Dinin,
bilimin ve felsefenin ilk sorusu olarak karşımıza çıkar bu soru. Bu nedenle,
her düşünce kendisini bir başlangıç hikâyesiyle şekillendirir. 'Başlangıçta ne
vardı?' sorusuna verilen cevaplar, ilerleyen her sorunsala karşı yürütülen
düşüncelerin de kaynağı olur. Kimi felsefi ekollerin tanrılık vasfı yükleyerek
ilkil (primary) erk olarak karşımıza çıkardığı insan tekili, varoluş üzerine
şekillenen her bir düşünce mecrasının da etkin merkezine oturur. İşte burada
insan tekilinin bölünmüşlüğü üzerine var edilmek istenen evren kadına ve erkeğe
ayrı ayrı alanlar, sayfalar açar. Erkek, ilkil görülür ve dişil olan sadece
erkeğin gücünü devam ettirmenin bir ara safhası kabul edilir. Dişil olan aynı
zamanda tüm evrende de aynı konuma yerleştirilir. Evren'le biyolojik bir
mücadele içerisine giren, sokulan insandan, sürekli olarak erkeğin öncüllüğü
üretilir. İnsan dendiğinde var edici güç, erkek olarak betimlenir.
İncil'de,
Tanrı'nın erkek olduğunu ima eden vurguların yer alması Batı düşüncesinin
bilinç altını besler. Tanrı'dan bahsedilen iki yüze yakın yerde eril terimler
kullanılmakta. İsa Mesih, Tanrı’dan söz etmek için sadece Müjdeler’de yaklaşık
160 kere “Baba” sözcüğünü kullanır.
Kimi
kutsal metinlerin yanısıra bazı antropomorfistler de Tanrı'yı erkek olarak ele
alırlar. Yunan mitolojisi tarihin başlangıcında kadınları yok sayar, toplumda
sadece erkeklere yer ayırır. Kadını erkek edimleriyle ilintilendirir ve bunu
Tanrısallaştırır.
Prometheus’un
tanrıdan gizlice ateşi çalıp insanlara vermesine çok kızan baş tanrı Zeus,
erkekleri, toplumu cezalandırmak ister ve bunun için kadını yaratmaya karar
verir. Bu yaratma esnasında da her bir tanrıçadan değişik özellikleri alıp
yarattığı kadına yükler. Zeus’un yarattığı bu ilk kadın Pandora’dır. Zeus
Pandora’yı dünyaya gönderirken ona bir kutu armağan eder ve bu kutuyu
kesinlikle açmamasını söyler. Ancak Pandora merakına yenik düşer ve bu kutuyu
açar. Kutunun içindeki tüm kötülükler, hastalıklar, keder, korku vs. dünyaya
yayılmaya başlar. Pandora bunu fark eder ve hemen kutunun ağzını kapatır. Ancak
kutunun içindeki bütün kötülükler dışarı çıkmıştır, kutuda kalan tek şey ise
ümittir. Erkek-kadın-ümit hemen hemen tüm Yunan mitolojilerinde kendini bu
haliyle gösterir.
Yunan
mitolojisinde kadın kötücül amaçlarla, erkekleri cezalandırmak amacıyla
yeryüzüne sonradan yaratılıp gönderilen ikinci sınıf bir varlık olarak
görülmesinin etkileri kuşaklar boyu sürer. Tarihin ilk günlerinden başlayan
kadını ikincil konuma, erkeğin varlığının araçsallığına düşüren görüşler çağdaş
felsefecilerin görüşlerine de yansır. "Kadın yoktur. Kadın, erkeğin bir
semptomudur" diyen J. Lacan aslında geleneksel Batı felsefesinin görüşünü
yineler. Kitapta incelendiği gibi sadece Lacan değil, birçok Batılı kuramcı da
kadını erkekten ayırarak erkeğin uzağına iter. Filogenetik/soyoluşcu açıdan
bakıldığında tüm canlılar da olduğu gibi kadının sadece bir “üreme/kopyalama
makinesi” olarak görülmesi, erkeği tanrısallığa çıkarmayı, kadını da onun
uzağında, aşağılarda bir yerde konuşlandırmayı kolaylaştırmıştır.
KADINA AD BULMAK
Tarihin
akışı içinde kadını geriye iten düşüncelere karşı başlatılan mücadeleler sadece
özgürlük ve hak eşitleme talebinin ötesine gidemedi. Oysa bu eşitsizliğin
temelini, daha derinlerde aramak, sorunun kökenine yönelerek kadın
sorunsallığına sağlıklı ve mantıklı cevaplar bularak kadını başlangıçtaki
yerine oturtmak gerekliydi.
İşte,
bir postmodern feminist olan Luce Irıgaray, "Başlangıçta Kadın Vardı"
adlı eserinde felsefenin ilk yıllarına uzanarak, Batı'nın bilinç altını
besleyen ataerkil şifreleri çözmeye çalışıyor. Varoluşun kökenlerinden kadının
çekip alınmasıyla oluşturulan boşluğu yeniden doldurmaya çalışarak,
yabancılaşma ve hiçliğin başat şekilde görünmesinin nedenlerine, kadın-erkek
yapılandırmalarının ne tür toplumsal metamorfozlara yol açabileceğine ayna
tutuyor.
Irıgaray,
Batı'nın kadın konusuna yaklaşımında eski Yunan'dan etkilendiğini düşünür.
"Batı kültürü neden Yunanistan'la başlamak zorunda? Neden böylesi bir
yarık, evvel geleneklerle, başka kültürlerle beraber işaret edilir?" diye
sorar. Batı'nın, kadını alt katmanda konuşlandırmasının kodlarını Sokrates
öncesi düşünceden itibaren arayan Irıgaray, çeşitli yaklaşımları analiz ederek
kadının geriye itilişini besleyen düşünceleri, inançları irdeler ve kendince
çıkarsamalarda bulunur. Kimi antik Yunan felsefecilerinin ve kutsal metinlerin,
mitolojilerin kadını nasıl hayatın merkezinden söküp aldığını "usta",
"öğrenci" yaklaşımıyla formüle eder. Kutsallığın aslında "dişil"
olduğunu, ancak buradan alınan bilginin "usta" yani erkek kimliğine
büründürülüp, bu yolla "öğrenci"ye aktarıldığını ve böylece erkeğin,
kadından bir nevi rol çaldığını iddia eder. "Usta, üzerinde çalıştığı
söylemde dişiden aldığı şeyin kim ve ne sayesinde oluşturulduğunu genellikle
gizli tutar. Kelimeler eksik kaldığı ya da bu kaynağı kendisine saklamayı tercih
ettiği için ondan pek söz etmez; çünkü kadınla olan ilişkisi hakkında konuşmak
istemez ya da bunu yapamaz."
Irıgaray’a
göre kadın sorunsalını bütünüyle kavramak ve doğru değerlendirmelerde
bulunabilmek için konunun Batı yaklaşımlarının üstünde bir yaklaşımla ele alınması
gereklidir. Bunun için Batı kültürünün empoze ettiği kalıpların dışına
çıkılmasını zorunlu görür."Bizden istenen, insan gelişiminin yeni bir
aşamasına, sanatın, felsefenin ve dinin Batılılar olarak bildiğimizden farklı,
başka bir anlamda donatıldığı ve farklı bir şekilde uygulandığı yeni bir çağa
adım atmamızdır." der.
Ağırlıklı
olarak Freud'çu psikanalizlere başvurularak "erkek" çözümlemelerinin
yapıldığı ve bu yöntemle kendine ait bir dil oluşturma gayreti göze çarpan
kitapta, esas itibarıyla Batı'nın kadın algısını oluşturan antik Yunan
felsefecilerinin kadını yok ediş ve erkeği bir "usta" olarak var
edilişi örneklenerek ele alınır. Bu yönüyle kitap, Batı'nın kadını yok edişinin
bir kritiği sayılabilir.
Irıgaray’ın,
eserinde "mutlak" bir yaklaşım olarak karşısında erkek öznelliğini
görmesi, bir başka tartışmaya kapı aralar nitelikte. Bu ön kabul nedeniyle
kadını "öteki" olarak karşıtlandırmanın sonucunda da bu kez erkek,
kadından kat be kat aşağılara indirilmekte. Tanrısallık ve bireyin varlığını
dişilliğe sabitleyen bakış açısı, (belirgin bir şekilde) erkeği "yok"
hükmüne düşürüyor. 'Erkek, dünyada doğmuşa ya da diğerleri arasında onu hoş
karşılayan, kendi hayatını yaşayan bir evrende yer alıyormuşa henüz benzemez.',
'Erkek, kadın tarafından canlandırılan enerjiyi beslemek, coşkuyu ve hayranlığı
dönüştürmek yerine kelimelerle oynar.'
Kutsalı,
kadınla anlamlandıran Irıgaray, erkeğin Tanrıçadan uzaklaşmasıyla, kendinden de
uzaklaştığını, kendi “logos”una tutsak düştüğünü öne sürer; "Kadından -ya
da Tanrıçadan- koparılan erkekler kendilerinden uzaklaşırlar. Özsuyundan ve
enerjiden yoksun bir halde dolaşırlar."
Kitabın
son bölümü ise, erkeğin “kendi” olma isteği karşısındaki çaresizliğini haykırır
nitelikte. Kadından, Tanrıçadan uzaklaşan(Batılı)erkeğin, sürekli bir öze,
kendine dönüş istemi halinde olduğunu ancak bunu başaramayacağını anlatır.
"Batı kültüründe, evden, kendinden uzaklaşmaya paralel olarak dönüş
temasını buluruz. Kahraman evine döner, ama kendine döner mi? Emin değilim."der.
Kadın
sorunsalının kökenleri üzerine yazılmış bu kitap, çatışmacı kültüre sahip olan
Batı kültürünün bir eleştirisi de sayılabilir aynı zamanda. Batı'nın
"kadın" algısının kutsal ve mitolojik etkilerinin tümüyle Batı
kültürüne geçtiği savıyla yapılan değerlendirmeler bu iddiayı doğrular
nitelikte. "Başlangıçta Kadın Vardı" bu sebeple daha çok feministlerin
el kitabı olabilecek nitelikte. Doğu kültüründe kadının nasıl
değerlendirildiğinin irdelenmediği bu eserde yer yer hakikat kırpıntılarına
rastlanmakta. Ancak, yine de erkek-kadın
bütünlüğüne dayalı evrenin zıtlıkları arasından fışkıran hakikatin sınırlarında
geziniyor sadece.
Semiha KAVAK
STAR Gazete-Kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder