Türk Şiirinin önemli ismi İsmet Özel ile Ataol
Behramoğlu’nun yolları gençlik yıllarında, okul çağlarında kesişir. İkisi de
şiire düşkündür ve şiir onları birbirine kaynaştırır. Ancak, değişimin anahtarı
olan zaman, iki dostun yollarını ayırır. Artık iki dost iki ayrı ideolojinin
saflarındadır..
Edebiyat severler, şiir dostları iki şairin
birbirleri hakkında neler düşündüklerini hep merak etmişlerdir..
Bu iki dostun birbirleri hakkında neler
söylediklerini bir kez daha okumuş olalım...
Semiha Kavak
Semiha Kavak
ŞİİR BİZİ
BİR KEZ DAHA BULUŞTURURKEN
İsmet
Özel'le Çankırı Lisesi'nden tanışıklığımız henüz bir arkadaşlık değildi. Ben ablası
Aysel’le aynı sınıftaydım ve arkadaştık. O kardeşim Namık'la, bizden bir sınıf
geride, aynı sınıftalardı. Geçtiğimiz yaz (uzun yıllar sonra) bir iki
saatliğine ziyaret ettiğim ve her şeyi (görkemli bir taş yapı olan lise
binasını, dere boyundaki meşe ağaçlarını, Atatürk Anıtı'ndan pazar yerine doğru
uzanan tertemiz, parke taşlı yokuş caddeyi, ailemle oturduğumuz bütün evleri,
çocukluk ve ilk gençliğimin geçtiği neredeyse bütün sokak ve caddeleri, su
deposunu, Hazreti Ali’nin Mağarasını, mahfeli, ilkokulumu, istasyon binasını ve
kahvesini ve bütün bu şeyleri tıpkı o yıllardaki gibi aydınlatan pırıl pırıl
yaz güneşini) elimle koymuş gibi bularak çok etkilendiğim bu küçük Orta Anadolu
kentinin, o yıllardaki (1950'ler) lise ortamının, daha başkaca şeylerin şair
kişiliklerimizin oluşumunda etkileri üzerine düşünmek bu yazının kapsamı
dışında kalıyor. Ben kendimi oldum bittim şair sayan biriydim. İsmet Özel o
sıralarda şiir yazar mıydı, bilmiyorum. Arkadaşımın kardeşi, kardeşimin
arkadaşı İsmet'ten bende o yıllardan kalan silinmez görüntü, belki bir kır gezintisinde,
bir toplantıda, koyu renk takım elbisesi içinde, Nat King Cole özentili bir
sesle, kısık gözler, meydan okurcasına küstah ve erotik bir gülüşle İngilizce
şarkı söyleyen, kendi de Nat King Cole'e benzeyen, ince, kavruk bir oğlandır. Aysel’le
Ankara Hukuk Fakültesi'ne aynı dönemde girmiştik ve Aysel, yanılmıyorsam eğer, İsmet'in
şiirler yazdığından o sırada söz etmişti. Ben Hukuk’tan ayrılmış, bir süre
Felsefe okumayı denemiş, sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve
Edebiyatı bölümünde karar kılmıştım. Puslu bir Ankara akşamı (63 kışı olabilir)
İsmet fakülteye çıkageldi. Meme-t Fuat’ın edebiyat yıllığında benim
"İkinci Uykusuz Adam" adlı şiirim yayınlanmıştı. Şiirimle ilgili bir
şey söylediğini anımsamıyorum; fakat bir şiirimin böyle prestijli bir yayında
yer almasından ötürü beni kutluyordu. Kendi şiirlerini de getirmişti. Sonradan
"Geceleyin Bir Koşu"da yayınlanacak bu şiirler tazelikleriyle beni
hemen etkilemişlerdi. Özellikle "Kuşun Ölümü":
"Kuş
damdan düşünce
sarışın
bir yürüyüşüdür artık ölümün
bir
yağmurdur açılan kuraklığa
bir
yağmurdur kulübesi nisandan
ve onun
ayaklarına dolanan o gökyüzü
kansız
yüzleridir diri kuşların
kuş
düşünce damdan
kuş öldü
kanadının altındaki o yara
yağmurun
karanlığını getiriyor geceye
yağmurun
ırmaklarını getiriyor geceye
kuş öldü
küçücük
bir yorgunluktu ölmeden önce"
Bu şiir,
imgelerdeki yenilik ve saflıkla; çocuksu, acıtan duyarlığıyla beni etkilemişti.
Ben Orhan Veli ve Attila İlhan şiirinden geliyordum. "Galile
Denizi"ni (1. Berk) yeni keşfetmiştim. İkinci Yeni sularına henüz açılmış
değildim. (Kendime haksızlık etmiş olmamak için şimdi kitaplığıma baktım:
"Galile
Denizi"nin iç kapağında 3 Nisan 1962 tarihi ve "İlhan Berk, beni
bağışla" sözleri yazılı... Cebeci'de, Abdullah Nefes'le kaldığımız odada
bu iki satırı yazdığımı bugünmüş gibi anımsıyorum... "Dünyanın En Güzel
Arabistanı"nın iç kapağında ise adım ve 5.III. 1963 tarihi yazılı.
"Geyikli Gece" ilk okuyuşumda beni çarpmış olan bir şiirdi. Fakat
yine de Orhan Veli'ye, Attila İlhan'a, Dağlarca, Külebi vb. şairlere daha yakın
duyuyordum kendimi.) "Kuş öldü kanadının altındaki o yara/yağmurun
karanlığını getiriyor geceye" vb. dizelerde, yeni bir imge anlayışına daha
gözü pek bir açılış vardı. Üstelik, benim küçümsediğim, günün modası mekanik biçimci
şiirlerden farklı olarak somut tematiklere, elle tutulur, somut dünyalara
sahipti bu şiirler. İsmet Özel'le beni, şiir ilk kez böylece buluşturuyordu.
Sonra
bizi Türkiye İşçi Partisi buluşturdu. Partinin Kızılay Bulvarı üzerindeki lokalinde
buluştuğumuzda (H. Aker, E. Berköz, A. Nefes, başka arkadaşlar) birbirimize
yeni şiirlerimizi okurduk. İsmet'in her yeni şiiri, her zaman bir sürpriz, bir
parıltıydı; beklenmedik sözcükler, imgelerle örülüydü;
"tanrım,
Pekos Bil'im uçur beni"
"uyurken
bir kadına doyar gibi kanardı ayaklarım"
"doğrudur
gebe kaldığım coşkun bir akarsudan"
Bunlar
yepyeni imgeler, yepyeni şiirlerdi. Sözcüklerin renkleri, tınıları ve
ritmleriyle, sözcükler arasındaki alışılmadık ilişkilerle etkileyen, büyüleyen
şiirlerdi. Şiirleri üstüne düşüncelerimi söylerken, kimi dizelerin altını
çizmemden, onları özellikle sevdiğimi söylememden pek hoşlanmazdı. Şiirini
bütün olarak değerlendirmemi isterdi, İsmet'le anlaşmazlığım da bu noktadaydı.
Şiirlerinde, olağanüstü güzel dizeler (imgeler) yanında, doldurma, sıradan
sözcükler ve dizeler de bulunduğunu görüyordum. Şiir laboratuvarına herhangi
bir kimsenin girmesine izin verdiğini sanmıyorum... Birden, bitmiş bir şiirle,
bir sürprizle çıkardı karşımıza. Bir gün, nerede olduğunu anımsamıyorum,
üzerinde daktiloyla muntazam yazılmış dizeler bulunan bir kâğıt gördüğümde
elinde, doğal bir hareketle alıp bakmak istedim. Göstermedi, kıskançlıkla
sakladı kâğıdı. Sonradan, bunun salt bir biçim çalışması olabileceğini, bir
"meslek sırrı" olarak saklamış olabileceğini düşündüm. O sıralarda
laboratuvar çalışması diyebileceğim çalışmalarım pek olmazdı benim; içimden
gelirdi ve yazardım... Yazdıklarım üzerinde de sonradan pek fazla değişiklik
yapamazdım. Şiirin "organikliğini" bozacak olmaktan korkardım.
(Laboratuvar çalışması diye niteleyebileceğim çalışmalara, 70'li yıllarda,
yaklaşık olarak otuz yaşıma doğru başladığımı söyleyebilirim.) İsmet Özel ise,
sanıyorum ki, teknik beceriler edinmenin, şiirde laboratuvar çalışmalarının önemini,
çok erken yaşlarda anladı. Erken ve büyük başarısının çok önemli bir nedeni,
sanıyorum ki budur. İsmet Özel'le sırdaşlık düzeyinde yakın bir arkadaşlığımız
hiç olmadı. Daha doğrusu, o dönemde de yakın arkadaş çevrelerimiz farklıydı.
Bizim Buhara meyhanesindeki (yukarda adını ettiğimiz arkadaşlar dışında, Veysel
Öngören'li. zaman zaman Metin Altıok'lu, seyrek de olsa Turgut Uyar'lı).
partiden, üniversiteden, sanat ve siyaset çevrelerinden pek çok arkadaşla
buluştuğumuz (Buhara dışında Tavukçu'da, Mehmet Kemal'in Kalem’inde, Ankara
Sanat’tan arkadaşlarla Atak'ta) muhabbetlerimizde İsmet Özel hemen hemen hiç
görünmezdi. (Bunda yaşamını -bizlere oranla bile- daha dar bir bütçeyle
sürdürmek zorunda oluşunun da rolü olduğunu sanıyorum. Yoksulluk, tutumluluk,
kibir derecesinde bir onurunu koruma kaygısı, bu niteliklerle pek de iliııtisiz
sayılamayacak bir gösterişçilik. İsmet Özel’in bence değişmeyen bazı kişisel
özellikleri olagelmiştir.) Kişisel yaşam ayrıntılarında çok yakın arkadaş
değildik belki, fakat şiir bizi buluşturmuştu ve buna siyaset de eklenmişti.
1965 yılında onun "Partizan"ı benim "Bir Gün Mutlaka"yı
yazışlarımızla, bu buluşmalar, yazgısal bir birlikteliğe dönüştü.
"Partizanda ve "Bir Gün Mutlaka’yla, şair ve insan olarak. ortak yanlarımız
da, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de kolayca görülebilir. Yazımın amacı
böyle bir karşılaştırma yapmak değil. Önemli olan, ortak ve özgün bir noktada
buluşmuş olmamızdı. Bu noktaya önceden çizilmiş bir programa göre gelmemiştik.
Kişisel birikimlerimiz, toplumsal koşullar ve bir bir sayılıp dökülmesi belki
olanaksız birçok neden bizi orada buluşturmuştu. Her iki şiirde, toplumcu ve
gerçeküstücü özellikler taşıyan modern Türk ve dünya şiirinden izler ve
sentezler vardır. Toplumcu şiiri, bir geriye dönüş olarak değil, şiirin modem
olanaklarıyla ileriye doğru gidiş olarak anlamaktı bizi o sırada ve bizi
şiirlerle birleştiren "Yıkılma Sakın"lar efsanesine burada değinmek
gerekebilir... 1969'da ben Malazgirt'te yedek subay, sürgün ve hapistim. ismet
Özel Muş'ta er ve sürgündeydi. Ağrı Askeri Cezaevi’nde başladığım, sonra oda
hapsinde tamamladığım şiirimi, beni ziyarete gelen ortak arkadaşımız Zülküf
Şahin eliyle, okusun diye İsmet Özel'e gönderdim. Ondan, (şimdi anımsamıyorum,
hangi yolla), bana ithaflı, eşsiz güzellikte yerleri olan "Yıkılma
Sakın" geldi. Bu iki şiirle, yazgılarımız bir kez daha buluşuyordu...
(Onun "Yıkılma Sakın"ı, bence, "Partizan''a göre bir ilerleme,
benim "Yıkılma Sakın"ım ise, yine bence, "Bir Gün Mutlaka”ya
göre, hiç değilse bazı bakımlardan, bir gerilemedir. Fakat, yukarda da
değindiğim gibi, bu yazının amacı böyle karşılaştırmalar yapmak değil.)
"Yıkılma Sakın'larımız, Ismet'in önerisi ve girişimiyle "Yeni
Dergi"de, yayınlandı... Sonra terhis olduk, Ankara'da buluştuk. Önce
"Ant" dergisindeki dörtlü çıkış, sonra daha çok İsmet’in tasarıları
ve çabalarıyla "Halkın Dostları" hareketi gerçekleşti... Sonra ben
1970 güzünde yurt dışına çıktım, lsmet'le mektuplaşmaya 1965'te
("Dönüşüm" dergisinin yayını sırasında) başlamış olmalıyız. Ben yurt
dışında olduğum sırada bir süre sıklıkla mektuplaştık. Bana en son mektubu,
sanıyorum, içinde "Akdenizin Ufka Doğru Mora Çalan Maviliği" başlıklı
o trajik ve büyük şiirin bulunduğu mektuptur.
"Geçiyorum
ayaklarım altında kumları hıçkırtarak/Kara yaz!
Karanlık
yaz! Kararan vücutlardan/ rıhtıma varmayan ceset
elbette
hatırlanmaz"
Yaşamıyla
ilgili ciddi kaygılar duyduğumu (ve kimi ortak arkadaşlarımızı mektupla
uyardığımı) ve yine o sıralarda, düşüncelerindeki köklü değişimlerle ilgili
haberlerin bana ulaştığını anımsıyorum. 1975 yazında, Antalya yakınlarında bir
tatil yöresinde, daktilomun başına geçerek, günlerce süren bir çalışma ürünü,
30-35 daktilo sayfalık yazımı yazdım: "İsmet Özel Üzerine"
"Militan" dergisinin Kasım 1975 tarihli sayısında, daha sonra
"Yaşayan Bir Şiir" adlı kitabımın "Broy" yayınlarındaki ilk
basımında yer alan ve şimdilerde "Adam" Yayınevince basıma hazırlanan
"Şiirin Dili-Anadil" adlı kitabımda yer alacak olan bu yazıyı, bana
İsmet Özel konusunda soru soran ve birkaç cümlede yanıt bekleyenlere okumalarını
öneregeldim ve öneriyorum. İsmet Özel pek çok övgüye mazhar oldu ve olmakta.
Daha çok siyasal ve etik kökenli olmakla birlikte, yergiler de eksik değil.
Şiirlerinin niteliği konusunda küçümseyici eleştirilere, imalara da
rastlanıyor. Fakat onun şiiriyle ilgilim(yukarda anılanın dışında) tek bir
ciddi, kapsayıcı eleştiri görebilmiş değilim. Umarım ve dilerim ki gözümden
kaçmış olan birşeyler vardır. İsmet Özel'in bana söylediği (ya da yazdığı) bir
sözü kulağımda hep çınlayagelmiştir. Belki kendisinin de şimdi anımsamayacağı
bu söz şuydu: "Herkes her şeyin bayağısına teşne" İlk gençliğimizden,
60'lı yıllardan bu yana edebiyatta, siyasette, bu toplumun bütün alanlarında
yaşadıklarımız, yaşamakta olduklarımız, bu saptamayı ne yazık ki hep doğruladı.
Gerek onun gerek benim şiirlerimize yönelik hayranlık ya da yergiler, çoğu kez
yüzeysel oldukları için, bana ne yazık ki bu bayağılıktan uzak görünmüyorlar...
İsmet Özel yeni şiirlerini her zaman büyük merakla beklediğim, kendisiyle
ölçündüğüm bir şair olmuştur. Bugün de öyledir. Son şiirlerinden, uzun soluklu
"Of Not Being A Jew" yayınlanmamış olsaydı, benim uzun soluklu
şiirim, "Attila Jozsef'in Şehrinde Bir Köprüden Tuna'ya Bakmak" daha
az emekle yayına hazır görünebilirdi bana... İsmet Özel'le, şair ve insan olarak,
ortak yanlarımız kadar, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de bulunduğuna
yukarda değinmiştim. Bugünkü trajik karşıtlığın nedenlerine ve anlamlarına,
belki de buralardan iz sürülerek varılabilir. Tek bir şeyden ise hiç kuşku
duymadım: Bizi buluşturan şeyler, dün olduğu gibi bugün de, "bayağı"
olmayan şeylerdir.
Ataol
Behramoğlu
14.12.1994
K E D İ Ş İ İ R İ N D E D İ Z G İ ' Y A N L I Ş I Y O K
I saw the best minds of my generation destroyed (...)
Allen Ginsberg
Aysel ablam Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken Orman Bakanlığı'nın
memurelerinden biri olmak zorunda kaldı. Fakülte’de devam mecburiyeti yoktu,
ama onun anlayışlı müdürü bazı günler dersleri izlemesine olanak tanımıştı. Bu
günlerden birinde müdür ablamdan asılan listelere bakarak bir sınavın sonucunu
öğrenmesini rica etti. Bursa'daki meslektaşlarından biri telefon ederek oğlunun
notlarını sormuştu. Ablam sonucu öğrenip bildirmiş, verdiği haber onun da
keyfini kaçırmıştı. Zira çocuk üssü mizandan kalmıştı; yani hiç zayıf not
almamış, ama not ortalaması yedinin altında kaldığı için sınıfı geçememişti.
Çocuğun ismi Ataol Behramoğlu'ydu ve Aysel ablam onun Çankırı Lisesi'ndeki
sınıf arkadaşı Ataol Gürus'la aynı kişi olabileceğini aklına bile getirmemişti.
Bunu daha sonra, Fakülte'de karşılaştıkları zaman öğrenebildi. Doğrusu bu
soyadı değişikliğine ben de ihtimal vermezdim. Çankırı Ziraat Müdürü Haydar bey
bizim Tarım dersi öğretmenimizdi. Girdiği ilk derste tahtaya soyadını Gür Us
olarak yazmış ve gür akıl diye açıklamada bulunmuştu. Yani soyadından onun bir
şikâyeti olduğu izlenimi edinmemiştim.
Namık Gürus lise birde sınıf, tarih derslerinde de sıra arkadaşım oldu.
Kabadayı tabiatlıydı Namık. Bir keresinde onunla fizik laboratuvarında
itişirken dolaplardan birinin camını kırdık. Ödeme konusunda hiç oralı olmadı.
Ben Çingene Arastası'na giderek camı kestirip taktırdım. Sonra yakın arkadaş
olduk Namık’la. Bizden iki sınıf yukarda olan ağabeyi Ataol'u bilirdim, ama pek
konuşmuşluğumuz yoktu. O dönem aramızdaki yaş farkı mesafeyi artırıyordu nedense.
Kitaplarla ilgilenen bütün memur çocuklarına özgü iletişim elbette söz konusuydu.
En azından ben onun Varlık okuduğunu, şiirle ilgilendiğini bilirdim. Edebiyat
merakına rağmen fen şubesine gidişinin sebebi; konuştuğu esmer, kısa saçlı,
minyon çehreli kızla aynı sınıfta bulunma isteği miydi? Ataol’un zihnimde
Çankırı'dan kalan en belirgin resmi bir kış günü ceketsiz, sırtında Amerika'dan
yeni dönmüş babasının getirdiği mavi ekose gömlekle okula gelişidir. Pek emin
değilim, ama galiba bazan "maracas" çalardı bir akordeon ve bir
bateriden müteşekkil ve benim solisti olduğum hafif müzik orkestramızda. Şiire
ilişkin bağlantımız, ben Ankara Gazi Lisesi'inde okurken ve Ataol henüz Hukuk
Fakültesi'nden ayrılmamışken kuruldu. Beş-altı kadar şiirimi (yazdıklarımın
tümüydü kuşkusuz) Aysel ablama vererek Ataol'a ulaştırmasını istedim. Ataol
yazdıklarım hakkındaki görüşlerini yazılı olarak bana iletti. Bu yazılar ne
yazık ki şimdi kayıp. Ataol Behramoğlu Hukuk Fakültesini bırakıp DTCF Rus
Filolojisine geçtiğinde, ben de artık Siyasal Bilgiler Fakültesinde
öğrenciydim. Bir gün Ataol ve bir grup Dil Tarih’li SBF kantinine geldi. Gerçek
tanışmamızın başlangıcı o gündür. Ayrılırken Ataol aralarından birinden söz ederek:
"Turgay Gönenç’ten daha iyi şairdir" dedi. Sözünü ettiği, görece
suskun arkadaş Egemen Berköz'dü. Karşılaştırmayı Turgay'la yapmasının sebebi
belki Turgay’ın bizim Fakülte’nin son sınıfında okuması, o günlerde Sanat
Sevenler Derneği'nde şiir ve resimle ilgili konuşmalar yapan, umutla bakılan
bir genç sanatçı oluşuydu. Kısa bir süre sonra Ataol’a bir iade-i ziyarette
bulundum. Doğrudan DTCF Rus Filolojisi'ne gittim, daveti üzerine onunla
Polonyalı bir öğretim elemanının verdiği dersi izledim. "Mişka"
(farecik) kelimesini öğrendim Rusça'dan. Çıkışta Kızılay'a doğru yürüdük.
Şiirlerimi okudum Ataol’a. içten bir ilgiyle dinledi beni. Bana öyle geliyor ki
benim yazdıklarıma bakışı o gün esas itibariyle belirginleşti ve belki bugüne
kadar o belirginliğin sınırları korunageldi. Sanıyorum onun gözünde şiirlerim
şiir olma özelliğine (belki olgunluğuna) erişmeleri bakımından dikkati hak ediyorlardı,
fakat... işte o günden başlayarak yıllarca bu "fakat" konuşuldu
aramızda. Çünkü her ikimiz de büyük diye bildiğimiz bir şiire emek verme
niyetindeydik. Her ikimizin de kendimize özgü "fakatlarımız" vardı.
Ataol’la tanışıklığımız kısa sürede riyasız, içten bir dostluğa dönüştü. Bunda
siyasi tavrımızın olduğu kadar edebiyata ve şiire bakışımızın yönündeki
koşutluğun rolü büyüktü kuşkusuz. 1963 yılının Ankara’sında kendimi yönleri görece
birbirinden farklı iki öbek üniversiteli öğrenci çevresiyle ilişkili bulmuştum.
Modern ve modernist bir sanat çevresi vardı. Bir de yaklaşımı CHP
cumhuriyetçiliğinden başlayıp o günlerin moda deyimiyle "aşırı sol"a
kadar uzanan siyasi ilgileri yoğun çevre vardı. Ataol’a ve bana her iki
çevrenin de "uç" noktaları çekici geliyordu denebilir. Bu gün Ataol
Behramoğlu'nun ve benim hem şiir anlayışı hem de dünya görüşü bakımından farklı
yerde oluşumuzun ne kadarı derinlerdeki sebeplere bağlanabilir; ne kadarını
Türkiye şartlarına bağlayabiliriz? Bunları uzun uzun konuşmak gerekebilir.
Gerekebilir, ama büyük bir ihtimalle gerçekleşemeyebilir. Gençliğimizin bir kaç
yılında Türkiye için de fırsat sayılabilecek bir atılım umudunu tatmıştık. Ben
kendi payıma bu umudun süreği olarak müslüman kimliğe sahip çıktığımı
savunuyorum. "Nostalji" suçlamasına muhatap olmayayım diye o günlerin
havasından söz etmekten geri duruyorum. Fakat karşı bir suçlamada bulunmaktan
da geri durmayacağım: Benim atılım umudu adını verdiğim, o günlere özgü ülke
duyarlığı kısa sürede, siyaseten kısa sürede "manipüle" edilmiştir.
Kuşku yok ki bizim "real politik" denen alandaki sınırsız cehaletimiz
daha ilk adımı atarken bile neyin içine düştüğümüzü bilmemize engeldi. Ataol
Behramoğlu ile bugün ayrı yerlerde bulunuşumuzda, kendi payıma benim o
manipülasyondan salim kalma çabamın hesaba katılacak bir rolü olduğu
iddiasındayım. Nalıncı keseri gibi kendi tarafıma yonttuğumu sananlar çıkacak
biliyorum. Oysa ben o umut atılımı günlerindeki arkadaşlarım ki Ataol
Behramoğlu bunlardan yalnızca biridir, ne oldu diye soruyorum şaşkınlıkla ve
kederle, Bence o günlerde yaşadığımız sosyalizm coşkusu ülkemizin maruz
bırakıldığı batılılaşmanın vicdan azabıydı. Ve o günlerin irili ufaklı
sağcıları bunu hiç anlayamadı. Yıllar geçti. Kuşağımın sosyalist görüşlü
olanlarının da sosyalist olmaya verdikleri ağırlığı solculuğa kaydırdıklarına
şahit oldum. Yani onlar için batılılaşmanın vicdan azabı sözkonusu değildi
artık. Ataol Behramoğlu bunlardan biriydi. O günlerde nasıl bir düşünce
canlılığı olduğunu, sosyalist eğilimli kişilerin hangi kaygıları taşıdığına
misal getirebilmek için ve görüşlerimi daha iyi anlatabilme beklentisiyle o
günlerin Ataol’una dair bir kaç anımı aktaracağım: Türkiye İşçi Partisi'nin
Atatürk Bulvarı’na bakan Genel Merkezindeyiz. 1964 yılının baharı olsa gerek.
Terasta kimi ayakta, kimileri sandalyelere oturmuş sohbet ediyor insanlar.
Ataol, bir Hukuk Fakültesi öğrencisi (soyadını yanlış hatırlamıyorsam) Savga
Ural'la tartışıyor. Neyi tartıştıklarını bilmiyorum, ama bir süre sonra
Ataol'un sesi yükseliyor: "Bunu, diyor elindeki kitaba vurarak,
"senin Marx'm bile anlayamaz!" Tartışma sona eriyor. Bir evdeyiz,
Ankara Koleji'nin hemen İncesu yönünde arkasında oturan (adını
‘hatırlayamadığım) bir kızın evinde. Soba yandığına göre mevsim kış. Odada
oturanların susup düşüncelere daldığı bir sıra âdeta bağırarak sessizliği
bozuyor: "Şairler memur olamaz!" Türkiye'de kurulacak muhtemel bir
sosyalist toplumda sanatçı-devlet ilişkisi imiş meğer zihnini meşgul eden. Her
ikimiz de askerliğimizi bitirdikten sonra, yine Ankara'da Ekim yayınlarının
balkonunda Jose Marti'den konuşuyoruz. Benim Pete Seeger'ın bir plağından
"Çuantanamera- "yı ezberlemeye çalıştığım günler: Yo soy un hombre
sincero! Şöyle soruyorum Ataol'a: Şu bizi heyecanlandıran şeylere bak! Nelerle
meşgul hep kafamız! Biz sosyalist falan olduğumuzu söylüyoruz ama, yoksa sadece
milliyetçi miyiz? Kısa bir sessizlikten sonra Ataol cevap veriyor: "Evet,
gidip Vietnam’da çarpışmadığınıza göre... Dış görünüş bakımından bir çevreyi
terketmiş olan veya bir çevre bakımından kayıp olan benim. Ama bu giriş yazısı
vesilesiyle vurgulamak istediğim, bir çok arkadaşımın, bu arada şiirdeki
duyarlığına çok güvendiğim Ataol Behramoğlu'nun kuşağımıza mahsus bazı şeyleri
terkettiği, birçok bakımdan onların kayıp olduğudur. Okuyacağınız mektuplar ne
demek istediğimi daha iyi açıklayabilecektir umarım.
İsmet Özel
Küçük insanın büyük öyküsü hayatlar. Okumanın verdiği sorumluluk duygusu her dönem gencini sosyalizme taşır. Mutlak güzel idealler.insanlık ve ülkesi için. 61 doğumlu köy çocuğu olarak 75 de lise 1 e başladım. Devrim türküleriyle mezun oldum. Değişecekti bir şeyler, fakülte son sınıfında sorgulayan her genç gibi kendi devrimimi yaptım. 84 de o günkü tabirle müslüman oldum.
YanıtlaSilŞiirle iki arkadaşın öyküsünü okurken,sanki tekrar baskısı yirmi yıl sonra yaşayandım. Ben de bir İsmet Özel, tek eksiğim Ataol'um yoktu.
Bu ülkenin gençleri enerjilerini anlama ve keşfetme çabasına yönlendirseler, ideolojik körlüğe rıza göstermeden, bu ülkeye ve insanlığa ne çok şey katarlar.
Ama iki yazının da özeti aslında şu;
İsmet'in söylediği, Atol'un unutmadığı: "Herkes her şeyin bayağısına teşne!"
Ancak kendi güçlerini keşfettiklerinde, gerçekleştirebilecekler çok şeyi... Bunun için de o kadim sorgulamaya dönmeleri gerekiyor. Bayağılaşmadan "Biz"e ulaşabilmenin yolu da hep emektir. İnsana kendi emek ve çabasından başkası var mıdır? Yoktur.
SilÇok teşekkürler değerli yorumlarınız için Mehmet Bey. Selamlarımla.