28 Ağustos 2014 Perşembe

EN YÜKSEK TUTKU


“İman bir şeydir ki insan onunla yaşar.”
Tolstoy, bu sözüyle imanın insanın yeryüzündeki hayat serüveninde en önemli sermaye olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Zira insanlığın değerlerinin hepsi bu esas üzerine kurulu olup, hepsinin tamamlayıcısıdır.
Birey ve toplum arasındaki dengeyi sağlayan, insanın bütün ahlakî ilkelerinin alt yapısını oluşturan, tamamlayan en önemli unsur Allah’a olan bağlılığı ve inancıdır. Fakat bu esas yalnızca ahlakî bir kategori değildir, gerçekte, ilk önce idrak ile; yani bilgiyle, önermelerinin doğruluğuyla ilgili bir kategoridir.
Gazali’nin imanı “bütün diğer verileri ve gerçekleri doğru bir şekilde anlaşılmalarına uygun ve bunun için gerekli çerçeveye yerleştiren bir görüş” olarak yorumladığını görüyoruz ki emniyet (güvenlik) kökünden türeyen bu terim, kapsadığı önermelerin gerçekten doğru ve doğruluklarının akılla teyid edildiği (anlaşıldığı, kabul edildiği) mânâsına gelir. İçeriğinin yapısı mantığın ve bilginin, metafiziğin, ahlâkın ve estetiğin ilkesi olduğu için insanın içinde her şeyi aydınlatan bir ışık gibidir.
Akletmenin ilk ilkesi olan bu esas, evrenin de akılcı bir yolla yorumlanmasının temelini teşkil eder.  Aklın temel ilkesi ayniyet olduğundan gayrıaklî ya da kendi içinde çelişkili olamaz. Onu inkâr etmek insanı makullükten uzaklaştırır.
Kalp ile tasdik ediş mutlaklık ister, mutlak bir tasdiktir. Allah’tan gelen bilgiyi bütünüyle  şeksiz şüphesiz kabul etmektir. Kendi varlığını varlığın hakikati ile bağlayan bir intisaptır. İman sahibi kul kendini Allah’ın eseri olarak görür. Kendini O’na bağlamakla eşya ve hadiselerin tahrip ediciliğinden kurtulurken böylelikle de kendi varlığını en sağlam zemine  oturtmuş olur.
“İman bir izân ve yakîndir ki sahibini zihnen, aklen, kalben ve ruhen gerçek bilginin kaynağına götürüp hakikatle karşı karşıya getirir.” İman ve yakîn eş anlamlı terimlerdir. Yakîn, kesinliğe ulaşmış, teori ve pratikte kendisinde hiçbir şüphe kalmamış olan, hiçbir şüphe ve kuşkuya yer vermeyen, sağlam, güvenilir gibi mânâları kucaklar. “Yakîn öncesinde kişi gerçeği inkâr edebilir ya da soruşturabilir.  Ama yakîn gerçekleştiği zaman hakikat, duyumsal kanıt kadar sabit ve ikna edicidir. (Kur’an 102:5-7)
Kuşkusuz bu hakikat bir bütündür ve İslam amentüsünün içeriği; ihtimal, tahmin, belirsizlik şüphesinden mutlak şekilde bağımsız olarak “inanmaktır.” İnanmaksa bir karar, bir hareket, doğruluğunun bilinmediği bir şeyi kabul etme olmayıp, hakikatin gerçekliğiyle birebir karşılaşıldığında, yüzyüze gelindiğinde, kesin bir biçimde ikna eden, insanın kalbiyle bağlantılı olan bir şeydir.
Kierkegaard, imanı kişinin kendisi olarak ve kendisi olmayı isteyerek kendini saydam bir biçimde tanrıya adaması, kişideki en yüksek tutku olarak tanımlamıştır. Tanrı’yı insandan bütünüyle ayrı bir varlık olarak gören Kierkegaard, Tanrı ile insan arasında yalnızca imanla doldurulabilecek bir boşluk olduğunu ileri sürer. Hayata karşı estetik ve etik tepkilere ağırlık vermekle birlikte, bunların insanı kaygı ve umutsuzluktan kurtarmadığını, insanın Tanrı ile kuracağı ilişkinin önemini vurgular.
İman, bireysel ve toplumsal barışın güvencesi olarak, bireyin kendi kendisiyle bir iç tutarlılığa sahip olmasını ve aynı tutarlılığın aile ve toplum yaşantısında da sürdürülmesini ister. Böylesine güvenli tedbirler üzerine kurulu bir dinin ismi de bu esasın ifade ettiği etimolojik anlamla çelişmemelidir. Terim olarak imanla özdeş olan hem de dinin adı olan İslam bu anlamına uygun olup, inananların güvenliğe, iç dünyası ile barışa ulaşmalarını sağlayarak gereği gibi bir toplum oluşturmalarını tavsiye eder.
Bu sebeple İslam dininin muhatabı olan mümin, “emin” olunan kişidir. Bu yönüyle iman “doktrin ve pratikte bir güven arayışı”dır. Çünkü o her şeyden önce Allah’ın sözüne olan sarsılmaz güveni içerir ki böylesine sıkı bir güven üzerine oturtulduğunda,  tamamen bütünleştirici bir işleve sahip olur. İman sahibi olan kararlı, tutarlı ve güvenilir oluşuyla özelde toplumsal, genelde kozmik güvenin de temel dinamiğidir.
Amentünün doğru anlaşımı insanî potansiyelimizin bilinmesi, tanınması anlamına gelir. Kararsızlık, belirsizlik, istikrarsızlık Kuran’ın belirlediği imanın unsurları arasında yer almaz, tamamen şeffaflık ve kesinlik ister. Zaten şüpheden arınmamışsa parçalanarak yok olur ve bütünleştirici de olmaz. Hiçbir olumsuz çağrışımı söz konusu olmadığından kesindir, çünkü hakikatin objektif bir kabulüne dayanır. Mutlak bilgiye dayalı olmayan iman hiçbir işe yaramaz, bu sebeple iman hayatının öngördüğü toplumsal davranış modelleri dogmatik değildir. Özünde sorgulayıcı bir analoji mantığı ve entelektüel girişim yer aldığından, öngördüğü toplum kapalı ve dinsel baskıcılığa açık bir toplum değildir.
Gerçekte din köleliğe ve adaletsizliğe izin vermez. İman ve özgürlük arasında derin bir ahenk ve samimi bir bağ bulunur. Zaten bütün dinlerin temel emirleri özgürlükle bağdaşıktır. Bu nedenle iman ve özgürlük arasındaki bağ aslolan/olması gereken bir bağdır. İnsan, sahip olduğu iman ölçüsünde kendini özgür hissederek, iç huzur ve dengesini korur.
Semiha KAVAK 
Edebistan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder