25 Nisan 2014 Cuma

İmbikten Süzülen Mekanlar


Kahvehaneler
  
“Gerçekten o devirde kahve ; akademinin, meslek cemiyetinin, kulübün, salonun, fikir ve sanat meclisinin bütün vazifelerini küçük tahta masalarının etrafında elinden geldiği kadar yapıyordu. O zaman anladım ki, biz bir kahve milletiyiz. Köyde kahve, mahallede kahve, mektebin önünde, cezvesinde bütün millî ve dinî şuuru pişiren, ibriğinde kolektif vicdanı demlendiren, tezgâhın dibinde halkı ve münevveri birbirine kenetleyen, iptidaî olduğu için basit, fakat ananesi olduğu için derin ve canlı, tek ve tam bir cemiyet mihrakıdır.”
                                                                                                                     Peyami Safa

Sözlü kültürün iletişim ortamı olarak kahvehanelerin kültürümüzde önemi hiç kuşkusuz büyük bir yere sahip. Osmanlı Türk toplumunun yaşayışına baktığımızda kahvehanelerin en geniş yaşam alanlarının (ev, cami, çarşı vb.) hemen yakınlarında yer aldığını görüyoruz. Sosyalleşme adına birçok alanda faaliyette bulunulan bu mekânlar, toplumsallaşma süreci açısından o dönemde önemli işlevlere haizdiler. Her ne kadar günümüzde kahvehanelerle ilgili algılayış eskisinden çok farklı nitelendirilse de yine de ileriye dönük süreçte her şey değişebilir. Çünkü insan da, hayat da aynı kalmıyor. Kuşaklararası bağın devamlılığını sağlayabilecek bu mekânlara dair olan umudumuz ve duyarlılıklarımız da her daim değişiyor.



Cem Sökmen bu konudaki duyarlı kalemlerden biri. “Aydınların İletişim Ortamı” üst başlığıyla “Eski İstanbul Kahvehaneleri” isimli kitabında, fikir ve sanat birikiminin aktarıldığı bu renkli ortamları geniş kaynaklar çerçevesinde ele alıp titiz bir çalışma ile okura sunmuş.
Kitabın “kişisel olmayan yaşantı”nın kaybolmaya yüz tuttuğu, entelektüel merak ve bilincin ‘lifestyle’ karşısında gerilediği bir atmosferde yaşananla kaybedileni karşılaştırma düşüncesi” ile ortaya çıktığını ifade eden müellifin bu sözlerinden,  kahvehanelerin sosyalleşmeyi sağlayan, toplumun dünya görüşünün ve geleneklerinin aktarıldığı en önemli mekânlar olarak algılanması gerektiğini söylemek mümkün.
Bir hayli emek verilen bu ciddi çalışmada, kahvenin tarihi, kahvehaneler, kıraathaneler, bunların konumu, tarihi süreci, misyonu ve günümüze kadar gelen son durumlarıyla ilgili pek çok konu ayrıntılı olarak ele alınıyor.
Genel kabule göre kahvehanelerin açılış tarihi 1550’li yılların başı. Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı kişiler tarafından İstanbul Tahtakale’de açılan bu kahvehanelerin sayısı gitgide artarak elliye ulaşmış ve halk tarafından fazlasıyla ilgi görerek çok çabuk benimsenmiştir.
Tahtakale’nin hareketli yapısı da kahvehaneler için uygun bir ortam teşkil etmiştir. Bu mekânlarda kitaplar ve güzel yazılar okunur, çeşitli toplantılar düzenlenir, edebiyat ve şiirden söz edilirdi.
1574-1595 yılları arasında bu sayının daha da artarak altı yüze ulaştığını belirten Sökmen, iletişimin üretildiği mekânlar olarak belirgin bir kimlik kazanan kahvehanelerin içe dönük iletişimden dışa dönük iletişime geçişte çok önemli bir zemin teşkil ettiğini ifade ediyor.
Farklı katmanlardan meydana gelen insanlar tarafından kültürün üretildiği ve tüketildiği bu mekânlar o dönemde İstanbul’da çeşitli meslek ve sanat gruplarının en uğrak yerleri haline gelmiştir.
Sökmen bu çalışmasında Türk toplumunda önemli bir yere sahip olan şifahi kültürün yaşandığı, daha sonra farklı gruplara ayrılan bu kahvehanelerle (Esnaf, Yeniçeri, Tulumbacı, Aşık, Semai ve Meddah kahvehaneleri gibi)  karşılıklı kültür miraslarının yaşatıldığını ve korunduğunu söyleyerek önemli bir konunun da altını çizmiştir.


Birkaç örnek verecek olursak, gündelik hayatın en dar yaşama alanını meydana getiren mahallenin kendi içinde homojen bir kültürü barındırması ve bunu geliştirerek sürdürmesi mahalle kahvelerinin yaygınlaşmasıyla gerçekleşmiştir. Kökleri cami ile ilişkili bu mekânlar, mahallelinin sorunlarının dile getirilerek hep birlikte çözüm aranıldığı, hasta  olanların ihtiyaçlarının tesbit edilip gerekli yardımın sağlandığı yerler olarak da önemli bir misyonu üstlenmiştir.  Bu kahveler aracılığıyla mahalleli, sokak kültürünü tanıyarak şehir hayatına doğrudan katılabilme olanağı elde etmiştir.
Mahalle kahvelerinin gelişmesi ve çoğalmasının akabinde ortaya çıkan esnaf kahvehaneleri ise günlük işçi taleplerine cevap veren mekânlar olmuştur.
17.yüzyılın ortalarında kurulan ve tulumbacı kahvehanelerinin kökleri olan ve daha çok siyasetin konuşulduğu Yeniçeri kahvehaneleri İstanbul’un Boğaziçi ve kıyı bölgelerinde faaliyet göstermiş, okur-yazar oranının çok düşük olduğu dönemde buralar söylenti ve dedikodunun merkezi halini almıştır.
Âşık ve Semai kahvehaneleri ise çalgılı kahvehaneler olarak bilgi ve kültürün aktarıldığı toplumsal yapı içinde âşık tarzı hem halk edebiyatının hem de tekkeler yoluyla yayılan tasavvuf edebiyatının birleşimi ve yansımasıdır.
İstanbul’daki yaşama alanı gündelik hayatta mesken dini hayat için cami, tekke, havra, ticaret alanında çarşılarla sınırlı iken, kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla birlikte sosyal hayat da renklenmiş ve çeşitlenmiştir. Yalnızca bir şeyler içilip, satranç, dama, çeşitli kağıt oyunları oynanan yerler değil, siyasal ve edebî sohbetlere tanıklık eden yerler olmuştur. İstanbul’da kahvehanelerin bu derece çok olmasında, buranın asırlardır bir başkent vazifesi görmüş olmasının etkisi vardır.  Hep bir başkent ve metropol konumunda bulunan İstanbul’da kentin konumuna uygun olarak her dönemin kendi şartları ve olanaklarına göre hareketli ve renkli mekanları varolmuştur.

Kahvehanelerden Kıraathanelere

Kadim Doğu geleneğinde 1500’lü yılları “sohbet medeniyeti” olarak ifade eden tarihçiler, özellikle bu yıllardaki kahvehanelerin artmış olmasını böyle bir geleneğe bağlamakta ısrarlıdırlar.
Orta Asya’dan beri Türklerin sohbet geleneği kültür tarihi içerisinde çok büyük bir öneme sahiptir. Osmanlı döneminde zirve yapan önemini sürdüren bu gelenek günümüze kadar gelmiştir.
Bilgi ve kültürün sohbetle üretildiği geleneksel toplumlarda her ne kadar o dönemde pahalı ve ulaşılması zor olsa da yazılı kültür sözlü kültürden tamamen kopuk kalmamıştır. Mesela Mesnevi, Yunus Emre Divanı, Fuzuli Divanı, Taberi tarihi gibi edebiyat, tarih ve din konulu kitaplar kahvehanelerde okunmuş ve okur-yazar olmayan topluluklar tarafından dahi büyük bir heyecanla dinlenilmiş, 1553’den 1850’lere kadar uzanan devirde kahvehaneler farklı çevrelerden insanların biraraya geldiği yaşam alanı olarak kuşatıcılığını sürdürmüştür.
Daha sonra toplumsal değişim ve dönüşümlerle birlikte kahvehaneler de değişerek kıraathane ismini alır. Sökmen, çalışmasında kahvehanelerden kıraathanelere geçişte iki önemli etkenin rolünden söz eder: Süreli yayınların ortaya çıkışı ve Tanzimat sürecinde Batılılaşma etkisiyle yeni kurulan eğitim kurumları.
O dönemde kahvehaneler bütün dergi ve gazetelerin değerlendirildiği yerler olması bakımından büyük önem taşıyan merkezler haline gelir. Yazar, dünya tarihinden İslam tarihine kadar geniş konuların anlatıldığı ve konuşulduğu bu mekânların bazı tanınmış yazarların eğitimlerinde ne denli büyük rol oynadığını da onların kendi sözlerinden aktarıyor kitabına.
Adeta gayrıresmî eğitim kurumları haline gelen kahvehaneleri, “tembel yatağı” olarak eleştiren zümreye Sait Faik; “Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. Bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz tamamen muhtar üniversitelerin tavla şakırtıları arasında; gören bir göz, işiten bir kulak bir memleketin insanlarının nabzını tutabilir; o nabız hızlı mı atıyor, yavaş mı atıyor, yoksa ‘intermittance’mı var, doktor olmaya pek hacet kalmadan müşahadelerini yapar.” diyerek en sert cevabı vermiş ve bu mekânların eğitimdeki önemine işaret etmiştir.
İstanbul’da merkez olma özelliği taşıyan ve sivil toplum için büyük önemi olan bu kıraathaneler dört büyük semt olan Beyazıt, Babıali, Şehzadebaşı ve Beyoğlu’nda yer almış, kütüphane, yayıncılık, kitapçılık gibi yeni ortaya çıkacak olan kurumlara da evsahipliği yaparak işlevini kültürel açıdan gereği gibi yerine getirmiştir.

Mevcut literatürün bu konuda oldukça yetersiz olduğunu gözlemleyen Sökmen, eserin ortaya çıkmasında büyük ölçüde hatırat kitaplarından faydalanmış. Yazar bu konunun yalnızca geçmişe bir öykünme olarak değil, sosyalleşme alanı yaratan yerler olması bakımından büyük fonksiyonlar taşıdığının bilinmesini ve kültür tarihi olarak ele alınmasını istiyor. Bu yüzden bu çalışma büyük emek verilerek titizlikle hazırlanmış. Yer yer eski dönemi anımsatan siyah beyaz fotoğraflar ve yeni biçim özellikleri de kitaba ayrı bir renk, ayrı bir soluk katmış.

Şehir hayatı,  sunduğu yeni yaşam biçimiyle insan ilişkilerini zayıflatıp, samimiyetin ve sıcaklığın giderek kaybolmasına yol açıyor. Her geçen gün giderek artan internet ve televizyon üzerinden sağlanan paylaşımlar, eski dönem kahvehanelerindeki birlikteliklerde yaşanan o sıcak atmosferin yarattığı sinerjiyi oluşturamıyor ne yazık ki…
450 yıldan beri bu toplumun bağrında var olan kahvehane kültürünün bugün de cafe, vakıf, dernek vs. tarzındaki kültürel ortamlar oluşturan benzer örnekleri şehrin çeşitli yerlerinde mevcut bulunmaktadır.
Biz buradan hareketle sosyalleşmenin her zaman yaşanacağı, farklı ilgilerin, farklı bakış açılarının bir araya gelerek her zaman varolabileceği gerçeğini unutmamalıyız.
En başta da söylediğimiz gibi bu gerçeğin bizi bu mekânlardaki birliktelikler sayesinde sanat ve edebiyatta yeni yeni oluşumlara taşıyabileceği umudunu her zaman korumalıyız.

Çünkü asırlardır nüvemizde bu gerçeğin izlerini barındırıyoruz…
  
Semiha Kavak / Hece Dergisi
2012 Şubat


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder