“Bir kalemdir zaman; geçmişten günümüze uzanan,
elden ele verilen sayfalar dolusu yazıp kelamı bitmiş gibi susan; geceyi
kovalayıp gündüzü bekleyen ve o gün geldiğinde sırrını ifşâ edip mahremiyeti
silen…”
XVII ve XVIII.
yüzyıllar Osmanlı Devleti’nin değişime uğrayıp, muvazenelerin bozulduğu,
kaybedilen topraklarla birlikte devlet düzeninde farklı uygulamaların ortaya
çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde pek çok kişi husule gelen değişikliğin sebebi
ve bunların nasıl değiştirilebileceğini ifade eden risâleler kaleme almıştır.
Bu kişilerin içinde Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Kâtip Çelebi, Koçi beyi gibi müverrihler
bulunmaktadır. Risâlelerdeki temel düşünce; devletin nizamı kanûn-ı kadime
uyulmadığı için bozulduğu, eğer eski düzene dönülürse yeniden güçleneceği
düşüncesidir.
Risâle-i Teberdâriye
ilk olarak 1976 yılında Cengiz Orhonlu tarafından “Derviş Abdullah’ın Bir
Eseri” adlı makalesinde yayınlanmış ve tanıtılmış. Harem dünyası ile alakalı
ilginç söylenceleri sebebiyle pek çok defa kitap ve dergilerde alıntılarla
gönderme yapılmasına rağmen, eseri yayım dünyasına kazandıran Marmara
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde yüksek lisans tezi olarak
hazırlayan Pınar Saka’dır. Eserde, bozulma düşüncesinin temeline darüssaade
ağaları olan kara hadımlar yerleştirilmiş. Bu yüzden o dönemde yazılan hem
harem ağalarıyla alakalı eserlerden hem de diğer risâlelerden bu farklı tutumuyla
ayrılır.
Muhtemelen siyasi olan bir
konu olmasına rağmen bu kitap Osmanlı tarihinin ilk ırkçı söylem içeren eseridir ve kara
hadım ağaların tarih boyunca saray içinde yaptıkları kötülükleri ve entrikaları
anlatmaktadır.
HAREM
Harem kelimesinin aslı
Akadça “Örtmek, gizlemek, ayırmak, tecrid etmek” manalarındaki haram(um)
kelimesinden gelir. Harem kavramı sanıldığının aksine sadece İslamiyetle
örtüşmemektedir. Antik Yunan’da Ksefenon (MÖ.400 yıllarında) Oikonomikos’unda
şöyle der: “… ideal hane yapısında kadınların dairesi sürgülü bir kapıyla
erkeklerinkinden ayrılmıştır. Çünkü bu sayede evden çıkmaması gereken hiçbir
şey çıkmaz ve cariyelerin doğurganlığı evin sahibi tarafından denetlenir.” Bu
ifade bize Yunan toplumunda da harem ve cariye kavramının mevcut olduğunu
göstermektedir. Tabii ki burada uygulama safhası konusu tartışılmamaktadır.
Yine Sümer’de ve Doğu Roma’da da bu kavram kullanılmıştır. Fakat harem deyince
akla gelen ilk devlet; Osmanlı Devleti’dir. Bunun nedeni Osmanlı Devleti’nin
Ortaçağ’dan Yakınçağ’a kadar yaşamış büyük bir imparatorluk olması, padişahın
yanında valide sultanın oynadığı rol ayrıca haremin başı kabul edilmesi,
Müslüman harem hayatının yabancılar için bir muamma oluşu, bu kurum hakkında ya
ütopik düşsel ya da kulaktan dolma söylentilerin oluşturulmasına ve yayılmasına
neden olmuştur. Sonuçta doğruluğu araştırılmayan bu bilgiler, yabancı tüccar,
seyyah hatta büyükelçilerin kalemiyle günümüze aktarılmıştır.
Sanıldığının ve
söylenilenin aksine haremdeki her kadın evin sahibi erkeğe eşlik görevi yapmak
zorunda değildir. Zaten Osmanlı Devleti’nde de poligami yaygın bir olgu değildi.
Aynı çekirdek yapılanma Harem-i Hümayun içinde de geçerlidir. Harem-i Hümayun
gelişimini Edirne Sarayı’na kadar götürebilmemize rağmen bu kurumun asıl
teşkilatlanması Fatih Sultan Mehmed döneminde olmuştur.
Harem-i Hümayun’a
getirilen cariyeler belirli bir eğitimden geçirilip yükselmektedir. Bu eğitim
ise şöyledir; Müslüman adabını öğrenmek, okuma-yazma, dini bilgileri öğrenmek,
yeteneğine göre musiki, biçki dikiş, nakış dersleri almak, sofra hizmetlerini
öğrenmek vb. bu döneme “acemilik” denilmektedir. Acemilik dönemini bitirenler
“kalfalık” dönemine geçer; en iyi kalfalar “usta” olur. Ancak işini en iyi
yapan kalfalar imparatorluğun en güçlü ailesine hizmet edebilmekte ve ancak
bunların içinden padişaha takdim edebilecek kızlar seçilip özel eğitime tabi tutulmaktadır.
Harem-i Hümayun’u paşa
ve tebaa hareminden ayıran en büyük özelliği ise kapsam bakımından daha büyük,
statü açısından daha kurumsal olmasıdır. Bu da haremin zaman zaman hanedan içi
taht kavgalarına karışmasına, hatta haremde çalışan üst düzey görevlilerin
üstünlük mücadelesine neden olmuştur. Harem’in yöneticisi valide sultan olmasına
rağmen özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sarayda padişahın haremini
korumak, harem için camiye tenini sağlamak, cariye, usta, ikbal ve kadınefendilerin terfii ve
cezalandırmalarını padişaha arz etmek, sultanların evlenmesinin vekilliğini
yapmak, töreni ihara etmek hırka-i şeriflerde destimalleri vermek gibi
görevleri bulunan kızlar ağasının nüfuzu altına girmiş kızlar ağası, devlet
işlerine karışır hatta vezirleri azledebilir duruma gelmiştir. Öyle ki, Sultan
I. Mustafa’nın tahttan çıkışı ve indiriliş meselesi ve Sultan II. Osman’ın
katli meselesinde kızlar ağasının rolü olduğunu, fakat tarihçilerin gerçekleri
kızlar ağasından korktukları için yazamadıklarını söyleyen müellif bulunmaktır.
Aynı dönem içerisinden harem içinde bulunan ak ve kara hadım ağaların
mücadeleleri de yadsınacak ölçüde değildir. Ayrıca bu ağaların saray içinde
yaşanan nüfuz mücadelelerinde taraf tuttukları bilinen bir gerçektir. Kösem
Sultan’ın devlet yönetiminde valide-i muazzama olarak devam eden rolünde
özellikle ak hadım ağalar ve yeniçerilerin desteğini almıştır. Valide Hatice
Sultan’ın tarafını tutan Darüssaade Ağalarının gece vakti hareme girmesinin
yasaklanması da -her ne kadar dönem tarihçileri bunu IV. Mehmed’in yaptığını
söylese de IV.Mehmed’in o dönemde küçük bir çocuk olduğunu göz önünde bulundurmak
gerektiği düşünülmeli- onun Büyük Valide Sultanlığı zamanında olmuştur. Fakat
Uzun Süleyman Ağa’nın Kösem Sultan’ı egale ederek güçlenmesi onun önce Valide
Hatice Sultan ve çocuk yaştaki padişah üzerinde nüfuz sahibi yapmış ardından
devlette otoritesini kurarak üç-beş ayda vezirleri değiştirmesini sağlamıştır.
Bu durum ancak Köprülüler döneminde duraklamıştır.
I.Mahmud’un da
Darüssaade Ağası Beşir Ağa’nın etkisinde kaldığı hakkında yazılan yazılarda
şöyle bir olay aktarılmıştır; Darüssaade Ağası Beşir Ağa ile Avusturya Talman
birbirlerine hediye göndermiştir. Beşir Ağa’nın Rus Savaşı’nda
Avusturya’nın desteğini almak veya Rusya
ile birleşmesini engellemek amacıyla böyle davrandığı düşünülebilir fakat dönem
kaynağına göre Avusturya, Beşir Ağa’yı kandırmış ve onları oyalarken askeri
düzenlerini tamamlayıp, Osmanlı’ya saldırmıştır. Ayrıca Moskova’ya barış
görüşmeleri için giden ve Avusturya elçisi Talman’ın arabuluculuk edeceği
elçiler Talman’ın azledildiğini öne sürmesiyle Moskova’da biçare kalmışlardır.
Bu arada Avusturya Niş Kalesini zaptetmiştir. Padişahla görüşmek isteyen El-Hac
Mehmed Paşa ise Beşir Ağa tarafından padişahla görüştürülmeyerek, Edirne’de
bekletildiğinden Mehmed Paşa’nın bu hareketi isyan olarak algılanıp
azledilmesine neden olmuştur. I. Mahmud’un Beşir Ağa’ya olan güveni ise şu
sözlerle tasdik edilmiştir: “Kızlar ağası olmasa benim saltanatım zail olur.”
Müellifler tarafından
yazılanların ne tamamı doğru ne de tamamı yanlış denilebilmiştir. Bilinen ise
özellikle XVII. Ve XVIII. yüzyıllarda darüssaade ağalarının gücüne güç kattığı,
sarayda nüfuz mücadelesinden tutun da
yönetim erkini etkiledikleridir. İmparatorluktaki kargaşanın merkezdeki
yanılsaması olan bu durum “Kadınlar Saltanatı” boyunca güçlenerek devam etmiş,
fakat bir süre sonra dengelenmeye başlayarak, nihayet Tanzimat’la birlikte
gücünü kaybetmeye başlamıştır. 1922 yılına gelindiğinde ise darüssaade ağaları
tarih sahnesinden çekilmiştir.
SEMİHA
KAVAK
HECE
İlgili linkler:
http://www.f5haber.com/star/darussaade-de-guc-mucadelesi-haberi-2824778/
http://www.f5haber.com/star/darussaade-de-guc-mucadelesi-haberi-2824778/
Tarihte aydınlatılması gereken çok nokta var.Yazı çok güzel ve yararlı olmuş Teşekkürler :))
YanıtlaSil