“Bu
öğlen kafayı çekip sızdıktan sonra bir rüya gördüm. Rüyamda Alma yanıma geldi
ve şöyle dedi: 'Zavallı Frost, üzgün ve yorgun görünüyorsun. Bir süre dinlenmek
istemez miydin?' 'Evet,' dedim. 'Seni doğmamış küçük bir çocuk kadar
ufaltacağım.' dedi.'Rahmime tırmanabilir, orada huzur içinde uyuyabilirsin.'
Böylece onun dediği gibi yaptım ve usulca rahmine sokulup sanki bir
beşikteymişim gibi orada huzur içinde, horul horul uyudum. Sonra gittikçe
küçüldüm, küçüldüm, ta ki minicik bir sperm olana kadar ve sonra kayboldum.”
(Ingmar Bergman, Gycklarnas afton/Gezgincilerin
Gecesi)
Yazar, müzisyen ve ressam
Mehmet Güreli’nin Cingöz Recai’nin (Peyami Safa) Selma ve Gölgesi isimli
romanından uyarladığı Gölge, oldukça yetkin bir debut film.
Yeniden-canlandırdığı dönemi (belki 1920’li, belki de 1930’lu yıllar) daha çok
dil ve üslup açısından görselleştirmeyi deneyen Gölge; Selma (Görkem Yeltan),
onunla evlenmeyi düşünen işadamı Nevzat (Kaan Çakır) ve şâir arkadaşı Halim
(Serkan Ercan) arasında gelgitli ve gerilimli bir Bermuda şeytan üçgeni
üzerinden aşk ve saplantının (obsession) doğasına, sadakat ve dürüstlüğe,
intikam olgusu ve arkadaşlığa bakan bir film denemesi olarak ele alınabilir.
Tutku ve saplantının figürleri kontrol ettiği söylenebilir. Üç karakter de
-detaylarda kimi farklılıklar olsa da- aslında birbirlerinin aynası gibidir.
Onları aynı yörüngede buluşturan kavramlar ise tutku ve saplantıdır. Selma
gizemli geçmişi (Ensest? Fallik dönemde saplantı?), belirsizliği, anlaşılmazlığı
ve narsisizmi ile en karmaşık (complex) karakterdir. Şâir Halim sanatsal
(artistik) ve estetik yanıyla zaten duygusal bir varlıktır. Nevzat ise biraz
daha akılcı ve kontrollü gibi görünse de aslında öyküdeki en zayıf kişidir.
Femme fatale’in (Selma) bedenini ve tüm varlığını kapatıp
gizlendiği (ve dolayısıyla duygularını bastırdığı)
malikâne aynı zamanda bir adada bulunmaktadır. Kadın, keşfedilmeyi bekleyen bir
ada, Freud’un deyişiyle, bir “kayıp kıta” gibidir; fakat bu keşif iyi sonuçlar
doğurmayacak esrarengiz bir yolculuğu işaretler. Halim ile Nevzat arasındaki
sarsılmaz gibi görünen sıkı dostluk ve sırdaşlık ilişkisi Selma’nın aralarına
sızan meşum gölgesi nedeniyle altüst olacaktır.
Kayıp Kıtaya Yolculuk
Şâir Halim, Selma’ya, “Beni
nereye götürüyorsun? Dünyadan ayrılıyor muyuz?” derken, olası trajik
kaderini sezmiş miydi bilinmez; ama Selma’nın ayakları yere basan ve öldürdüğü
her erkekle travmatik öyküsünün ta en başına dönen meşum ve gizlenmiş
bir yaratık olduğu kuşku götürmez. Cinayetler eliyle “ilk öykü” (“ilk öykü”
derken Freud’un düşüncesine bağlı kalıyorum) durmaksızın çoğaltılırken, bir
türlü net anlaşılamayan sofistike ve meşum dişi tiplemesi de bir hayli
ustalıkla çizilmiştir. Selma karakteri en sofistike karakter olarak mutlak surette
gizemini, belirsizliğini, gizlenmişliğini
muhafaza etmektedir. Bununla birlikte, mazide neler yaşandığı da hayatî bir
soru işareti olarak belirir. Selma neden ve hangi süreçlerden geçerek bir
frijite ve soğukkanlı bir katile dönüşmüştür? Halim nasıl bir aile yaşantısına
sahiptir, bu da anlaşılamaz. Kısacası öykü, anlamaya çalışsak da her zaman bir
şeylerin gölgede kalacağını, bazı sırların asla aydınlatılamayacağını
vurgulayarak, özünde bir gizemler yumağı olan belirsiz ve anlaşılmaz insan
doğasını betimlemeye çalışmaktadır.
Henüz modernleşme sürecine
başlayan genç Cumhuriyet’in insan ilişkileri dönemsel olarak belirsizliğini
korumaktadır. Burada konjonktürel bir tabudan ve genel bir gizlenmişlikten söz edilebilir. İmparatorluk döneminde toplumsal
yaşamda söz hakkına sahip olmayan kadın, ekonomik ve toplumsal yaşamın idame
ettiricisi erkek-özne için bir belirsizlik hâlesidir ve deyim yerindeyse kapalı
bir kutudur. Gölge’de kadınların ulaşılamazlığı ile dönemsel tabu arasında sıkı
sıkıya bir paralellik olduğunu öne sürüyorum. Peyami Safa’nın filme konu olan
romanını okumadığım için bu bağlamda bir mukayese yapma olanağına maalesef ki sahip
değilim. Fakat metnin dönemsel atmosferi göz önünde bulundurduğunu sanıyorum.
En azından filmin öyküsünün buna dair okumalara açık olduğunu söylemekle
yetineceğim.
Film Noir (Kara Film) Atmosferi
Öykünün atmosferi
(tonality) ile görselliğinin de, renk seçiminin de öz’e paralel düzenlendiği
söylenebilir. Kasvetli görsellik, yağmur, karanlık sokaklar, esrarengiz, gizlenmiş ve yarı gölgeli odaları ile malikâne
bütünüyle öz’ü, psikolojik dekoru tamamlayıcı niteliktedir. Gölge’deki malikâne
gizemli odaları ile, yarı gölgeli koridorları ile, sır taşıyan dekoru ile
Selma’nın karanlık ve ulaşılmaz bilinçaltının görsel bir dışavurumu gibidir.
Selma’nın baskılanmışlığı ile
malikânenin esrarlı geçmişi arasında yakın bir ilişki vardır. Mevcut ruh halini
betimlemek için yönetmen Mehmet Güreli’nin polisiye janrı ve kara film (film noir) estetiğinin
biçemsel (stilistik) karakteristiklerini kaynaştırdığını görüyoruz. Noir tiplemelerinin ortajen figürleri
Gölge’de de karşımıza çıkıyor. Erkek-özneyi iğdiş eden, eril hegemonyayı
sarsan, erkek saltanatını sallayan dişil tehdit (femme fatale) bağımsız
karakterini koruyor ve bireyselliğini/özgürlüğünü vurguluyor.
Selma erkek-özne için
ulaşılmaz bir zirvedir. Esrarengizliğin diğer adıdır. Kayıp kıtadır belki ama
kendisinin ‘öteki’ tarafından keşfesilmesine izin ve fırsat vermez. Halim ve
Nevzat ise birbirlerinin gölgesi olan kişiliklerdir ve birbirlerini yansıtan
bir ayna gibidirler. İçine yuvarlandıkları tuzağın pek farkında değilseler de
özellikle Halim çevresini ağlarıyla yavaş yavaş ören karadulun zehirli ve
ölümcül doğasının bir nebze de olsa farkına varır; fakat yine de karadula
sırtını döner. Halim’in de, Nevzat’ın da kaderci (fatalist) kişilikler olduğu mimlenebilir.
Femme Fatale (Öldüren Kadın) Arketipi
Klasik Hollywood noir anlatılarında ölümcül cazibenin
tehditkâr karakteristiğini bilmesine karşın tutkularının esiri konumuna düşen yığınla
trajik karakter betimlenegelmiştir. Robert Siodmak’ın The Killers’ı (1946,
Katiller) bu düzlemde iyi bir referanstır. İsveçli lakaplı boksör eskisi Ole Andreson
(Burt Lancaster) ile baştan çıkartıcı güzellik Kitty Collins (Ava Gardner)
arasındaki ölümcül ilişki ‘yok-kadınlar’ın halet-i ruhiyesini yeterince iyi
anlatır. Double Indemnity (1944, Çifte Tazminat, Billy Wilder) ise benzer
ruhsal psikolojiyi kinik (synic) bir tonda görselleştiren dedektif romanının
önemli adlarından James M. Cain kaynaklı bir uyarlamadır. Narsisist güzellik Phyllis
Dietrichson (Barbara Stanwyck) ile sigortacı Walter Neff’in (Fred MacMurray)
sonu baştan belli çıkışsız aşk ilişkisi ‘öldüren kadın’ imajının en bilinen
birkaç örneğinden biridir.
Yersiz-yurtsuz (Gilda,
High Sierra), narsisist (Sunset Blvd., Double Indemnity), yalancı (The Maltese
Falcon, Murder, My Sweet), ikiyüzlü (The Lady from Shanghai, The Killers),
tehditkâr (Dark Passage, The Strange Love of Martha Ivers, Detour), sadakatsiz
(The Postman Always Rings Twice, They Drive by Night, The Killing), cinayet
işleyen (Leave Her to Heaven, Out of the Past), ölümcül (Night and the City, Angel
Face, Niagara), aldatan (The Letter, Clash by Night, White Heat), maskeli (Scarlet
Street, Kiss Me Deadly, Dead Reckoning) ve baştan çıkartıcı (The Naked City,
Deadly Is the Female) sinemasal dişilik koleksiyonunda Gölge’nin Selma’sı
öncellerinden çeşitli izler taşır: Cinayet işler, yalan söyler, maskesini
kuşanır, ulaşılmazlığını korur…
Feminizm & Kadın Kimliği
Klasik noir öykülerinde ve genel olarak sinema
filmlerinde kadın kimliğinin bastırıldığı,
erkek-öznenin bakış açısının egemen kılındığı ve sinema sanatının erkek
izleyici için varolduğu tezi büyük ölçüde doğrudur. İngiliz akademisyen Laura
Mulvey’in Görsel Haz ve Anlatı Sineması (1975, Visual Pleasure and Narrative
Cinema) adlı ünlü makalesi mevcut tez üzerine kurulmuştur. Hemen
yukarıda referans gösterdiğim anlatılarda dişiler mutlak bir tehdit unsurudur
ve erkek-özneyi iğdiş ettikleri için ortadan kaldırılmaları ya da cezalandırılmaları
gerekir; çünkü erkek egemen düzen yeniden inşa edilmelidir.
Eril korku, patolojik
olmaktan çok paranoyakça bir kaygının dışavurumu olarak düşünülmelidir.
Sadizmin önplana çıkarıldığı ve dolayısıyla psikotik anti-kahramanların
(anti-hero) tasvir edildiği kara filmlerde mesele çoğunlukla Freudyen bakış açısına göre çözümlenirse
de, klasik yükseliş-düşüş öykülerinde, kadın-erkek rekabetinin vurgulandığı ve
dişilerin histerik birer portre olarak çizildiği filmlerde eril paranoyanın
saplantılı doğası vurgulanır. Erkek-öznenin rolünü çalan, cinsel özgürlüğünü
muhafaza eden ve bağımsızlığını vurgulayan dişi arketipi mutlak bir biçimde
sahneden uzağa fırlatılır. Bununla birlikte mevcut görünüm erkek-öznenin savaşı
kazandığı anlamına gelmez. İğdiş edilen, erkekliği yaralanan, meşum dişiliğin
(femme fatale) tekinsiz gölgesinde sürüklenen ve yolundan sapan erkek, ya
başladığı noktaya geri döner (Murder, My Sweet, The Lady from Shanghai), ya
daha da yalnızlaşır (Scarlet Street, Kiss Me Deadly, Niagara, Vertigo), ya
öldürülür (Sunset Blvd., White Heat, Out of the Past, The Killers), ya intihar
eder (Deadly Is the Female, The Strange Love of Martha Ivers), ya idam edilir (The
Postman Always Rings Twice) ya da cezaevine (Detour, The Naked City)
gönderilir.
Bu bağlamda meseleyi şöyle
özetleyeceğim:
Noir döngüsü çıkışsızlığı, kaybolmuşluğu, tükenmişliği, çaresizliği
ve bir tür geleceksizliği işaretleyen pesimist bir evren sunar. Noir öykülerindeki pesimist hava
(tonality) içerik zinciriyle birebir ilişki içerisindedir. Filmlerin görsel
(visual) dili tematiğin kasvetli ve karanlık zirveleriyle örtüşür. Fransız
eleştirmenlerin bu filmlere neden “kara film” dedikleri meseleye bu açıdan
bakınca yeterince netlik kazanır.
Konumuz bağlamında Gölge’nin
ortajen noir tematiğini takip ettiği
için tartışmaya açık olduğu söylenebilir. Yalnız unutulmamalıdır ki, dişinin
tehditkâr varlığı ve meşum gölgesi, oyuncu karakteri ve yanılsamalı varoluşu
erkek-öznenin potansiyel bir kurban olduğu ve kendi felaketini kendisi hazırladığı
gerçeğini değiştirmez. Yani sinema sanatında eril bakış açısı ve kadın
düşmanlığı olgusu ucu açık ve kaygan zeminli bir tartışmanın konusudur.
Muhtelif öykülerden hareketle benzer filmleri bir öbekte toplayıp tümden
reddetmek, sözümona yukarıda da referans gösterdiğim anlatıları tek çatı
altında birleştirip kadın düşmanı ilan etmek anlamlı bir çaba değildir. Bu,
Mehmet Güreli’nin Gölge’si için de geçerli bir sorunsaldır.
Son Söz
Filmde gölgenin çeşitli
açılımları bünyesinde barındıran kilit bir sözcük olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi
Halim ve Nevzat, Selma’nın cezbedici ama karanlık gölgesine mi sığınmışlardır?
Gölgede kalan sisli mazi ne derece travmatiktir? Geçmişin gölgesinde yaşayan
Selma mazide tam olarak neler yaşamıştır ve kocasını da acaba O mu öldürmüştür?
Nevzat ve Halim aslında birbirlerini mi yansıtmaktadır (alter-ego)? Gölgede
kalanlar aslında suça eğilimli belirsiz ve anlaşılmaz insan doğasının
çetelesini mi sunmaktadır? Gölge, hep bir miktar gizemli kalan, tam manasıyla
çözümlenemeyen insan psikolojisi ve yaşantılarına mı göndermede bulunmaktadır?
Gölge bir yanıyla iyicil, bir yanıyla da kötücül insan doğasını mı sembolize
ediyor? Evet, Gölge’nin bütün bu soruların etrafında dönendiği söylenebilir.
İnsan bilinçaltı da
karanlık bir kuyu olduğu için gizemli bir bölgedir. Dolayısıyla bilinçaltı da
gölgede kalmıştır. Kısacası Mehmet Güreli’nin Gölge’si gölgedeki insanların
yaşamına, bilinçaltına, kayıp kıtaya yarı gölgeli bir yolda el yordamıyla
yapılan gizemli bir yolculuğun öyküsüdür…
Hakan Bilge / Ayna İnsan Sayı: 3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder