Paul Holdengräber: “On Not Getting It” (İdraksizlik Üzerine) isimli makalenizde, “Bizler hakikatte, tanımayı sağlayacak donanıma sahip değiliz.” diyorsunuz.
Adam Phillips*: Mesele, şeyleri tanımak veya tanıyamamak değildir. Mesele, bilmeyi, yaşamlarımızın bazı işe yaramayan veya hiç de alakası olmayan yerlerinde kullanmamızdır. Fakat bu, şeyleri veya insanları tanımayı münakaşa ediyor olduğum anlamına gelmesin. Ancak, birini tanıyorum dediğinde, bununla ne yapmak istediğini anlamak çok zordur.
Paul Holdengräber: Âşık, mesela?
Adam Phillips: Evet. Bizlerin, bazı derin hisler içerisinde, gerçekten tanıdığı öteki kişidir – ve aynı zamanda hiç tanımadığımızdır. Ve tanımanın vehmini, “bu kişinin benim üzerimde büyük bir tesiri var ve bu öyle müthiş bir şey ki bu ihtişamı, tanımanın vehmi sayesinde terbiye edeceğim.” gibi bir şeyin teşviki ve tahriki olarak düşünebilirsin.
Mesela Proust için insanları tanımak, çoğu zaman birinin diğerini kontrol edememe kaygısı ile alakalı bir şeydir. Güya seni tanırsam veya anlarsam, senin ne yaptığının ve benimle değilken nereye gittiğinin hissiyatına sahip olurum. Mesele, anlamayı ne yapmak için kullandığımızdır.
Bizler küçük birer çocukken, yetişkinlerin ne söylediklerini anlamadan önce, onların ne konuştuklarını dinleriz. Velhasıl başladığımız yer tam da burasıdır, –idraksizlik noktasındaki başlangıç noktamıza adım atmış oluruz böylece. Müzik dinleme için de böyledir bu durum. Müziğin duygusal etkisinin, insanların kendisi üzerine söyledikleri ile hiç de alakası yoktur ki; (müzik) telaffuz edilemeyen, güçlü duygusal tesirleri olan temel şeylere oldukça suret verici olarak gözükür. Sana bir şeyler olduğunu anlarsın, ama ne olduğunu bilemezsin. Kendini birkaç şiire tekrar tekrar geri döner bulursun. Bunlar bir kağıt parçası üzerinde yan yana dizilmiş kelimelerden başka bir şey değildir aslında, ama o sözcüklerin derununda uyandırdığı şeylerdir seni (o şiirlere) geri döndüren. Birileri gelip sana ‘Bu ne şimdi?’ veya ‘En sevdiğin şiir ne manaya geliyor?’ diye sorduğu zaman, eğer biraz mürekkep yalamışsan, bir şekilde cevap verirsin bu sorulara amma bana sorarsan ne söyleyebildiğin ile niçin okuduğun arasındaki o boşluğu hissetmen içten bile değil.
Aynı şekilde, insanları çözmekte kararlı bir psikanalist de oldukça kısıtlanacaktır. Bu, bir roman karakterini yeniden tasvir etmek gibi bir şey değildir. Bu gerçekten de kendini tanıma arzusunun ne kadarının kaygı halinin neticesi olduğunu, ne kadarının da hayatta neler olup bittiğini bilmeyen biri olarak yaşamanla alakalı olduğunu gösteren bir şeydir.
Paul Holdengräber: Peki bir tahmin yürütecek olursak bu şekilde yaşamaya ne kadar daha ihtiyaç duyarız, yani tanımadan?
Adam Phillips: Yaşamanın başka türlüsü yoktur diyelim. Her ne oluyorsa oluyor zaten; ancak bu bizim kim olduğumuzun evhamı ile kısmi olarak hafifletilmiş, üzeri örtülmüş, mestur bir şeydir. İnsanlar ‘’Ben öyle biriyim ki‘’ dediklerinde, sürekli içim daralır. Bunlar formüllerdir, kim olduğumuza dair on formül vardır, kim olduğumuz, neye benzediğimiz, ne tıynette biri olduğumuz ve diğerleri… Bu ifadeler ve birinin dakika dakika bunları tecrübe etmesi arasındaki ayrım, bir tablonun altındaki açıklama yazısı gibi saçmadır. “Peki, tamam, ne dendiğini anlıyorum” dersin. Dersin de asıl resme bakman gerek.
*İngiliz psikoterapist ve yazar. Bazı kitapları: “Akıl Sağlığı Üzerine”, “Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine”, “Flört Üzerine”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder