‘SAĞ BAKIŞ’LA ’68 KUŞAĞI
Türk
siyasetindeki toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı Osmanlı'nın Tanzimat'la
hızlanan Batılılaşma hareketinin bir uzantısı şeklindedir. Model olarak Batı
demokrasi modelini kendine örnek alan Türkiye cumhuriyeti, süreç içinde
Batı'nın tüm kurumlarını aynen aktarma yoluna girmiş, bu süreç toplumsal
yapımızda da zaman zaman çalkantılara yol açmıştır. Batıdan aktarılan kurum ve
kuruluşlar Batılı tarzda yaşamı da içselleştirmiş, değişen toplumsal yaşamla
birlikte Batı'da yaşanan sorunların benzerleri de ülkemizde yaşanır hale
gelmiştir.
Türkiye'de
sivillleşme, demokratikleşme gibi olgular Batı tipi kurumların yerleşmeye
başlamasıyla söz konusu olmuştur. Bunların kurulma ve gelişmeleri
demokrasimizin ikinci evresi kabul edilen çok partili döneme geçmemizle birlikte
ortaya çıkmıştır. Siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri, üniversiteler
ile benzeri birçok kurum ve kuruluş bu dönemle birlikte kurulmaya
başlamışlardır. Bunların sistem içinde kökleşmesiyle birlikte de Batı'da
bunların varlıklarıyla ortaya çıkan sorunlar ülkemizde de görülmeye
başlamıştır.
Türkiye'de
çeşitli sosyal çalkantılar sistemin çoğulcu yapılanma içine girdiği dönemlerden
itibaren gitgide kronik hale gelir. Yakın dönemi etkileyen sosyal/toplumsal
hareketlerin en önemlileri siyasal, sendikal ve öğrenci hareketleridir. Bu
hareketler 68 kuşağı denilen kuşağın kontrolünde gelişmiştir.
Türkiye'de
68 kuşağı olarak anılan aralarında Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim
Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil gibi solcu/devrimci
isimlerin liderliğinde oluşturulan hareket o gün bugün Türk siyasetini
etkilemiştir.
İHTİLAL,
İHTİRAS VE İDEAL
Erol
Kılınç “İhtilal, İhtiras ve İdeal 68 Kuşağı Hakkında” adlı eserinde 68 kuşağını
“karşı mahalle”den inceleyen dönemin şahidi bir ülkücü. 300 sayfayı aşkın
kitabında dönem üzerinden çeşitleme yapmış. Kitabında 68 kuşağını doğuran
koşulları ele aldığı gibi yer yer hatıralara değiniyor. 6 bölümden oluşan
eserinin giriş bölümünde Kılınç, kitabın yazılış amacının bir dönemi incelemenin
ötesinde o döneme gelişin ayak izlerini irdelemek olduğunu belirtiyor.
”Maksadım hatıralarımı anlatmak değil; asıl anlatmak istediğim, bu tartışma
ortamını 1968’e geldiğimizde kaybettiğimizdir. Ne oldu da birbirimizden ayrı
kutuplarda saf tutup, birbirimize karşı tahammülsüz olduk ve düşman kesildik.
Bunun sebebi gerçekten taşıdığımız fikirler miydi, yoksa başka etkenler mi bizi
bu hale getirmişti?”
Ancak
daha kitabının ilk sayfasında 68 kuşağının bir utanç vesilesi olduğu yargısında
bulunuyor; ”Bir 1968 kuşağı lafıdır gidiyor; efsane üslûbunda takdim edilmiş
bir takım eylemler, destan özlemi çeken gençleri cezbediyor. Konu hakkında
yüzeysel bilgi sahibi olanlar, çoğu 1968 kuşağı içinde yer almış gazeteci
takımının sanki iftihar vesilesiymiş gibi kulaklarına üfürdüğü bu dönemdeki
hareketlerini, mahiyetini tam da anlamadan alkışlamaktalar. Görülüyor ki,
propaganda, efsunlu bir şey; siyahı beyaz gösterebiliyor, utanılacak şeyleri
övünç gibi sunabiliyor.”
68
kuşağı diye bilinen ve siyasi-toplumsal yakın dönemimizi etkileyen öğrenci
hareketi Türkiye’yi 1980 ihtilaline götüren bir dönemin taşıyıcısı kabul
edilebilir. Ülke adım adım buradan beslenen eylemler, tartışmalar neticesinde
bir çatışma ortamının içine girdi ve darbe toplumun ”Artık buna bir çare
bulunmalı” dendiği bir ortamda gerçekleşti.
Darbenin
hemen ardından Demirel’in “Nasıl oluyor da 11 eylülde akan kan 12 eylülde
birden kesiliyor?” şeklinde yönelttiği sorudan da anlaşılabileceği gibi
karanlık bir el 1960 ihtilalinden yeni çıkmış, demokrasiyi yeniden inşa etmeye
çalışan ülkeyi tekrar kaos ortamına sürükleyerek askerlere teslim etmiş,
yaşanan büyük mağduriyetler ve acılarla birlikte demokrasimiz önemli bir
kesintiye uğratılmıştı.
Kılınç,
kitabında 1980 askeri darbesine gelininceye kadar ortaya çıkan olayların dış
kaynaklı olduğuna dikkat çekmenin ötesinde 68 kuşağıyla sosyalist Sovyetlerin
yayılmacı ve totaliter yüzünün örtüldüğünü, onların Sovyet propaganda
yöntemlerinin kurbanları olduğunu ima etmekte. ”Dünya ve Türkiye, 1968 Kuşağı
denilen kuklaların oynadığı cambazlıklara bakıyor, kulaklar bunların
gürültüsüyle doluyor.”
1960’lı
yıllar Türkiye’nin siyaseten en çalkantılı ve en acılı dönemlerinden biri
olduğu kadar muhafazakar siyasete de en büyük darbeyi indirmiş, böylece solun
filizlenmesine de ortam hazırlamıştır. Halkın büyük teveccühüyle iş başına
getirilmiş Menderes iktidarı sudan bahanelerle iktidardan alaşağı edilmiş ve
”Sizi buraya getiren güç böyle istiyor.”nidaları arasında seçimle gelmiş bir
başbakan ve iki önemli bakanı idam ediliyordu. Meclisin feshi, demokrasinin
askıya alınması binlerce insanın gözaltına alınması, milletvekillerinin
tutuklanarak idamla yargılanması, görevden el çektirmeler, cezalandırmalar,
çeşitli psikolojik baskılar ve mağduriyetle muhafazakar bir kitle yeniden
sistem dışına itiliyordu.
Menderes,
Zorlu ve Polatkan’ın asılmasının asıl nedenlerinden birinin, DP iktidarının ABD
karşısında yeni bir siyaset dengelemesine giderek Sovyetlere yanaşmak ve onunla
işbirliğini geliştirmek istemesi
kaynaklı olmasına rağmen kamuoyunda iktidarın ülkeyi her şeyiyle ABD’ye
teslim ettiği, bunun için dini de siyasete alet ederek böylece halkın desteğini aldığını, sonuçta
dindar görüntülü, sağ bir iktidar olan DP’nin ülkeyi ABD’nin payandası haline
getirdiği algısı yaratılmış ve böylece askeri bir darbeyle(sözde) ülke bu
tehlikeden kurtarılmıştı. Menderes’in; bir Nato yükümlülüğü olmasına rağmen
Kore’ye Türk askeri göndermiş olması da onu ABD payandası olarak sunmaya
yarayan önemli bir gösterge gibiydi.
İşte
bu algılar üzerinden yapılan darbenin ardından ülkeyi yeniden demokrasiye
geçirmek için yapılan çalışmalarda çağdaş/demokratik bir anayasayla ülkenin
yaralarını onaracağı ve yaratılacak özgür ortamda toplumun daha kolay
gelişeceği öne sürülerek 1961 anayasası meydana getirildi. Kimilerinin ”geniş
elbise” dediği bu yeni anayasa muhafazakar kadroların askeri darbeyle
dağıtılmasıyla tamamen Batı’ya ayarlı sol kadroların her yere rahatça
yerleşmesini ve etkinlik kurmasını sağladı. Artık üniversitelerden, askeriyeye
kadar her kesimde sol örgütlenme kendini hissettirmeye başlamıştı.
Bunun
yanısıra Sosyalist Sovyetler de ideolojisinin yaygınlaşması için dünya üzerinde
yoğun bir propaganda yapıyor ve adeta Sovyetler’i bir cennet göstermeye
çalışıyordu. Bir yandan da kendi bloğu içinde bulunan devletlerde farklı ses
çıkmasını engelliyor, böylece hem askeri güç, hem de propaganda gücüyle dünyayı
etkiliyordu.
Kılınç,
kitabında 1968 kuşağını Sovyetlerin bu politikalarının etkilediğini öne
sürmekte. Macaristan’ı tanklarıyla ezen Sovyetlerin, Çekoslovakya’yı da sudan
bahanelerle işgal etmesinin Türkiye’yi olumsuz etkilememesi için sol gençliğin
devreye sokulduğunu, böylece dikkatlerin başka yöne dağıtıldığını iddia eder.
”Bizdeki 1968 efsanesinin kahramanları, Çekoslovakya’nın ‘Prag baharı’ denilen
uygulamalarının etraftaki SSCB kontrolü altındaki ülkelere kötü örnek olmasından
büyük rahatsızlık duyan Komünist Rus yönetiminin işlediği açık cinayetleri
perdelemeyi ve hatta Sovyetleri desteklemeyi kendi solculuk şereflerinin bir
gereği sayanlardır. 1968 haziranından itibaren -bu tarihe özellikle dikkat
edilsin- Batı Almanya’da, Fransa’da ve Türkiye’de geniş çaplı gençlik
hareketleri ile hürriyet ve kalkınma taleplerini, anti-emperyalist ve
anti-Amerikancı-Nato aleyhtarı eylemlerle gölgelemeye çalıştı ve Dünya
kamuoyunun dikkatlerini Çekoslovakya ve Dubçek hadisesi üzerinden başka
noktalara doğru çekti."
Kitabın
2.bölümünde Dünya’da 1968 yılında yaşanan manzaraya dikkat çeken Kılınç, aynı
zaman dilimi içerisinde ABD ve Batı’da meydana gelen öğrenci hareketlerine,
çeşitli eylemlere örnekler veriyor. ABD
ve Fransa’daki büyük öğrenci eylemlerinin yanısıra Japonya, İngiltere,
İspanya, İtalya, Almanya gibi ülkelerde meydana gelen öğrenci olaylarının
hareket noktalarını ele alıyor. Bu örneklerde de görüleceği gibi tüm eylemlerin
hedefi Batı dünyasıdır ve temelinde Kore ve Vietnam savaşı karşıtlığı ile bazı
özgürlük talepleri vardır. ”Bu özetten anlaşılıyor ki, Mayıs ortalarına
gelinceye kadar ABD, İngiltere başta olmak üzere kapitalist hür dünya
üniversitelerinde öğrenci eylemleri oluyor, fakat bunlar ağırlıklı olarak
ABD’de askere gidip de Vietnam’da ‘boş yere’ ölmek ve sakatlanmak istemeyen
savaş karşıtları tarafından yapılıyor veya İtalya ve İspanya’da olduğu gibi,
Vietnam savaşının reddi yanında garnitür kabilinden üniversiteyle ilgili bazı
talepler öne sürülüyordu.”
Kılınç’a
göre bütün bu eylemlerin beslendiği kaynaklar Sovyetlerin sosyalist
ideolojisiydi ve Sovyetler Macaristan’ın ardından, Çekoslavakyayı’da işgal
ettiğinde dünya kamuoyunda karşı karşıya kalacağı kötü imajı yıkmak için bu
eylemler bir örtü niteliği taşımaktaydı. Dünyanın çoğu yerinde ve Türkiye’deki
gençlik hareketlerinin temelinde bu vardı. SSCB, Türkiye’de olduğu gibi Batıda’da başka grupları
hareketlendirmişti. ”Almanya’da Baeder Meinhof çetesi, İtalya’da Kızıl Tugaylar
ve Fransa’da Kızıl Deny, Türkiye’de de Dev-genç ve Deniz Gezmiş başta olmak
üzere solun pek çok fraksiyonu ve militanı Sovyetler Birliği’nin estirdiği bu
propaganda dalgasının etkisiyle veya Filistin kamplarında yetiştirilerek ülkeye
sokulan piyonların devreye girmesiyle eylemlere giriştiler.”
Kılınç,
TİP’in bölünmesinin Sovyetlerin Çekoslavakya’yı işgaliyle ilintili olduğunu
belirtiyor ve TİP genel başkanı M.Ali Aybar’ın ”Büyük sosyalist devletlerin
sosyalizmin menfaatlerini korumak adına da olsa küçük sosyalist devletlerin
içişlerine karışmaları kabul edilemez“ şeklindeki ifadelerine atıfta bulunarak
Aybar’ın açıkça işgale karşı çıkmasını bölünme nedeninin gerekçesi olarak
görüyor. Daha da ötesi, Aybar’ın önce parti genel başkanlığından sonra da parti
üyeliğinden ayrılmaya itilmesinin asıl amacının o günlerde solun merkezi
durumunda olan TİP’in parçalanarak meydanın Sovyetler Birliği’nden yana bir
partiyle, solcu öğrenci gençlere bırakılması olduğunu belirtiyor. ”Aybar, o
günden sonra Türk kamuoyunda unutturuldu. Demek ki uşak olmayı reddederek Türkiye
için bir sosyalizm düşünüyor olması, uşak zihniyetli solcularımızın hesabına
uymuyordu!..”
Kılınç’a
göre ”Türkiye, sol ve sosyalist hareketlerin gelişmesine müsait bir ülke ve
toplum yapısına sahip değildir”, “Buna rağmen bu hareketlerin hem Sovyetler hem
Batı tarafından desteklenmesinin, beslenmesinin asıl amacı Türkiye’yi
parçalamaktır. Asıl hedef ise İstanbul ile boğazların ele geçirilmesidir.”
1968
Kuşağını etkileyen ve ABD-Batı aleyhtarlığına iten dış etkenlerin yanısıra
önemli iç etkenler de var. Bunların ana nedenlerinden biri de Kıbrıs’ta,
Rumların Türklere uyguladığı katliamlara karşı ABD’nin Türkiye’ye karşı
takındığı olumsuz tutumun toplumsal etkileridir. Kendilerine karşı her gün
artan şiddet ve zulme karşılık Türkiye’den medet uman Kıbrıslı Türkler bir
türlü Türkiye’den istediği desteği alamazlar. ”23 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta 3
Türk EOKACI’lar tarafından şehit edilir. Nihayet Türk jetleri Kıbrıs üzerinde
uçtular. Rumlara karşı ilk uyarı yapıldı. Başbakan İnönü, TBMM’de konuştu.
Kanun nizami haricinde bir muamele ve tecavüz yapmak isteyenlere karşı
kuvvetlerimiz, irademiz sarsılmaz bir surette tesir gösterecektir.” İnönü’nün
Kıbrıs’a müdahale sinyali vermesinin ardından ABD Başkanı Johnson İnönü’ye bir
mektup yazar ve adeta açık bir tehditle Türkiye’nin böyle bir şeye
girişmemesini ister. Bunun üzerine İnönü
yumuşak bir üslûpla cevap verir ve ABD’ye gidip görüşme talebini mektubunda
dile getirir.” “Sonradan-1966 yılında-açıklanan bu mektubun metni o günlerde
kamuoyunda malum değildi. Ama içeriğindeki bu hesap verici ve alttan alıcı
üslup ve tutum herkesin tahmin ettiğinden farklı değildi ve son derece
haysiyetimize dokunuyordu” Ancak bu durum toplumu da alabildiğine geriyor,
zaten ABD ye karşı çıkan sol gençliğin
halkta taban bulma arayışlarını kolaylaştırıyordu. Yurdun bazı bölümlerinde ABD
karşıtı eylemler yapılıyordu.” Bunlar genellikle Ankara, İstanbul, İzmir ve
diğer şehirlerde yapılıyordu. Kıbrıs hakkında ve Amerika aleyhinde nutuklar,
sloganlar atılıyordu. Johnson’un maketleri yakılıyordu..”
Yaşadığı
dış sorunlar nedeniyle ABD’den gerekli
desteği göremeyen Türkiye içte de önemli siyasi sorunlarla karşı karşıya
kalıyordu. Kılınç kitabında bu sorunlara kronolojik olarak değinmekte.
(syf.88-108) Kıbrıs’ta yaşananlar ve iç siyasette yaşananlar Türkiye’yi hızlı
bir şekilde kaosa sürüklüyordu. 1965’li yıllara gelindiğinde, sağ partiler
yeniden iktidara taşınıyor ve bu durum ise ABD aleyhtarı sol gençliğin
tepkisini büyütüyordu. Artık eylemlerin boyutu iktidarı destekleyen halk
kitleleriyle, ona karşı olan sol çevrelerin dayanışmasına dönüşüyordu. Solun
bilhassa üniversite çevresini etki altına alıp üniversiteleri kurtarılmış bölge
haline çevirmek istemesine tepkiler oluşuyor bu kez de milliyetçi-mukaddesatçı
çevreler de bunlara karşı örgütlenmeye başlamıştı. İşte bu örgütlenmelerin ilki
ülkücü örgütlenme oldu. Hareketin siyasi lideri Türkeş’in talimatlarıyla
ülkücüler hızla örgütlenmeye başladılar. Böylece üniversitelerde sol-sağ
çatışmaları da başlamış oldu. Üniversite olaylarında ilk ülkücü kurban ise,
Ruhi Kılıçkıran oldu. Kılıçkıran 4 ocak 1968’de vurularak öldürüldü. Böylece
Türkiye her günü yeni durumlara gebe bir olaylar zincirinin içerisine
sürüklendi. Gün geçmiyordu ki silahlar konuşmasın, yaralamalar, kavgalar,
baskınlar, kuşatmalar, işgaller yaşanmasın. Bu atmosferde ABD 6.Filosunun 17
temmuz 1968’de Türkiye’ye gelmesi ise olayların büyümesine yol açtı. Yapılan
gösterilerde yaralananlar oldu.
11
Şubat 1969’da Beyazıt kulesine Kızıl bayrağın çekilmesiyle toplumsal gerginlik
hızla tırmandı. 6.Filonun aynı tarihte yeniden Türkiye’ye gelmesi ise
gerginliği tetikledi ve 6.Filoya karşı
yapılan çeşitli eylemlerin boyutları daha da genişledi. Dini grupların da
çatışmalara katılmasıyla meydana gelen gösterilerde 2 kişi öldü.
Artık
bundan sonra olaylar dur durak bilmeyen bir mecraya doğru sürüklendi. Kılınç
kitabının 108. Sayfasından 165.sayfasına kadar 1967 yılından, 1973 yılına kadar
gelişen konuları gün be gün özetlemekte. Türkiye'deki sol gençlik hareketinin, idamlar
ve Kızıldere’deki ölümlerle gelişen ve Türkiye’yi bir darbeye götüren
yolun tamamen Sovyetlerin planlamasıyla
geliştiğini öne süren Kılınç, 68
kuşağıyla ilgili sonuç olarak şu yargıyı yürütür:
“Sovyet
Rusya’nın asıl amacı, özellikle Çekoslovakya olaylarını; bilhassa Ağustos
ayında gerçekleştirilecek olan Kızılordu’nun Prag’ı işgalini perdelemekti..
İkinci
bir amaç ise, Türkiye, Batı Almanya, Yunanistan, Kıbrıs, Afganistan gibi sol ve
sosyalist cereyanların kuvvetli etkisi altında bulunan ülkelerdeki yandaşlarının
Çekoslovakya hadiselerinden dolayı SSCB karşıtı bir pozisyon almalarına fırsat
vermemek; bu müdahale ve askeri işgal hareketinin, ’küçük yaramaz sosyalist bir
ülkenin, sosyalizmin yüksek çıkarları uğruna terbiye edilip hizaya sokulması’
şeklinde anlaşılmasını sağlamaktır.”
“Türkiye’de
68 kuşağını teşkil eden lider kadrosundakilerin önemli bir kısmı, sırf bu
olayları çıkarsınlar, karmaşa ve terör yaratsınlar diye yetiştirilmişlerdi.”
Kitabın
4.bölümünde askeriye içerisindeki sol yapılanma ve cuntacılar ele alınıyor. Bu
doğrultuda gelişen olaylarda ülkücüler olarak nasıl tavır aldıklarını, siyasi
lider Türkeş’in kendilerine tavsiyelerine, siyasi açıklamalarına yer verir. Bu
bölümde yine bir gençlik örgütü olarak ortaya çıkan islamcı bazı gruplarla ilgili
ilginç tespitlerde bulunur. ”Ülkücüler
her tarafta ülkü ocakları açmaya başladılar, bu gençler ’Türklük şuuru
ve gururu, İslam ahlak ve faziletini’ slogan olarak her yerde dile getirmeleri
yüzünden de millet nezdinde çok büyük bir hüsnü kabul görüyorlar, komünistlerin
yarattığı ve hükümetlerin aciz gösterdiği devrimci gençliğin işgal, boykot vb.
olaylarını ve komünizm propagandalarını durdurmalarından dolayı ülkücüleri
bağrına basıyorlardı...
İşte
tam bu sırada bir fitne hareketi başladı: ‘Önce Türk müsün, Müslüman
mısın?’, ‘İslamda milliyetçilik yoktur’,
‘Komandolar komünistlerden daha tehlikelidir.’ ‘Ülkücüler dinsizdir’.
Bu
sloganlarla ülkücülere karşı ahaliyi kışkırtıyorlardı. Bu grupları ‘Akıncılar’
adı altında Erbakan’ın “Milli Görüşçü” hareketi etrafında teşkilatlandırdılar.”
“Ülkücülere
hem iktidardan, hem ana muhalefetten, hem devrimci militan ve basından ve hem
de bu ‘müslüman’ kardeşlerimizden saldırılar sürüp gitti. Erbakan ‘Onlar bizim
namaz kılmayan kardeşlerimizdir’ demesine rağmen, ülkücüler hakkında tek müspet
laf etmemiştir.”
Kılınç
bu konulara burada neden yer verdi bilemiyoruz. Erbakan’ın o sözü nerede, ne
zaman söylediğiyle ilgili bir dipnot sunsaydı hiç olmazsa! Ayrıca 1976 yılında
kurulan Akıncılar teşkilatının M.N.P ile bağlantılı değil M.S.P ile
bağlantılı,onun gayri resmi uzantısı bir gençlik örgütü olduğunu belirtmekte
yarar var.
Kılınç
kitabının 5. Bölümünü ise Ülkücülere ayırmış. Ülkücülerin partisi durumunda
olan MHP’nin kurulması, ülkücülerin örgütlenmesi, siyasi lider Türkeş’in
ülkücülere katkıları, Necip Fazıl’la buluşmaları ve N.Fazıl’ın “Birlikte darbe
yapalım” teklifini reddi, ülkücü gençlerin yetiştirilmesi, mücadeleleri ve
amaçları gibi konuları ele alıyor.
Kitabın
son bölümü olan Ekler bölümünde Türkeş’in kitapta geçen konularla ilgili
bazı konuşmalarının tam metni, ülkücü
liderlerin ülkenin geleceğine yönelik yetkililere yazdıkları mektuplarla ilgili
bölümlere yer verilmiş.
315
sayfadan oluşan bu kitap bir döneme ülkücü gözüyle bakış olarak okunması önemli
görülebilecek eserler arasında. Bu alanda eser çeşitliliğinin az oluşu dikkate
alındığında o dönemi yaşayanların kendi görüşlerini de bu gibi kalıcı eser
haline getirmeleri de oldukça önem taşıyor.
Semiha KAVAK
Edebistan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder