Önce “söz” vardı.
Yalan! İttirin gitsin “s”yi. Önce “öz” vardı. Ne
olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Zaten eğer olsaydı; “laf” olup,
beri gelirdi. Geldi mi? Hayır, gelmedi. Her birimiz, harf taifesine
karışan hilkat garibeleri yani; bir ucundan “yok”ları
“tur”lama peşindeyiz. Ne zavallılık! “Yok-tur.”
Peşinde
olduğumuz bu: Freud diye birşey yok-tur dedi biri. Şimdi
sırada şu var: Tek yüz diye birşey yok-tur. Burdayım; iki
yüzlüce. Bir yandan kimsenin izlemediği, üstelik izlemek de istemeyeceği
filmler anlatmak için. Lafı, karnı deşilmiş bir dananın ince bağırsakları
boyu uzatmaktan çekinmeksizin hem de. Boş lafa karnı açlar arıyorum ey
ahali! Tok olana laf beğendirmek zordur bilirsiniz. Umutsuz bir
arayış: Tokluklardır çünkü çağı tanımlayacak en yalın sözcük. Diğer
yandan hem kendimi anlatmış gibi yapıp, hem de doğru anlaşılmamanın bir yolunu
bulmaya çabalıyorum. Kaç kere söyledim işte; hep doğru anlaşılmaktan
korktum. Yine diyorum: hanginiz korkmadınız sanki? Hangi yüzle korkmadınız
peki söyleyin? Bir yüz, iki yüz, üç yüz, düzinelerce yüz ve simanın
sürprizi: Yüz-süzlük!Soyulmuş, tüm katmanlarından özenle açımlanmış bir
soğan gibi buradayım nihayet. Öyle masumum ki şu dakika, bir tek masumiyetten
uzak olanlar farkedebilirler. Yüzsüzüm; arınmış haldeyim yüzde yüz
Bir film
anlatacağımı düşünüyorsunuz değil mi? Yalan değil, anlatacağım; bulaştım bir
defa Bela’ya. Üst üste aynı adamın filmlerini anlatmak adetim
olmadığı halde; herkesi dibine kadar sıkıntıdan patlatmak pahasına anlatacağım.
Yalnız bir farkla. Bu kez filmin bir tek adı olacak. Çünkü adı yetecek
bütün yazıyı baştan sona “Lanet”lemeye. Ötesi? Ötesinde boş laf.
Ötesinde, nesneleri olduğu gibi kabullenme bilgeliğinden yoksun olan birinin,
onlara sembolik değerler, alegoriler atfetme haltı işlemesi. Ötesi berisi bu
işte. Film; yine Bela Tarr’in 1988’de çektiği Lanet/Damnation. Yine
siyah-beyaz, yine Mihaly Vig müzikleri. Şimdi piyano sustu;
şimdi akordeon zamanı.
Tarr’in
filmlerinde; belâ geliyorum der açık açık. Fakat kör
kör bakarız istisnasız: Gösterilmez, çünkü belâ, etraflıca
gösterilemeyendir. Nasıl ki gündelik hayatta da olduğu gibi
kavrayamıyorsak, yine kavrayamayız. Depremler kılığında, okyanusların bozulan
gel-gitlerinde, arıların yönsüzlüklerindeki sebeple, zulmün aldığı alkışla,
hezeyanın aklı örtüşüyle; yalnızca ayak seslerini değil, nefesini ensemizde
duyarken bile ne kadarını etraflıca görebildik belânın? İşte tıpkı öyle, fiksiyon
aleminde de tek bildiğimiz belânın “geliyorum”dediğiydi. Artık
değerlendirmek zamanı kaldı mı? Yoksa yer delinip, gök çöktüğünde nasılsa
anlayacağız diye acele etmiyor muyuz? Ah nasıl da yalan telaşımız!
Telaşa bile kapılmıyoruz; doğrusu bu!
Kaba sıvaları
kavlamış gri bir binanın hemen yanında bir yığın insan bekleşiyor. Yağmur yağıyor
bir yandan. Bakışları birbirini andıran, ifadeleri yuvarlanan misketler gibi
dağınık bir yığın insan. Niçin bekliyorlar? Nedir
bekledikleri? Buna yanıt aramak şimdi her zamankinden budalaca.Bekleşiyorlar
işte. Herkesin farklı bir nedeni olsa beklemek için; ne hikayeler tertip
ederdik öyle değil mi? Halbuki hepsi aynı beceriksizlikle hülasa
edilmiş olanı bekliyor. Bekledikleri aynı. Anlatılacak bir yanı yok. Bekleyişin
kendisi, tüm diğer bileşenlerinden kopmuş, öylece binanın köşesine yerleşmiş. Yağmurdan
başka tahammül edilebilir bir eklenti kalmamış. Sonra derken bir “yarık”. Evet
evet, bildiğiniz anlamda, duvarın gövdesinde sızı gibi bir yarık beliriyor.
Yağmurdan içerikler edinmiş, külrengi bir yarık. Ona ilişkin sorular da
sormayacağız. Ne zaman belirdi ilk? Ne zaman, ne zaman?
Bırakın bunları! Şöyle bakın bir de: Yarık; zamanın kendisi.
Bütün gayret,
her sokağın karanlık eklemine eğilmiş, yağmur sularında sürten sokak
köpeklerini dikkate almak. O kadar her yerdeler ki; o kadar gece ve yağmur onlardan
yapılmış ki, artık kimsenin umrunda değiller. O ve diğer organik
kalıntılar, dünyayla aramızdaki bir tüneldeler. O tüneli yoklayalım
biz; çöp kamyonları geldiğinde aydınlanacak olan tünel. Girmiyorlar içeri;
girmiyoruz. Tuhaf ve dağınık odalarda buluyoruz onun yerine kendimizi. Pencereleri
var hepsinin de; ortak olan tek şey pencerelerinden görünen. O da ne? İçinizden
biri “Ama benim evim deniz görüyor” mu dedi? Bir diğeriniz; “Benimkisi
bir dağın yamacını” mı? Güldürmeyin beni! Aynen dediğiniz gibi; onları
gören sizin evleriniz, pencereleriniz. Size ait ve açık değil o
manzara. Siz herbirinde tek şey görebilirsiniz: Korku ve yalnızlık. Diyelim
ayrımsayamadınız. O halde, görüp görebileceğinizi adlı adınca söyleyeyim size: Boşluk! Nedeni
çok basit. Çünkü nesneler, nesne olmayana asla büsbütün açımlamazlar
kendilerini. Fakat işin tuhaf ve çıldırtan yanı şu ki; özneler
de nesne-olmayana büsbütün açmazlar kendilerini. Boşluk olan manzara
eksiksizce görür bizi; içerir bu nedenle. Halbuki biz, nesnelerin karşısında
duran ve nesne-olmayışı kavrayışımızdan ibaret öznelliğimizle,
katiyen nüfuz edemeyiz doğalarındaki kusursuzluğa. Bu manzara tek renk ve tek
biçim. Yoksa her birinin yatağı farklı bir dağınıklıkta. Çarşaflar ve
battaniyeler her birinden öyle farklı açılarla ve öyle benzersiz sarkıyor ki
şaşarsınız. Odalardayız. Duvarların birleşip bize ayırdıkları
boşlukta.Kimin bu evler? Az önceki kimindi? Nasıl geldik birdenbire
buraya? Derdiniz ne sizin! Ev işte; hepsinin bir kokusu, bir sahibi
var. Sizin sandığınız evlerin bile. Pencereden bakıyorsunuz durmadan.
Ana rahmi gibi tanıdık. Görmek için değil, kafanızdaki manzaranın
değişmezliğini her sabah yeniden teyid etme mecburiyetinden. İstediğiniz
pencereden bakın; ev kiminse kimin, manzara değişmez sanırken birden değişti
işte:Evrensel ve âdilane. Değişti manzara hem de topyekun.
Anlar arasında ardısıralık ilişkisi; Şimdi’ye
sokup çomağını karman-çorman eden de kim? Atmış oltasını bekliyor. An
avcısı. “Hafıza” diyorsunuz siz ona: Sazanız biz. Takıldık işte, çekiliyoruz
gerisin geri. Önce “söz” vardı. Yalan! İttirin gitsin
“s”yi. Önce “öz” vardı. Ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim
yok. Zaten eğer olsaydı; “laf” olup, beri gelirdi. Geldi mi? Hayır, gelmedi...
En iyisi başa dönün.
İma C. Özkan
Ayna İnsan Sayı:12
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder