“ (Erdem)-Eee beyler, okudunuz mu birbirinizin hikayesini?
(Rasim ve Ali)-Evet Okuduk.
(Erdem)-Nasıl buldunuz peki?
(Rasim)-Ben Ali’nin hikayesini beğendim. Eğer biraz daha genişletirse roman bile olur o hikaye. Efendim, şu güzel güzel Maraş gününde ilk okurunuz olmakla haşir neşirim.
(Ali)-Ben Rasim’in hikayesini beğenmedim.
(Rasim)-Neden yahu?
(Ali)-Sonunu beğenmedim. Daha etkileyici bir son lazım o hikayeye…”
Maraş’ın münbit topraklarında serpilip büyüyen Yedi Güzel Adam’ın vücuda gelmiş yaşam öykülerini izliyoruz bu aralar. Yukarıdaki diyalog o diziden bir alıntı… Her birimiz kendi penceresinden hayal dünyalarına dahil oluyor; hüzünlerine ortaklık, yolculuklarına yârenlik ediyoruz.
Kendi hikayelerinin kahramanları olan Adam’lar, tarihin koridorlarından geçerken kendilerine has bir rayiha yayarlar. Kelimeleri değildir sadece onları “var” kılan, varlık sebepleri sadece yazmak olmadığı gibi…
Bazen şiir oluyor yağmurun toprakla vuslatı, bazen “Aşk” şiirin mahzenine sızan gün ışığı tadında büyülüyor bizi… Bahse konu olanlar şairler ise eğer; aynı dehlizlerden geçip, aynı yağmurun altında ıslanmak ve kederi iliklerinde hissetmek şiir okuyucusunun kaderi elbette. Fakat sadece bu değil, bu değil sadece onları Yedi Güzel Adam diye dillerimize dolayan gerçek…
Yazmak fiili belalı iş. Bazılarımıza bahşedilmiş bir yeti ve bu yetinin kanatlarına tutunup edebiyat dünyasının göğüne birer yıldız kondurmak için çabalıyoruz. Kimimiz tutunamıyor gökyüzünün uçsuzluğunda kayıp gidiyor. Kimimizin kanatları nice fırtınalardan sağlam çıkıyor, yaralarını sarıp yeniden süzülüyor ufukta.
Tam da bu noktadan sonra başlıyor aslında o Adam’ları “Güzel” kılan hikaye. Tam da yukarıdaki diyalogda saklı Yedi Özel Adam’ın ve onların yoluna ışık tutan Usta’ların vazgeçilmezliği… Birbirlerinin şiirlerini ve hikayelerini yetersiz buldukları halde hâlâ aynı kararlılıkla “Dost” kalabilen, yersiz övgülerle değil, yüreklendirici teşviklerle yek diğerinin varlık sebebine varlığını koyan, böylece gelişen, serpilen, her adımda daha da kuvvetlenen o dostluklardır işte.
Sırat Köprüsü’nden geçer gibidir yazmak; kaderini avuçlarına
koyan Güç ilhamının güneşini parlattıkça benlik duygusu sinsi bir düşman gibi
kelimelerimizin koynuna sokulur. Güneşi unutur, ışığın kaynağı olduğumuzu var
sayarız. Şiirinin tanrısı olma hevesi işte bu noktada edebiyatçının ayağına
dolanır. Okuyucu veya dost hanesine yazılanlarımız da kaydırdıkça kaydırır
zemini.
“Hikayeni beğenmedim” ya da “şiirindeki imgeleri kuvvetli
bulmadım” deme gücünü kendimizde bulamadığımızdan yolculuk körler ve sağırlar
diyaloğunun gölgesinde sürüp gider. Oysa “Dost” bazen sana rağmen seni koruyan
saikin adıdır ve bu tarafıyla değerlidir. Dostluk; hikayesini beğenmeyen
Ali’nin kalemindeki güzelliğe aynı içtenlikle kuvvet veren Rasim’in şahsında
hayat bulandır . Dost odur ki; “olmamış” dediğinde kayıtsız şartsız yeniden
yazmanı gerektirecek olan “ben”indir, sendendir, sensindir.
İşte bu aynîleşmedir, bir “Kara Lise”nin duvarlarını
muhabbete boyayan güç. O Adam’ları Kararan göğümüzde hâlâ aynı heyecanla
yıldızlaştıran sebep asıl budur. Gerisi o büyük Güç’ün kalbe düşürdüğüdür,
gerisi zaten “Biz”den değil, “O”ndandır….
Nur Zelal Ceylan
Ayna İnsan Sayı: 11
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder