Yirminci yüzyılın başlarından itibaren İran modern öyküde
büyük gelişmeler göstermeye başlamış, öykücülüğün edebiyatla buluşturulup
İran’ın geçmiş birikimleriyle birlikte batının da etkisiyle kısa sürede gelişme
göstermesi sağlanmıştır.
İran medeniyeti, okur yazar oranı oldukça fazla olan, içe
dönük mistik bir anlayışla, araştıran, düşünen aydınlardan oluşan yerleşik bir
kültüre sahip.
İranlı yönetmenler sinemada da önemli çizgiler yakalayıp,
evrensel ve insanî bir yönelişe doğru sağlam adımlarla ilerlemeler
göstermekteler.
Fakat İran’ın kafalarda bilinen ve kalıcılığını hep korumuş olan imajı, İran’ın sanatına, edebiyatına, sinemasına, kültürüne bakışında sürekli bir önyargıya sebep olmuştur.
İran’ın yeni dönem sinemasında da kadınların varlığı bir hayli kendini
hissettiriyor. Sinemacı İranlı kadınların uygun zemin sonucu kapsamlı
çalışmaları önem arz etmekte.
İran sineması kendine has niteliklerini bozmadan evrensel
insanî değerleri öne çıkararak geniş halk kitlelerine ve çok sayıda seçkin
kitlelere ulaşmayı başarabilmiştir.
Modern öyküde İran’ın ilk kadın yazarlarından olan Simin
Danişver 30’lu yılların eseri olduğunu belirttiği Cennet Gibi Şehir’de İran’ın
kültürü, gelenekleri, yaşayışları, bireysel hırsların, çaresizliklerin
anlatıldığı, yanlış ve karmaşık inanışların, saplantıların ritüellerine de ne derece
köklü bir şekilde yansıdığını gösteriyor.
Danişver, kendi yaşadığı çağın diğer aydın yazarları gibi
içinde bulunduğu toplumun durumunu, eğitimci olmasının da verdiği sorumluluk
bilinciyle öykülerinde gözle görülür bir incelikle işlemiştir.
Kitabın tüm
bölümlerinde iyi bir eğitimcinin kaleminden insan üzerindeki gözlemlerin
duyarlılığı ve hassasiyeti hem gerçekçi bir gözle hem de okuyucuyu saran bir
sıcaklıkla anlatılıyor. İçerikte oldukça sade ve duru bir dil’e hâkim olan yazarın
basiretli bir içgöze de sahip olduğunu görüyoruz;
“Bazen kendimizden
nefret ettiğimiz zamanlar olur; olur olmaz yaptığımız işlerden, bizi
ilgilendirmeyen şeylere kafamızı yormamızdan ve zaaflarımızdan dolayı.
Kendimize duyduğumuz bu nefret, zaaflarımızdan ve yanlışlarımızdan kurtulmamız
için bize yardımcı olabilir.”
Bibi Şehrbânu adlı
bölümde İranlıların geleneksel inanışlarının içinde yer alan hurafelere ne
denli bağlı oldukları gözden kaçmıyor;
“Anneciğim! Mağaranın
önündeki dut ağacının da adakları yerine getirdiği söyleniyor. Ağaca bağlamak
için bir sürü çaput getirdim. Hem senin, hem kardeşin, hem de baban için. Ama
Bibi’ye, ilk önce çocuklarımın adağını versin sonra da benim gözlerimin
şifasını versin diye dua edeceğim.”
Doğum adlı bölümde ise Danişver, İran geleneğinin oldukça
sarsıcı ritüellerine yer veriyor;
“İki tane kadın omuzlarından ve belinden tutmuş, sürekli: “Ya Ali de!”
diyorlardı. Ama o, halsizlikten söyleyemiyordu. Önünde; oturduğu hasırın
üzerinde, yüzeyine surat çizilmiş bir kerpiç vardı. Yanakların ve dudakların
yerine birer kırmızı daire çizilmişti. Bu, bir çocuğu kandırıp dünyaya
çağıracak, onu karanlık ana rahminden aydınlık dünyaya getirecek, yaşama dair
ümitlendirecek bir kuklaydı.”
Çeşitli ırklardan, etnik gruplardan oluşan İran gibi kısıtlamaları
olan bir ülkeden hem kadın olup hem yazar olmak ve gerçeklerin bağrından seslenmek
hayli zordur.
Tarihten topluma pencere açan diğer yazarlar gibi Simin
Danişver’in de bu başarısı takdire değer niteliktedir.
Yazar ve sanatçılar her
ne kadar bunu her an üzerlerinde hissetseler de, yaşadıkları çağın, toplumun
sorumluluk bilincini taşıyan insanlar olarak bunun kendileri için yaratıcı olma
konusundaki istidatlarını artırıcı rol oynadığını mutlak görürler.
Cennet Gibi Şehir bizi İran’da bir gezintiye davet ederek,
toplumun sosyal dokusuyla birlikte geleneklerini de yakından izleme fırsatı
veriyor.
Semiha KAVAK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder