30 Ekim 2014 Perşembe

DARÜSSAADE'DE GÜÇ MÜCADELESİ


“Bir kalemdir zaman; geçmişten günümüze uzanan, elden ele verilen sayfalar dolusu yazıp kelamı bitmiş gibi susan; geceyi kovalayıp gündüzü bekleyen ve o gün geldiğinde sırrını ifşâ edip mahremiyeti silen…”

XVII ve XVIII. yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin değişime uğrayıp, muvazenelerin bozulduğu, kaybedilen topraklarla birlikte devlet düzeninde farklı uygulamaların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde pek çok kişi husule gelen değişikliğin sebebi ve bunların nasıl değiştirilebileceğini ifade eden risâleler kaleme almıştır. Bu kişilerin içinde Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Kâtip Çelebi, Koçi beyi gibi müverrihler bulunmaktadır. Risâlelerdeki temel düşünce; devletin nizamı kanûn-ı kadime uyulmadığı için bozulduğu, eğer eski düzene dönülürse yeniden güçleneceği düşüncesidir.  

Risâle-i Teberdâriye ilk olarak 1976 yılında Cengiz Orhonlu tarafından “Derviş Abdullah’ın Bir Eseri” adlı makalesinde yayınlanmış ve tanıtılmış. Harem dünyası ile alakalı ilginç söylenceleri sebebiyle pek çok defa kitap ve dergilerde alıntılarla gönderme yapılmasına rağmen, eseri yayım dünyasına kazandıran Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde yüksek lisans tezi olarak hazırlayan Pınar Saka’dır. Eserde, bozulma düşüncesinin temeline darüssaade ağaları olan kara hadımlar yerleştirilmiş. Bu yüzden o dönemde yazılan hem harem ağalarıyla alakalı eserlerden hem de diğer risâlelerden bu farklı tutumuyla ayrılır.

Muhtemelen siyasi olan bir konu olmasına rağmen bu kitap Osmanlı tarihinin ilk ırkçı söylem içeren eseridir ve kara hadım ağaların tarih boyunca saray içinde yaptıkları kötülükleri ve entrikaları anlatmaktadır.

HAREM

Harem kelimesinin aslı Akadça “Örtmek, gizlemek, ayırmak, tecrid etmek” manalarındaki haram(um) kelimesinden gelir. Harem kavramı sanıldığının aksine sadece İslamiyetle örtüşmemektedir. Antik Yunan’da Ksefenon (MÖ.400 yıllarında) Oikonomikos’unda şöyle der: “… ideal hane yapısında kadınların dairesi sürgülü bir kapıyla erkeklerinkinden ayrılmıştır. Çünkü bu sayede evden çıkmaması gereken hiçbir şey çıkmaz ve cariyelerin doğurganlığı evin sahibi tarafından denetlenir.” Bu ifade bize Yunan toplumunda da harem ve cariye kavramının mevcut olduğunu göstermektedir. Tabii ki burada uygulama safhası konusu tartışılmamaktadır. Yine Sümer’de ve Doğu Roma’da da bu kavram kullanılmıştır. Fakat harem deyince akla gelen ilk devlet; Osmanlı Devleti’dir. Bunun nedeni Osmanlı Devleti’nin Ortaçağ’dan Yakınçağ’a kadar yaşamış büyük bir imparatorluk olması, padişahın yanında valide sultanın oynadığı rol ayrıca haremin başı kabul edilmesi, Müslüman harem hayatının yabancılar için bir muamma oluşu, bu kurum hakkında ya ütopik düşsel ya da kulaktan dolma söylentilerin oluşturulmasına ve yayılmasına neden olmuştur. Sonuçta doğruluğu araştırılmayan bu bilgiler, yabancı tüccar, seyyah hatta büyükelçilerin kalemiyle günümüze aktarılmıştır.

Sanıldığının ve söylenilenin aksine haremdeki her kadın evin sahibi erkeğe eşlik görevi yapmak zorunda değildir. Zaten Osmanlı Devleti’nde de poligami yaygın bir olgu değildi. Aynı çekirdek yapılanma Harem-i Hümayun içinde de geçerlidir. Harem-i Hümayun gelişimini Edirne Sarayı’na kadar götürebilmemize rağmen bu kurumun asıl teşkilatlanması Fatih Sultan Mehmed döneminde olmuştur.

Harem-i Hümayun’a getirilen cariyeler belirli bir eğitimden geçirilip yükselmektedir. Bu eğitim ise şöyledir; Müslüman adabını öğrenmek, okuma-yazma, dini bilgileri öğrenmek, yeteneğine göre musiki, biçki dikiş, nakış dersleri almak, sofra hizmetlerini öğrenmek vb. bu döneme “acemilik” denilmektedir. Acemilik dönemini bitirenler “kalfalık” dönemine geçer; en iyi kalfalar “usta” olur. Ancak işini en iyi yapan kalfalar imparatorluğun en güçlü ailesine hizmet edebilmekte ve ancak bunların içinden padişaha takdim edebilecek kızlar seçilip özel eğitime tabi tutulmaktadır.

Harem-i Hümayun’u paşa ve tebaa hareminden ayıran en büyük özelliği ise kapsam bakımından daha büyük, statü açısından daha kurumsal olmasıdır. Bu da haremin zaman zaman hanedan içi taht kavgalarına karışmasına, hatta haremde çalışan üst düzey görevlilerin üstünlük mücadelesine neden olmuştur. Harem’in yöneticisi valide sultan olmasına rağmen özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sarayda padişahın haremini korumak, harem için camiye tenini sağlamak, cariye, usta,  ikbal ve kadınefendilerin terfii ve cezalandırmalarını padişaha arz etmek, sultanların evlenmesinin vekilliğini yapmak, töreni ihara etmek hırka-i şeriflerde destimalleri vermek gibi görevleri bulunan kızlar ağasının nüfuzu altına girmiş kızlar ağası, devlet işlerine karışır hatta vezirleri azledebilir duruma gelmiştir. Öyle ki, Sultan I. Mustafa’nın tahttan çıkışı ve indiriliş meselesi ve Sultan II. Osman’ın katli meselesinde kızlar ağasının rolü olduğunu, fakat tarihçilerin gerçekleri kızlar ağasından korktukları için yazamadıklarını söyleyen müellif bulunmaktır. Aynı dönem içerisinden harem içinde bulunan ak ve kara hadım ağaların mücadeleleri de yadsınacak ölçüde değildir. Ayrıca bu ağaların saray içinde yaşanan nüfuz mücadelelerinde taraf tuttukları bilinen bir gerçektir. Kösem Sultan’ın devlet yönetiminde valide-i muazzama olarak devam eden rolünde özellikle ak hadım ağalar ve yeniçerilerin desteğini almıştır. Valide Hatice Sultan’ın tarafını tutan Darüssaade Ağalarının gece vakti hareme girmesinin yasaklanması da -her ne kadar dönem tarihçileri bunu IV. Mehmed’in yaptığını söylese de IV.Mehmed’in o dönemde küçük bir çocuk olduğunu göz önünde bulundurmak gerektiği düşünülmeli- onun Büyük Valide Sultanlığı zamanında olmuştur. Fakat Uzun Süleyman Ağa’nın Kösem Sultan’ı egale ederek güçlenmesi onun önce Valide Hatice Sultan ve çocuk yaştaki padişah üzerinde nüfuz sahibi yapmış ardından devlette otoritesini kurarak üç-beş ayda vezirleri değiştirmesini sağlamıştır. Bu durum ancak Köprülüler döneminde duraklamıştır.

I.Mahmud’un da Darüssaade Ağası Beşir Ağa’nın etkisinde kaldığı hakkında yazılan yazılarda şöyle bir olay aktarılmıştır; Darüssaade Ağası Beşir Ağa ile Avusturya Talman birbirlerine hediye göndermiştir. Beşir Ağa’nın Rus Savaşı’nda Avusturya’nın  desteğini almak veya Rusya ile birleşmesini engellemek amacıyla böyle davrandığı düşünülebilir fakat dönem kaynağına göre Avusturya, Beşir Ağa’yı kandırmış ve onları oyalarken askeri düzenlerini tamamlayıp, Osmanlı’ya saldırmıştır. Ayrıca Moskova’ya barış görüşmeleri için giden ve Avusturya elçisi Talman’ın arabuluculuk edeceği elçiler Talman’ın azledildiğini öne sürmesiyle Moskova’da biçare kalmışlardır. Bu arada Avusturya Niş Kalesini zaptetmiştir. Padişahla görüşmek isteyen El-Hac Mehmed Paşa ise Beşir Ağa tarafından padişahla görüştürülmeyerek, Edirne’de bekletildiğinden Mehmed Paşa’nın bu hareketi isyan olarak algılanıp azledilmesine neden olmuştur. I. Mahmud’un Beşir Ağa’ya olan güveni ise şu sözlerle tasdik edilmiştir: “Kızlar ağası olmasa benim saltanatım zail olur.”

Müellifler tarafından yazılanların ne tamamı doğru ne de tamamı yanlış denilebilmiştir. Bilinen ise özellikle XVII. Ve XVIII. yüzyıllarda darüssaade ağalarının gücüne güç kattığı, sarayda nüfuz mücadelesinden tutun da  yönetim erkini etkiledikleridir. İmparatorluktaki kargaşanın merkezdeki yanılsaması olan bu durum “Kadınlar Saltanatı” boyunca güçlenerek devam etmiş, fakat bir süre sonra dengelenmeye başlayarak, nihayet Tanzimat’la birlikte gücünü kaybetmeye başlamıştır. 1922 yılına gelindiğinde ise darüssaade ağaları tarih sahnesinden çekilmiştir.

SEMİHA KAVAK
HECE

İlgili linkler: 
http://www.f5haber.com/star/darussaade-de-guc-mucadelesi-haberi-2824778/

1 yorum:

  1. Tarihte aydınlatılması gereken çok nokta var.Yazı çok güzel ve yararlı olmuş Teşekkürler :))

    YanıtlaSil