsal alanlar için. Felsefe bir düşünceyi var etmeye çalışırken muhayyile ona yeni ufuklar açar. Ancak bu ufuk gerçekliğin kendisi değil sadece penceresidir. Sinema gerçekliğe açılan en ışıklı pencere.
İlk konu olan "özgürlüğe ağıt"ta sanatın tahayyül ürünü olduğu
hatırlatılır yeniden. Yani özgürlüğün. "Bitimsiz bir devinimdir
tahayyül... İnsanın, özgürlüğüne en düşkün yetisidir. Ne tek başına duyuların
gerçeklik kıskacıyla denetim altına alınır serkeşliği, ne de aklın sertçe önüne
diktiği zorunluluk ve kesinlik bariyerleriyle. Kendi yasalarına uymaktan
hoşnuttur."
"Tahayyül, ara sokakların ışıldağı. Tutunamayanların. Sıradışıların. Güçlü bireylerin. Bu yüzden de felsefenin ve sanatın biricik bineği. Özgürlüğün eşiği. Çaresizlerin yegâne tutamağı."
Tahayyülü bu derece önemseyen yazar, durulması gereken yerde durmanın, oradan engin bir izlemede bulunmanın da önemine dikkat çeker; "Durmadıkça, sağınlıkla anlamak ve bilmek olanaksızdır." Durmanın, durarak bakmanın insana kazandırdığı gözlem, sürekli bir gidişten edinilecek gözlemden daha geniş ve derindir kuşkusuz.
"Tahayyül, ara sokakların ışıldağı. Tutunamayanların. Sıradışıların. Güçlü bireylerin. Bu yüzden de felsefenin ve sanatın biricik bineği. Özgürlüğün eşiği. Çaresizlerin yegâne tutamağı."
Tahayyülü bu derece önemseyen yazar, durulması gereken yerde durmanın, oradan engin bir izlemede bulunmanın da önemine dikkat çeker; "Durmadıkça, sağınlıkla anlamak ve bilmek olanaksızdır." Durmanın, durarak bakmanın insana kazandırdığı gözlem, sürekli bir gidişten edinilecek gözlemden daha geniş ve derindir kuşkusuz.
Konular ilerledikçe sinemanın
insana yüklediği sancıyı hissediyorsunuz. Her kurgu bir sancıyı besler. "tutku
yok edilebilir ama yaratılmaz" konu başlığıyla ele alınan tutkunun
niteliğiyle ilgili cümleler "aşk"ın yarattığı o ulvi acıyı yüceltir.
Onun yüceliğini ilahi olana bağlar; "bile bile sevgilinin peşinden
koşmayı, bir ömür boyu hakikatine bile değil sadece hayaline secde etmeyi,
tekmelenmeyi, itilip kalkılmayı, yerlerde sürünmeyi, hepsinden de ötesi sahip
olmaktan vazgeçip hiç değilse yakınına düşmeyi, civarında bulunmayı."Tutku
bırakmaz peşini yazarın Panteon'un Eguus(1977) isimli filminde bulur tutkuyu.Tutkunun
sinema dilinde sunumunun zorluğuna işaret eder. Filmlerle oyuncular arasındaki
canlandırmanın inanılırlığına vurgu yapar.Tutkunun bir rol değil, bir gerçeklik
yansıması olduğunu anlatmak ister adeta. Güney Koreli yönetmen Kim Ji-Woon'un,
Türkçe'ye 'acı tatlı hayat' diye çevrilmiş olan filminde yeniden bulur izlerini
tutkunun "ulaşılamayacak olana doğru koşmak, kanatlanmak. Aşık olmak
kısacası. Tutulamayacak olanı tutmaya çalışmak.Tutamamak. Sadece tutulmak. Ve
dahi tutuklanmak. Tutkunun özü, tutmaktan çok tutulmak değil mi zaten.
Sürüklenmek. Çekilip alınmak. Kendinden." "Tutku. İnsanın en bencil
yanı. En bencil, yani en asil, en soylu. O ölçüde de en yıkıcı, en kıyıcı yanı.
Tutku.Yani aşk. Karşı konulamaz arzu. Cezbenin ta kendisi…" O'na tutkunun
gözü karalığını, bile bile acıyı seçişi ve acıyı hissetmeyen halidir
vecd." vuslat farka manidir çünkü. İyi ile kötünün, zevk ile acının, abd
ile rabbin farkına."
Cündioğlu'nun tutku ile aşkı birbirine kenetleyerek vecd ile
irtibatlandırmasından anlaşılabileceği gibi, kitabında filmlerden yola
çıkmıyor, filmleri kendi kaygılarına yaklaştırıyor. Filmlerin içinden
varoluşsal ürpertiler çıkartarak onlardan kendi düşünce dünyasına köprüler
kuruyor. Birçok filmin içinden varoluşa yönelen ortak endişeyi çekip çıkarıyor.
Filmlerden kendi 'hayret'ine bir kapı aralıyor, kendi düşünsel dünyasına
yolculuğa hazırlıyor.
"erkeğin bencilliği" tarih boyunca bitmeyen bir tartışmanın irdelenmesi. Theo Angelopoulos'un ünlü filmi Sonsuzluk ve Bir Gün(1998) adlı filmde ölüm döşeğindeki birinin eşi değil, annesi olmasını erkeğin anne tarafından şımartılmasıyla ilişkilendirir ve onun bu yolla bencilleştirmesine dikkat çeker. Filmde Alexander adlı ozanın yakındakini uzağa iterken, uzaktakini yakına çekme isteğini erkeğin bencilliğine bağlar. Sanatçının da böyle bir bencillikle karşı karşıya olduğunu, sanatıyla sınandığını vurgular."Düşünce ve sanat, kendisine talip olanlardan, önce büyüklenişin ve bencilliğin bedelini ödemelerini ister; tutku sahibi olmanın, olabildiğince tutkulu olmanın bedelini, olabildiğince bencil olmanın bedelini"
Kitap ilerledikçe Tarkovski'de kitapta yerini almaya başlar; "insanı tavaf etmek ve Tarkovski mavisi"yle Tarkovski'nin o derin sanatının işaretlerinin peşine düşülür. "Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim…” der Ingmar Bergman, diye not düşer. Tarkovski'ye kitabında hak ettiği övgüler yapar. Her ne kadar yazarın sözlerini övgü olarak nitelendirsek de takdir etmek gerekir ki;Tarkovski, yalnızca bir sinema yönetmeni değildir, aynı zamanda sinemanın özü ve olanakları üzerine düşünen bir sinema ‘filozof’udur. Tarkovski, bir yandan filmleriyle felsefe yaparken, yani filmlerinde felsefi sorunları ele alırken -ki bunların çoğu insanın varoluşunun anlamı ve amacı hakkındadır- diğer yandan sanat felsefesi yapar, yani sanatın neliği ve amacı üzerine düşünür."Mühürlenmiş Zaman" adlı kitabında sinema sanatı çerçevesinde sorulan sorulara yanıtlar bulur. Tarkovski için sanat bir yakarıştır. İnsan, sanat aracılığı ile umudunu, hayallerini, hayal kırıklıklarını dile getirir. Ona göre bunları dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur. İşte o nedenledir ki; sinema sanatıyla kurulan her bağda Tarkovski çıkar karşımıza. Cündioğlu da düşünce sancısının derinleştiği yerde Tarkovski’ye başvurur; "İnsanlara insan olduklarını daha çok hatırlatmalıyız, der Tarkovski. Sanat işbu duyarlılığın bir gerecidir. Filmleri de insana insan olduğunu daha çok hatırlatmanın aracı."
Tarkovski filminden bir replikle; "Bir insan yalnızken mi iyidir?" sorusuyla asıl iyiliğin ne olduğunu sorgular."İyilik asla yalnızlıktan hoşlanmaz. Kalabalığa ihtiyacı vardır. Günaha, şehre, çarşıya. Korunmaya muhtaç görünecek denli saf ve masum ruhlara, zannedildiği gibi, zırhsız dolaştıkları için değil, zırha ihtiyaç duymadıkları için kötülük bir zarar veremez."
Dücane Cündioğlu "görünmez bir bütünün parçaları" başlığı altında da sinema sanatının bir başka dehası Sergei Eisenstein'e değinir ve onu parçaları bütünleyen ve bütünü parçalayan diye nitelendirir; "Sinemayı düşüncenin ışığı altına neredeyse sürükleyen adamdır. Düşüncenin, yani diyalektiğin ışığı altına. Ne ki birçok Batılı gibi diyalektiğin çoklu salınımlarına susuzdur. Eisenstein sinema dilinin büyük ustalarından. Belirsizliklerin sultanı, Tarkovski, bu nedenle pek hoşlanmaz bu yasa adamı Einstein'den. Kurguculuğundan.Tutku ve heyecanını yönetme iddiasındaki yüksek akıldan."
"erkeğin bencilliği" tarih boyunca bitmeyen bir tartışmanın irdelenmesi. Theo Angelopoulos'un ünlü filmi Sonsuzluk ve Bir Gün(1998) adlı filmde ölüm döşeğindeki birinin eşi değil, annesi olmasını erkeğin anne tarafından şımartılmasıyla ilişkilendirir ve onun bu yolla bencilleştirmesine dikkat çeker. Filmde Alexander adlı ozanın yakındakini uzağa iterken, uzaktakini yakına çekme isteğini erkeğin bencilliğine bağlar. Sanatçının da böyle bir bencillikle karşı karşıya olduğunu, sanatıyla sınandığını vurgular."Düşünce ve sanat, kendisine talip olanlardan, önce büyüklenişin ve bencilliğin bedelini ödemelerini ister; tutku sahibi olmanın, olabildiğince tutkulu olmanın bedelini, olabildiğince bencil olmanın bedelini"
Kitap ilerledikçe Tarkovski'de kitapta yerini almaya başlar; "insanı tavaf etmek ve Tarkovski mavisi"yle Tarkovski'nin o derin sanatının işaretlerinin peşine düşülür. "Film, belge olduğu zamanın dışında bir düştür. Bundan dolayı Tarkovski sinema yönetmenlerinin en büyüğüdür. O, düşsel mekânlarda bir uyurgezerin güveniyle hareket eder, hiç açıklama yapmaz. Zaten ne açıklayacaktır ki! Düşlerini bütün iletişim araçlarının en zoru, ama bir anlamda en isteklisi aracılığıyla görünür kılabilen bir gözlemcidir. Ben, bütün hayatım boyunca onun büyük bir doğallıkla dolaştığı kapıları yumrukladım durdum. Ama bu kapılardan içeri ancak birkaç kez süzülmeyi başarabildim…” der Ingmar Bergman, diye not düşer. Tarkovski'ye kitabında hak ettiği övgüler yapar. Her ne kadar yazarın sözlerini övgü olarak nitelendirsek de takdir etmek gerekir ki;Tarkovski, yalnızca bir sinema yönetmeni değildir, aynı zamanda sinemanın özü ve olanakları üzerine düşünen bir sinema ‘filozof’udur. Tarkovski, bir yandan filmleriyle felsefe yaparken, yani filmlerinde felsefi sorunları ele alırken -ki bunların çoğu insanın varoluşunun anlamı ve amacı hakkındadır- diğer yandan sanat felsefesi yapar, yani sanatın neliği ve amacı üzerine düşünür."Mühürlenmiş Zaman" adlı kitabında sinema sanatı çerçevesinde sorulan sorulara yanıtlar bulur. Tarkovski için sanat bir yakarıştır. İnsan, sanat aracılığı ile umudunu, hayallerini, hayal kırıklıklarını dile getirir. Ona göre bunları dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur. İşte o nedenledir ki; sinema sanatıyla kurulan her bağda Tarkovski çıkar karşımıza. Cündioğlu da düşünce sancısının derinleştiği yerde Tarkovski’ye başvurur; "İnsanlara insan olduklarını daha çok hatırlatmalıyız, der Tarkovski. Sanat işbu duyarlılığın bir gerecidir. Filmleri de insana insan olduğunu daha çok hatırlatmanın aracı."
Tarkovski filminden bir replikle; "Bir insan yalnızken mi iyidir?" sorusuyla asıl iyiliğin ne olduğunu sorgular."İyilik asla yalnızlıktan hoşlanmaz. Kalabalığa ihtiyacı vardır. Günaha, şehre, çarşıya. Korunmaya muhtaç görünecek denli saf ve masum ruhlara, zannedildiği gibi, zırhsız dolaştıkları için değil, zırha ihtiyaç duymadıkları için kötülük bir zarar veremez."
Dücane Cündioğlu "görünmez bir bütünün parçaları" başlığı altında da sinema sanatının bir başka dehası Sergei Eisenstein'e değinir ve onu parçaları bütünleyen ve bütünü parçalayan diye nitelendirir; "Sinemayı düşüncenin ışığı altına neredeyse sürükleyen adamdır. Düşüncenin, yani diyalektiğin ışığı altına. Ne ki birçok Batılı gibi diyalektiğin çoklu salınımlarına susuzdur. Eisenstein sinema dilinin büyük ustalarından. Belirsizliklerin sultanı, Tarkovski, bu nedenle pek hoşlanmaz bu yasa adamı Einstein'den. Kurguculuğundan.Tutku ve heyecanını yönetme iddiasındaki yüksek akıldan."
Sinema denince "saçma"nın yerini ayrı tutmak gerekir
filmlerde. Nerdeyse her önemli filmde bir bölüm vardır bize saçma olduğunu
düşündüren.Yazarın kitabında saçmanın ölümle anlamlandırıldığı bölümdür "abes."
Başka kitaplarında yaptığı gibi burada da Necip Fazıl'ın şiirine başvurur ve
onun çile şiirinden bir bölümü kullanır yazar. "Ateşten zehrini tattım bu
okun. Bir anda kül etti can elmasımı. Sanki burnum, değdi burnuna 'yok'un.
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı" "Ölüm, insanı abese irca eder.
Reductio ad absurdum. Acaba gençler bu güzel tabirin anlamını bilirler mi?
Abese irca etmek. Birine bir şeyin saçma olduğunu göstermek."
Görüldüğü gibi Cündioğlu, saçmayı kutsar bu bölümde. Saçma denilenin bir derin sancı olduğunu göstermek ister bu dizelerle. Sinemanın gücünden yararlanarak saçma olanın neye işaret ettiğini açıklamak ister; "Keşke imkanımız olsaydı da sinema cangılına hikmet ve felsefenin ışığını düşürebilseydik. Mesela küçük bir salonda birkaç hakikat talibi bir araya gelip seçtiğimiz bir filmi birlikte seyretseydik ve ardından uzun uzun tartışabilseydik. Becerebilseydik de şöyle bir burnumuz burnuna değebilseydi yok'un."
Görüldüğü gibi Cündioğlu, saçmayı kutsar bu bölümde. Saçma denilenin bir derin sancı olduğunu göstermek ister bu dizelerle. Sinemanın gücünden yararlanarak saçma olanın neye işaret ettiğini açıklamak ister; "Keşke imkanımız olsaydı da sinema cangılına hikmet ve felsefenin ışığını düşürebilseydik. Mesela küçük bir salonda birkaç hakikat talibi bir araya gelip seçtiğimiz bir filmi birlikte seyretseydik ve ardından uzun uzun tartışabilseydik. Becerebilseydik de şöyle bir burnumuz burnuna değebilseydi yok'un."
"beyaz şiddet" bölümünde ise çocuk masumiyetine, ona yönelen
şiddete değinir. Michael Haneke'nin "Das weibe Band(2009)" filmi
üzerinden. “Antichrist”te sinema tarihinin en önemli eseri diye bakar yazar.
Lars'ın bu filmi için "diliyle tekniğiyle bir başyapıt"tır der.Yine
diğerlerinde yaptığı gibi Lars'ı da Tarkovski'yle mukayese eder. Ona göre Lars
huysuzdur, agresiftir."Tarkovski'nin dili hüzünlü, Lars'ın diliyse
öfkelidir. En kökeninde sanatçının ızdırabı vardır. Kehanetin. İnsanca acı
çekmenin.Yakarışın. Filmin sonunda seyirciyi önemli bir sürpriz bekler.
Antichrist Tarkovski'ye adanmıştır."
"melancholia"da ise Lars'ın bir günahtan yola çıkarak kurtulma
umudu taşıyanlara mesajlar sunduğunu vurgular."Lars'ın sanatı golf
sahasındakilere seslenmiyor. Kurtulabilecek olanlara. Masumlara da,
günahkarlara da."
Kurosawa'nın ödüllü filmi Raşomon'da insanoğlunun en doğruyu söylediği
anda bile gerçeği söylemediğini vurgulamasını gerçeğin faş edilmesinin bir
sırrı faş etmek olduğu anlamına geldiği şeklinde yorumlar; "itiraflar
kişinin sırrını(derununu) açmasından, açık kılmasından ziyade örtmesine
saklamasına yarıyormuş. O halde ey talip, Settar'ın setrettiğini faş etme de
sen kendini de kendinde bil, başkasını da!"
Cündioğlu sinemada çokça işlenen cinsellik, aşk konularını da kitabında
bir başka gözle değerlendirir. Bununla ilgili örneklediği filmlerde cinsellikte
aslında bir arayışın, bir çıkış yolu bulma gayretinin izlerini görmek ister. Cinsellik
bir arayışın, bir şeyden bir başka şeye kaçışın coşkusu gibidir onun değerlendirmesinde.
Bu değerlendirmeleri onu başka mecralara ulaştırır. O nedenle yer yer buradan
dindarlık sorgusuna da sıçrar ve yeni bir dindarlığın, eskiden ayrı bir
dindarlığın yeşerdiğini söyler; "Şimdinin dindarlığında etkin unsur artık
toplum değil, birey olacak" der.
Kitabının son bölümlerinde umut beslenen bazı filmler ve din olgusunu
ele alan filmlere değinir yazar; "Günaha son çağrı"nın yöneldiği
teolojik endişeyi konu eder. Hz.İsa'nın filmde ortaya konan durumunun
peygamberlerinde insan olduğunun ve her durumda insanla ilgili olanın herkesi
ilgilendirdiğine dikkat çeker.
Sonlarda iki bölüm Türk sinemasına farklı bir yaklaşım olduğu belirtilen
Can Dündar'ın "Mustafa"sı ve Said-i Nursi'nin hayatının işlendiği
"Hür Adam"a ayrılmış. Yazarın Mustafa'ya önemli eleştirileri yer
almakta kitapta. Hem dil, hem metin, hem içerik ve ruhu eksik bulur Mustafa'da;
"Yalan bile maharet ister. Mustafa yalan söylemeyi bile beceremeyen bir
yapıt. İnandırıcı değil çünkü."der Can Dündar'ın iddialı filmi Mustafa
için.
Cündioğlu'na göre "Hür Adam" ise ilkokul müsameresi kıvamında;
"Hür Adam’ın içeriği de, biçimi de fevkalade zayıf ve yetersiz… Politik
ajitasyonları bile çocukça."
Kitabın son bölümü ise sinemadaki ressamlara ayrılmış. Sinemanın
varoluşundan bu yana ressamların hayatına en çok ilgi duyan bir sanat dalı
olduğu resmedilerek sinemayla resim arasındaki ilintiye dikkat çekilmiş.
Sinema sanatı alanında yeterli eserin bulunmadığı ülkemizde Dücane
Cündioğlu'nun filmlerden yola çıkarak bir inanç perspektifi yakalama isteği
dileyelim ki, bu alanda yazılacak yeni eserleri de davet etmiş olsun.
Semiha Kavak / Aklın Görüntüye Teslimiyeti: Yedinci Sanat
Hece Dergisi
yedinci sanat adlı eski sinema dergisini biliyo musunuz. çok iyi dergi :)
YanıtlaSilkitap müzik sinema. üç ilgi alanım. blogumda bu üç konuda da çok yazım var yaaa. dücane hocayı da severim. :) görüşürüz yineee. :)
YanıtlaSileh biçok önemli sinemacı var bu yazıda. dikkatle daha sonra bi daha okumalıyım. :) hece dergisi anladım.
YanıtlaSilYedinci Sanat dergisini duydum. Bloğunu müsait bir ara ziyaret ederim. Çok teşekkür ederim kıymetli yorumların için.
YanıtlaSil