1 Mayıs 2014 Perşembe

Kültürlerin Kesişme Noktasında Bir Durak: Medeniyet


Bir ülke veya toplumun, maddi veya manevî varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını oluşturan unsurlar medeniyet olarak tanımlanmakta.  Bu tanıma göre medeniyet, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle sınırlı kabul edilmekte.
Oysa; medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden gelmektedir ve “şehir” demektir. Medeni olan, şehrin kültürüyle yoğrulmuş olup, bu kültürü bir başka tarafa aktarabilecek özgünlükte olandır.
Buradan bakıldığında medeniyet olgusundan insanları sosyal, ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzura kavuşturmayı anladığımız için, medeni milletlerin de bu çerçevede gelişerek daha mutlu olduğunu düşünebiliriz. Sözlüklerimiz, medeniyet sözcüğüne çeşitli tanımlar getirmekteler.  Lügat-ı Nâcî: “Medenîlik, şehirlilik, bedevîliğin zıttı. Terakkiyât-ı hâzıraya muvafık surette maîşet ve ictima”  (Muallim Nâcî, 1995); Kâmûs-î Türkî: “İlim, teknik, sanayi ve ticâretin nimetlerinden gerçek anlamda yararlanarak, bolluk, rahatlık ve güvenlik içinde yaşayış, hazariyet, terakkî (Şemseddin Sâmî, 1989); Mükemmel Osmanlıca Lügat: “Bedeviyetin zıddı. Medenîlik, şehirlilik, terakkîyât-ı hazıraya muvafık surette maîşet ve ictima” (Ali Nâzimâ, 1318); Osmanlıca-Türkçe Sözlük: “Şehirlilik, hayattan tam faydalanmak, iyi ve rahat yaşama. (Özön, 1997); Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat: “Medenîlik, şehirlilik, uygarlık” (Devellioğlu, 1993); Türkçe Sözlük: “Uygarlık” (Türk Dil Kurumu, 1988); Osmanlıca-Türkçe Lügat: “Medenilik, şehirlilik, uygarlık, bir topluluğun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü, maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıfların tamamı. İlim teknik sanayi ve ticaretin nimetlerinden gerçek anlamda yararlanarak bolluk, güvenlik ve rahatlık içinde yaşayış.” (Risale-i Nur Enstitüsü, 2001).
Batı dillerinde de “medeniyet” anlamında kullanılan civilisation kelimesi, Latince ci-vitas kelimesinden gelen İngilizce city, Fransızca çite (şehir) kelimeleri ve yine İngilizce civic (şehre ait), civit (nazik, kibar) kelimeleri ile akrabalık taşımaktadır. “Medeniyet” kelimesinde de aynı durumu görmek mümkündür.

Tüm tanımlardan anlaşılacağı üzere; medeniyet ancak insanlığın ilerleyen, yerleşik düzene geçtiği, şehirleştiği, bir kültürü sonraki kuşaklara aktarabildiği zamanlarında ortaya çıkmış olmanın karşılığı olarak görülmektedir.  Bu nedenle, insanın var oluşunu inceleyen Batı tarihçilerine göre medeniyete kadar gelinen dönemler çeşitli süreçlere ayrılmaktadır. Tarihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında en yaygın olanı da kuşkusuz Cellarius’ün tasnifi. Cellarius yazının bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ, sonraki döneme de tarihî çağlar der. Prehistorik çağı kendi içinde iki döneme ayırır, bunlar: taş devri ve mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: paleolitik çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ. Maden devrini de yine kendi içinde üç döneme ayırır: bakır devri, tunç devri ve demir devri.
Bu tanımlara göre insanlığın medenileşme tarihi, yerleşik düzene geçtiği siteleştiği dönemlere denk gelmekte, geriye doğru medeniyet yerini vahşi yaşama terk etmektedir.

MEDENİYET TANIMININ İLK İNSAN REDDİYESİ

Yalnızca islamiyete göre değil, diğer ilahi dinlere göre de, insanlığın ilk atası medeniyete konu olan yani yerleşik bir düzen kurma için gerekli olan bilgilere sahipti. Tanrısal bilgilerle donatılan ilk insan bu çerçevede insanın dirlik ve düzeni, mutluluğu için gerekli bilgilerle donatılmıştı.
İslam inancına göre ilk insan olan Hz. Adem bir peygamberdi ve yeryüzünde Tanrı’nın bir halifesi olabilecek olgunlukta,  bugünün insanında olan erdemliliklerden daha çok erdemliliğe sahipti.
“Adem yalnızca ilk insanın değil, aynı zamanda binlerce yıllık bir süre içerisinde ilk beşeriyetin tamamını da gösterir. İyi ama din insanın geçmiş zaman içinde çok mükemmel bir durumda yaratıldığını ve o zamandan beri de sürekli düşüş gösterdiğini ileri sürmek zorunda mıdır? Hiç kuşkusuz, evet; zira Adn bahçesi kıssası sadece lafzı yönüyle yorumlanamasa bile, bu lafzı yönüne aykırı olarak da kullanılamaz. İlk insanın mükemmel bir biçimde ve daha sonra ‘düştüğünü’ söyleyen sadece Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam değildir. Aynı gerçek, birçok değişik benzetmeyle örtülmüş bir biçimde, dünyanın her tarafında tarih öncesi geçmişten günümüze kadar gelmiştir.” (Martin Lings-Antik İnançlar, Modern Hurafeler)

İnsanoğluna bahşedilmiş bütün yetenek, imkân ve yardımların en geniş manadaki gerçekleştirimi demek olan medeniyet, ilk insanın yani Hz. Adem’in gelişiyle başlamıştır. İnsanlığa tarımı öğretmenin yanı sıra vahyedilen yaşam biçimini de öğreten Hz. Adem’le birlikte hak ve batıl arasında da mücadele başlamış, ilahi medeniyete karşı, şeytani bir yaşam biçimi geliştirmenin de tohumları atılmıştır yeryüzünde.
O halde medeniyetin ilk kaynağını Tanrı’nın vahyine mazhar olunan ilk Peygamber döneminden itibaren düşünmemiz gerektiği gibi, buna karşı gelişen yaşam biçimini de bir başka isyan medeniyeti başlangıcı olarak değerlendirebiliriz.

İKİ TÜR MEDENİYET

İnsanlık tarihi Hz. Adem’le başlayan medeniyet yolculuğunda oluşan karşıtlıklar nedeniyle iki tür medeniyetle karşı karşıya kalmıştır.  Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan insan topluluklarının ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de bu inanç sistemine karşı olan insan topluluklarının oluşturdukları beşeri kaynaklı medeniyetlerdir.

Günümüzde medeniyete kaynak gösterilen eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların oluşturdukları yaşam tarzlarıyla meydana gelmiştir. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve peygamberlerle mücadeleye girilir, onların getirdiklerine karşı çıkılırdı. Bu dönemlerde insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud, Promethe, Afrodit vs. gibi) yücelik atfetdiklerinden bu kişiler tanrı ya da yardımcıları gibi görülürdü. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar; asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dinî, ekonomik ve beşerî bakımından sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür, birçok zaman insan bile kabul edilmezlerdi. Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları çırılçıplak spor müsabakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp “gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle birlikte ahlaktan yoksun, aynı cinsler arasında sapık ilişkilerin geliştirildiği ortamlar oluşturulurdu.
İşte Batı tarihi, bu dönemleri dahi medeniliğin dayandığı tarihler olarak görmekte. Bu kültürü yansıtan şeyler eski çağlardan yansıyan medeniyet değerleri olarak ifade edilmekte, bunların bazıları spor olarak değerlendirilmektedir.


BATI MEDENİYETİNİN TEMELLERİ

Her medeniyetin biri manevî, diğeri de maddî olmak üzere iki temeli vardır. Çağdaş Batı medeniyetinin manevi temelleri, Helenistik kültür, Roma sadizmi ve Hıristiyan ruhbanlığıdır. Birbirine çok zıt olan bu üç kültür, Batı medeniyetinin çelişik durumlarının da bir adresidir.
Batının yaklaşık son iki asırdır kullandığı civilisation sözcüğü aydınlanma çağıyla dünyaya armağan edilmeye çalışılsa da, Batı’da bu sözcüğün kökeni “police” yani düzen içerisinde medeni yaşama anlamına gelen bu sözcüğe dayanmaktaydı. Greko-romen kültürün yaslandığı Helenistik kültürde Tanrı, insanlığın düzenine ayak uyduran çoğul tanrılardan oluşmaktaydı.
Hıristiyanlık öncesindeki Avrupa kültürünün en temel özelliği, pagan inançlara,  yani çok tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu sahte ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım ettiklerine inanıyorlardı. Bunların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan toplumda savaş tanrıları yer alırdı. Pagan inancında savaş tanrılarına gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsal görülmesinin bir sonucuydu. Pagan kavimler birer barbar toplumdular ve daimi bir savaş atmosferi içinde yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek, kutsal bir görev sayılıyordu. Şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun yanlış olduğunu açıklayan hiçbir ahlaki kaynak yoktu. Pagan dünyasının en “medeni” devleti sayılan Roma bile, insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri arenaların diyarıydı. Roma yöneticileri çoğu kez zalimlikleri ile tarihe geçiyorlardı. Ünlü Neron, öz annesi, eşi ve üvey kardeşi başta olmak üzere sayısız insanı öldürterek iktidara gelmişti.
Roma’da bu vahşet kültürü hakimken, Vandallar, Gotlar, Vizigotlar gibi kuzeydeki barbar pagan kavimler çok daha vahşiydiler. Bu kavimler, bir yandan birbirlerini kırıp geçiriyor, bir yandan da Roma’yı yağmalamaya çalışıyorlardı. Yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, dahası bu kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, bir dünyaydı pagan dünyası.
Her ne kadar Yunan ve Roma medeniyeti kimilerine göre Avrupa medeniyeti değil, Akdeniz medeniyeti olarak kabul edilse de Avrupa uzun yıllar bu medeniyetin etkisi altında kalmıştır.
Batı medeniyetinin örnek aldığı devlet olan ve M.Ö. 8.yüzyıl dolaylarında Lykurgos tarafından askeri bir devlet olarak kurulduğu bilinen Sparta, tam anlamıyla bir savaş ve şiddet devletiydi. Sparta’da anne babalar erkek çocuklarına yedi yaşına kadar bakmakla sorumluydular. Çocuklar bu yaştan 12 yaşına kadar 15 kişilik bir ekibin üyesi olurlar ve kurallara uymakta başarı gösterenler önderliğe seçilirdi. Çocuklar sadece spor yaparak vücutlarını güçlendirir ve savaşa hazırlanırlardı. Okuma yazma önemli sayılmaz, müzik ve edebiyata pek ilgi duyulmazdı. Çocukların öğrenmesine ve söylemesine izin verilen şarkılar, sadece savaş ve şiddet konularını içeren şarkılardı. Sağlıklı ve güçlü doğan Spartalı erkek çocukların yaşamları devlete adanırken, sağlıksız bebekler dağlarda ölüme bırakılıyordu. Sparta hakkında en detaylı yorumları yapan düşünürlerin başında, ünlü Yunanlı felsefeci Platon gelir. Platon, Sparta’daki insanlık dışı düzene hayran kalmış ve kitaplarında Sparta’yı örnek bir devlet modeli olarak göstermiştir. Platon’un bu eğilimleri nedeniyle, 20.yüzyılın önde gelen düşünürlerinden biri olan Karl Popper, The Open Society and Its Enemies (Açık Toplum ve Onun Düşmanları) adlı ünlü kitabında, Platon’u açık toplumun ilk düşmanı ve baskıcı rejimlerin ilk ilham kaynağı olarak gösterir.
Platon’un vahşi öğretisi ve bunun yansımaları tüm diğer pagan toplumlarında da görülmüştür. Eski Mısır’ı yöneten Firavun’ların kurduğu sistem, bazı yönleriyle Sparta’yı andırır. Mısır Firavunları da güçlü bir askeri disipline sahip devlet sistemleri kurmuşlar ve bunu kendi halklarına baskı uygulamak için kullanmışlardır. Hz. Musa döneminde Mısır’ı zalimce yöneten Firavun II. Ramses, Sparta’daki bebek katliamlarını hatırlatan bir zalimlikle ülkesindeki tüm Yahudi erkek çocukların katledilmesini emretmiştir.  Allah’ın Kuran’da bildirdiğine göre, Firavun tüm halkına “Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum” (Mümin Suresi, 29) diyerek kendini medeniyetin temsilcisi olarak göstermiştir. Kendisinin pagan inancını reddederek Hz. Musa’nın getirdiği hak dine inanan büyücülerini ise “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz, öyle mi? Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim” diye tehdit etmiştir. (Araf Suresi, 123-124)

Sonuç olarak; İlahi dinlerin etkisinden uzak, çok tanrılı pagan kültürü Batı’nın ilk medeniyet temelini oluşturmaktadır. Bu pagan medeniyeti ilahi dinlerle sürekli çatışmış, peygamberlerin getirdiği vahiy kültüründen kendini uzak tutan ve onlarla savaşan bir yapı oluşturmuştur.
Sadece bir varlık mücadelesi veren ve vahyi insanlara ulaştırmaya çalışırken türlü zorbalıklarla karşılaşan peygamberler bu dönemlerde dünyayı etkileyecek bir devlet ve medeniyet modeli geliştirememiş oldukları için o dönemlere ait medeniyet etkisi pagan kültürünün etkisi altında gelişmiştir.

HIRİSTİYANLIK SONRASI BATI MEDENİYETİ

Avrupa’ya hakim olan pagan kültürden oluşan Avrupa medeniyeti, 2. ve 3.yüzyıllarda Hıristiyanlığın önce Roma’ya sonra da tüm Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte önemli değişimlere uğradı. Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın insanlara tebliğ ettiği hak dinin temel ahlakî özelliklerini Avrupa toplumlarına taşıdı. Daha önceden şiddeti, çatışmayı, kan dökmeyi kutsal ve meşru sayan, sürekli birbiri ile çatışan farklı kabilelerden, ırklardan, şehir devletlerinden oluşan Avrupa, önemli bir değişim geçirdi. Pagan dünyada, her farklı kabile, her farklı ırk bir diğerini düşman olarak görüyor ve bu farklı gruplar arasında daimi bir çatışma yaşanıyordu. Her pagan toplumunun kendi kendine uydurduğu ayrı tanrılar, ayrı totemler vardı ve bunlar adına savaşıyorlardı. Hıristiyanlıkla birlikte, tek bir inanç, tek bir kültür ve hatta tek bir dil Avrupa’nın geneline hakim oldu ve pagan dünyanın çatışmaları ortadan kalktı. İnsanların birbirlerine, (düşmanlarına dahi) sevgi ve merhametle yaklaşmaları gerektiği, kan dökmenin Allah katında büyük bir suç olduğu gerçeği Avrupa toplumları tarafından öğrenildi.

Platon’un, Spartalı savaşçıları “bekçi köpekleri”yle bir tutması, putperest toplumlarda yaygın olan “animist” inançların bir uzantısıydı. Animizm, doğaya ve doğadaki hayvanlara bir ruh atfedilmesi anlamına geliyordu.  Dolayısıyla animizme göre bir insanla bir hayvan veya bir bitki arasında önemli bir fark yoktu. Dinin hakimiyetiyle birlikte, bu batıl inanış ortadan kalktı ve insanın Allah tarafından verilmiş bir ruha sahip olduğu, hayvanlardan tamamen farklı bir varlık olduğu ve dolayısıyla hayvanlarla aynı kanunlara tabi olamayacağı gerçeği Avrupa toplulukları tarafından anlaşıldı.

Avrupa’da Hıristiyanlık bir insanlık medeniyeti oluştururken Ortadoğu’da ise, İslam gelinceye kadar Arap paganizmi (putperestliği) etkisini sürdürdü ve Arap medeniyeti Hıristiyanlık öncesi Batı’yı aratmayacak dejenerasyonlara uğradı. Araplar (ve diğer Ortadoğu ve Orta Asya toplumları da) İslam öncesinde savaşçı, kan dökücü, ırkçı bir kültüre sahiptiler. Hatta Sparta’da uygulanan “istenmeyen bebeklerin ölüme terk edilmesi” vahşeti, putperest Araplar’da da kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi şeklinde uygulanmıştır. Kuran’da bu vahşi uygulama şöyle haber verilir:
“Ve ‘diri diri toprağa gömülen kızcağıza’ sorulduğu zaman: “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” (Tekvir Suresi, 8-9). Oysa onlardan biri, O, Rahman (olan Allah) için verdiği örnek ile (kız çocuğunun doğumuyla) müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunur. (Zuhruf Suresi, 17)
Araplar ve diğer Ortadoğu ve Orta Asya toplumları, ancak İslam’la şereflendikten sonra kan dökücülükten uzak, barışçı, ılımlı, medeni bir kültüre kavuşmuşlar, eski kabile savaşlarından, göçebe (bedevî) vahşiliğinden kurtularak dini bir birlik içinde huzur ve istikrar bulabilmişlerdir.



HIRİSTİYANLIĞIN DEJENERASYONU - RÖNESANSIN TEMELLERİ

Avrupa’daki pagan kültürü Hıristiyanlık tarafından bastırılmasına rağmen ölmedi. Hıristiyanlığı,(Museviliğe yapıldığı gibi) tahrif etmeye başlayan Avrupa, din adına baskılar yapmaya ve bir din sınıfı oluşturmaya başladı. Artık yaşam tümüyle din sınıfının tahakkümü ve sapık fikirleri altında oluşmaya başlamıştı. Din üretmeyi, aklı ve bilimi reddediyor, onun yerine din sınıfının istediği şeyler yerleşiyordu. Bu durum bilhassa Avrupalı düşünürleri dinin etkisinden kurtulma ve dinden ayrı bir model arayışına itti.
16. ve 17.yüzyıllarda çeşitli Avrupalı düşünürler, Platon veya Aristo gibi eski Yunan düşünürlerinin kitaplarından etkilenerek pagan dünyasının kavramlarını yeniden Avrupa’ya taşımaya başladılar.
Paganizmin yeniden doğuşu, Aydınlanma felsefesinin siyasi sonucu olarak kabul edilen Fransız Devrimi’nde çok belirgin bir şekilde ifade edilmişti. Fransız Devrimi’nin kanlı “terör” dönemine liderlik eden Jakobenler, Hıristiyanlık yerine paganizmi benimsiyor ve Hıristiyanlığa karşı da büyük bir nefret körüklüyorlardı. Devrimin en ateşli günlerinde Jakobenlerin yoğun propagandası sonucunda yaygın bir “Hıristiyanlıktan çıkma” hareketi gelişti. Hatta bunun yanı sıra Hıristiyanlık yerine pagan sembollere dayalı yeni bir “akıl dini” ortaya atıldı. İlk belirtileri 14 Temmuz 1790’daki Federasyon Bayramı’nda görülen “devrimci ibadet” gittikçe yayılmaya başladı. Jakobenlerin eli kanlı lideri Robespierre, “devrimci ibadet”e yeni kurallar da getirmiş, bu ibadetin ilkelerini bir rapor halinde belirleyerek, adına da “Yüce Varlık İbadeti” demişti. Bu gelişmenin çarpıcı bir sonucu, ünlü Notre Dame Kilisesi’nin “aklın tapınağı”na dönüştürülmesiydi. Kilise’nin duvarlarındaki Hıristiyan figürleri sökülmüş ve orta yere “akıl tanrıçası” olarak tanımlanan bir kadın heykeli, yani pagan bir put yerleştirilmişti.

Batı Medeniyetinin manevi temelleri, pagan kültürü ve onun etkisinden dolayı bozulmaya başlayan, tahrif edilmiş Hıristiyan kültüründen oluşurken, maddi temelleri ancak XVIII.yüzyılda (tahrif edilmiş) dinin baskıcı tutumuna karşı ortaya çıkan pozitivist gelişmeyle başlamıştır. Fransız devriminin dine ve din sınıfına başkaldırışını bilimin tahrif olmuş Hıristiyanlık diniyle yaşadığı sorunlara bağlamak söz konusu olduğu kadar, Batı’nın İslam’la karşılaşmasının da buna ciddi katkılar sağladığını belirtmeliyiz.
Rönesans denilen yeniden doğuş hareketi, her ne kadar Platon’cu pagan anlayışın yeniden dirilmesine yol açsa da, tahrif edilmiş Hıristiyanlığa Batı aydının bu isyanının temellerinde İslam’ın etkisini aramak gerekir. İslam etkisi, Fransız Devrimi ile başlayan Friedrich Nietzsche ile şekillenen ve oradan da Nazi ideolojisine aktarılmış olan neo-pagan akım etkisini sürdürerek Charles Darwin, Francis Galton ve Ernst Haeckel gibi Allah’ın varlığını inkar ederek, tüm hayatı bir “yaşam mücadelesi” gibi gösteren bir akımı doğurmuş olsa da, deist aydınları da etrafına toplamıştır. Din sınıfına karşı yapılan bu ortak başkaldırıda Batı’yı etkileyen İslam’ın büyük etkisi vardır.

İSLAMIN BATI AYDINLANMA ÇAĞINA ETKİLERİ

Batı dünyasında düşünce hareketinin doğup gelişmesinde, gerek Latin Ortaçağı’nın uyanışında,  gerek Batı’nın yeniden doğuşunda (Renaissance) gerekse Hıristiyanlığın yeniden biçim kazanışında (Reforme) en önemli faktör, -uzun süre göz ardı edilmesine karşılık- İslam düşüncesinin, kültür ve medeniyetinin Latin mütercimler kanalıyla Batı’ya aktarılması olmuştur.
İslam düşüncesinin Batı’ya geçişinde Endülüs ve Sicilya’da teşekkül eden bilim çevreleri etkili olmuşsa da, bu bilim ve düşünceyi öğrenip benimsemeye sevk eden asıl faktör, Haçlı savaşlarıdır. Bu vesileyle İslam ülkelerine gelen, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden oluşan batılıların bu ülkelerde parlak bilim ve medeniyeti görmeleridir. Haçlı savaşlarıyla gözü açılan şövalyeler, Doğu’da geziler yaparak, memleketlerine döndüklerinde bu parlak medeniyetin etkisini anlatmaya başladılar. Bunun sonucunda Batı dünyasında İslam medeniyetine, ilim ve kültürüne karşı tutku derecesine varan hayranlık baş göstermiş, Endülüs ve Sicilya gibi Batı İslam memleketlerine gelen din adamları, İslam ilim ve kültürünü kendi ülkelerine taşımışlardır.
“Haçlı seferlerinin Avrupa’ya bilhassa Fransa’ya büyük faydası oldu. Çünkü o çağlarda ilim, fen ve sanatlar İstanbul ve Mısır’da çok üstün derecede olduğundan, buralarda Fransızlar pek çok şey öğrendiler.
Ayrıca, Arabistan’dan İspanya’ya geçen Müslümanlar arasında yaygın olan ilim ve fenni Endülüs Emevileri’nin payitahtı Kurtuba’ya gidip gelen Avrupalılar öğrenmeye başladılar. İstanbul’un fethi de Avrupa için mühim hadisedir. İstanbul’daki bilginler Frenkistan’a yayılarak buluşlar ortaya koymuşlardır. Avrupalılar önce Arap ve Rum’un medeniyetini görerek taklid edip, ondan sonra hal-i kemale ermişlerdir.” (Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü-Ümit Meriç)
Nitekim, Ortaçağ’ın başında İslam düşüncesinin tercüme edilmeye başlandığı döneme kadar, Boetius, Cassidore, Isidor de Seville ve Bedele Venerable, Albuin, Jean Scot Erigene, Gerbert ve St. Anselmus gibi, içlerinden ancak birkaçının orijinal olduğu düşünürler yetişmiş iken, İslam düşüncesinin Latince’ye çevrilmesiyle birlikte, Abelardus’tan (öl.1142), Guillaume d’Occam’a kadar her biri gerçekten orijinal bir dizi düşünürler yetişmiş ve bunu müteakip de Rönesans hareketi başlamıştır. Sorbonne ve Oxford üniversitelerinin İbn Sina’cı (Avicennist) ve İbn Rüşd’çü (Averroist) akımların merkezlerini teşkil ettiği düşünülecek ve XV.yüzyılda Polonya’daki en büyük bilim merkezlerinden birisi olan Cracovie Üniversitesi’nde en etkili akımın Averroiste (İbn Rüşd’çü) akım olduğu hatırlanacak olursa, bu etkinin büyüklüğü ve yaygınlığı da kendiliğinden ortaya çıkar.

Kısaca Batı’nın aydınlanma çağı İslam’la tanışmanın derin etkisi altında gelişmiş, ancak sanayi devrimiyle pozitivizmin etkisinden kurtulamayan materyalist ve merkantilist bir yapının kemikleştiği bir yapıya dönüşmüştür.



BİR EVRENSELLİK ARACI OLARAK MEDENİYET

Batı, insanlık tarihinin geçirdiği evreler sonucunda ortaya çıkan ve içinde teolojik unsurlardan ziyade paganist unsurlar taşıyan şeylerin bileşiminin oluşturduğu karma kültüre “medeniyet” (civilisation) dedi. Zaman içinde bu kavram kültürle eş kullanılır hale geldiği için Batı medeniyeti dendiğinde bundan Batı’nın ulaştığı sınai ve kültürel gelişme anlaşılır oldu. Medeniyeti kültürle karşılayan ilk millet Alman’lardı. Buradan başlayarak yaygınlaşan bu kullanım şekli zamanla her iki durumu da kapsar şekilde kullanılır oldu. Kimileri kültürü; insanı olgunlaştırma çabası görürken, medeniyeti ise dünyayı olgunlaştırma çabası olarak değerlendirdi. Ama artık bugün kültür ve medeniyet çoğu kez birbiri yerine kullanılabilen kavramlar halini aldı. 18.yüzyıldan sonra Avrupa aydınlarının yeni bir Avrupa medeniyeti var etme çabaları birçok batılı ideolojinin varlığına yol açtı. Nietzsche kudret iradesini, Marks sınıfların idaresini, Darvin’se türler arasında mücadele yarışı olduğunu savunarak, Batı medeniyetine yeni bir ideolojiler kapısı açtılar. Bu ideolojik fikirler, Batı kültürünün hızla transferine de yol açtı. Öyle ki, bu tarihten sonra bu ideolojilerin herhangi birinin etkisi altına giren milletler, Avrupa’yı da bir kültürler merkezi, bir medeniyet odağı olarak değerlendirdiler. Sanayi devrimi sonrasında oluşan Avrupa her ne kadar kendini medeniyetin odağı görse de, kapitalizmin insan üzerinde yaptığı tahribatlar bu kültürel akım merkezinin aynı zamanda bir medeniyet merkezi olduğu yönündeki fikre karşı çıkarak medeniyet ve sınai gelişmenin birbirinden ayrı tutulması gereğini ileri sürdüler.
Bu yaklaşım içerisindeki aydınlar medeniyetlerin taşıyıcı bir unsur olduğunu, medeniyet yolundaki milletlerin başka bünyelerden kendi bünyelerine uyan tarafları alması gerektiğini, teknolojiyle, kültürün yani medeniyete beşiklik eden unsurların birbirlerinden ayrı tutulması gerektiğini belirtmekteler. “Medeniyetler tek  çizgi istikametinde gelişmez. Her medeniyet kendine has değerleri gerçekleştirerek insanlığın ortak hazinesini zenginleştirir. Bir medeniyet başka bir medeniyeti bütün unsurlarıyla benimseyemez. Medeniyetler üç yolla aktarılabilir: 1-kolonileşme yolu (Fenikeliler Kartaca’ya, Yunanlılar Güney İtalya’ya ve Sicilya’ya, İngilizler Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya kültürlerini böyle yaymışlardır.) 2-Aşılayarak: Tehlikeli bir usuldur bu. Her zaman tutmaz. Tutsa da ana gövdeyi felce uğratır. Boy atan, meyve veren yeni kültürdür. Helenleşen İskenderiye, Mısır ağacına yapılan böyle bir kültür aşısıydı. 3-Faydalanma yoluyla: Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme alır. Bu türlü iktibaslar daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir. Yabancı bir medeniyetten dinî, felsefî, içtimaî, ahlâkî unsurlar alınabilir; ama sadece besleyici unsur olarak. Hind böyle yapmıştır.
Her orijinal medeniyet, ayıklayıcı bir uzviyettir. Yalnız kendi bünyesine uyan unsurları alır. Birçok kültürler vardır dünyada: Değerce birbirine eşit kültürler. Her kültürün kendine göre bir medeniyeti vardır. Kültürün kaçınılmaz akibetidir medeniyet” (Umrandan Uygarlığa-Cemil Meriç)
Meriç, medeniyetlerin teke irca edilemeyeceğini belirtirken birçok ünlü Batılı da medeniyetlerin birden çok olduğuna dikkat çekmektedir. A. Toynbee, bu yaklaşımdan yola çıkarak tek bir medeniyetin olmadığını, başlangıçta 19 olan medeniyet kaynaklarının zamanla kaybolduğunu ve beş ana kaynağın kaldığını öne sürer. Uzakdoğu, Hind, Ortodoks Hıristiyanlık, İslam ve Batı. (Medeniyet Yargılanıyor A. Toynbee) Medeniyeti sadece Avrupa-Batı ile sınırlamayıp onun insanlık tarihinin bütünü içerisinde ele alınması gerektiğini söyleyen birçok Doğulu ve Batılı olsa bile, kapitalizmin tüketmek ve üretmek mantığı çerçevesinde oluşturduğu emperyalist ağ, buna uygun bir kültürün devşirilmesini de öngördüğü için medeniyet denilince bundan Avrupa-Batı medeniyetinin anlaşılması neredeyse ön şart olarak görülmektedir.

BATI MEDENİYETİNİN DÜNYAYA YÖN VERME 
(MEDENİLEŞTİRME)  TASAVVURU

Sanayi devrimi sonrası pozitivizmin etkisiyle hızla kiliseden uzaklaşan ve materyalizme kayan Batı, hem kültürel yönden hem de teknolojik yönden dünyaya üstünlük sağlamaya başladı. Batının sanayi devriminden sonra hızla yükselen üretimin eritilmesi için hızlı bir tüketim modelinin yaygınlaştırılması gerekiyordu. Bunun için ilk yapılması gereken şey ise yenilikçi talepkâr akımların yaygınlaştırılması oldu. Üretilen sanayi ürünlerinin satılması, Batı burjuvazisinin daha çok kazanması için önce Batıcılık ideolojisinin kabul ettirilmesiyle mümkün olabilirdi. “Medenî olmanın ve kalkınmanın yolu Batı’ya uymaktan geçer” sanayi devriminin yani Batı kapitalizminin bir ideolojisi olarak yaygınlaştı ve bu ideoloji birçok ana medeniyetin de çöktürülmesine yol açtı. Bunlardan biri de Osmanlı devleti idi. “Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğu’na Batı’ya pencere açtırmak amacı güdüyordu. İşte resmi ideoloji açısından çağdaşlaşma, hemen her zaman, uygarlığı olmadığı öne sürülen halka ‘medeniyet’ götürmek anlamına getirilmiştir. Çok uzun bir süre de aydınlar ya da yarı aydınlar bu anlama itiraz etmeyi düşünmemişlerdir.” (Çağdaşlık Sorunları-Selim İleri)

“Çağdaşlaşmak Avrupa’nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. ‘Çağ-dışılık’ ithamı, iftiraların en alçakcası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı’nın putlarına perestiş olsun?
Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi? Biz apayrı bir medeniyetin  çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.” (C.Meriç, Bu Ülke)
Meriç’e göre madde üzerinde hakimiyet kuran Avrupa’nın, kendi hakimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği yeni medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile dünyanın dengesini altüst etmiştir. Avrupa’nın hakiki İsevilerinden ve mütefekkirlerinden de bu duruma isyan vardır. Meriç, bu sefaletten yorgun, çıkarcı Avrupa’ya, kendi içerisinden, inançlı, kalbi insanlık ateşi ile tutuşmuş gerçek aydınların da isyan ettiğini bildirir bize.

Lamennais, kilisenin aforoz ettiği, Hıristiyanlığın en coşkun, en inanmış savunucusudur. Düşünüre göre, on dokuzuncu asır Avrupa’sını, akıldışı bir yobazlık dalgası önüne katmıştır: Akla perestiş. Hangi akla? Maddi çıkarlarını bir çoban köpeği uysallığı ile koruyan, alelâde ihtimalleri ezelî kanun diye sunan, bakkal terazisi kadar hassas, bakkal terazisi kadar yalancı bir aşağı bir yukarı. Lamennais bu sahte tanrıya isyan eder. “En hasta asır kendini hataya kaptıran asır değildir; hakikatten yüz çeviren, hakikati kçümseyen asırdır. Coşkun heyecanların olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar sona ermiş, nabız durmuş, kalp soğumuşsa. Yakın ve önüne geçilmez bir çöküşten başka ne umulabilir? Neden saklamalı? Avrupa’da toplum hızla bu vahim âkıbete koşmaktadır” (Cemil Meriç Bu Ülke)

Batı kapitalizminin medeniyet adına ihraç ettiği ideolojinin dünyayı getirdiği hale isyan sadece Meriç gibi Türkiyeli aydınlardan gelmiyordu. Batılı birçok aydında, Batı’nın medeniyet tasavvurunun hastalıklı olduğunu, bu materyalist ve pozitivist düşüncenin insanlığı büyük bir “insanlık” tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor ve Batı medeniyetini sert bir dille eleştiriyordu.

BATI MEDENİYETİNE BATI GÖZÜYLE BAKIŞ

Medeniyetin tek ve sadece Batı medeniyeti olduğu yönündeki Andre Gide ve Ernest Renan gibi bazı düşünürlerin ortaya attığı iddialar, dünyada olup bitenlerin, insanı ihmalin tüm günahını Batı’ya yüklemeyi kolaylaştırmıştır. Batı’nın sanayi devriyle başlayan savaş ve çatışmaların derinleşmesi dinin baskısından kurtulmak adına ayaklanan ve seküler bir yapıya kavuşan Batılı düşünürlerde ciddi bir şaşkınlığa yol açmıştır. İnsanlığa mutluluk getirme adına kiliseyle bağını koparan ve teknolojik atılımlarla işlerini kolaylaştıran Batı erken yaşanan insanlık krizleriyle neye uğradığını şaşırmıştır. Hızla yükselen ırkçılığın ve Hitler faşizminin insanlığa açtığı büyük yara ve bela ise bunun tuzu biberi olmuştur.
Yeni medeniyetin hızla düşüşe geçtiğini gören bazı Batılı düşünürler kapitalizmin sınai devrimle birlikte sınıflar arasındaki makası büyüttüğünü, diğer milletleri de esir almak için yeni pazarlar oluşturduğu gerçeği üzerine, bu kez suçu Batı’nın içinde bulunduğu algı yerine, uygulanan sisteme attılar. Bilhassa Batı’nın mevcut ideolojisiyle barışık olmayan Marksist düşünürler, Batı medeniyetinin temellerini eleştirmek yerine uygulanan sistemi eleştirdiler. Varoluşçuluğun en önemli temsilcisi olan Sartre’nin, Avrupa’nın kültürel temellerini değil de, burjuvaziyi Avrupa’nın hasta adamı diye tarif etmesi buna bir örnektir. Yine “Batının Çöküşü” adlı önemli eserin sahibi olan Spengler de Batının Çöküşü’nün önsözünde “Yarattığım bu eseri bu yılların sefaletine ve iğrençliğine rağmen, bir Alman felsefesi diye adlandırmakla övünüyorum” eklemesini yapmayı eksik etmemiştir.
Bunlara rağmen Batı medeniyeti konusunda neredeyse iyimser hiçbir şey söyleyemeyecek kadar olumsuz görüşler belirten düşünürler de var ve bunların sayısı hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Bu isimler arasında dünyaca önem verilen düşünürler de yer almaktadır. Batı medeniyetini en ağır dille eleştirenler arasında yer alan Fourler; “Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir; süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen. Hakim-i mutlak: para.
Salnameleri kanla yazılı medeniyetin, münasebetleri yalan üzerine müesses: Yalan, kin ve kalleşlik. Medeni insan, içtimai bir yılandır, nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda.” (C.Meriç-Umrandan Uygarlığa) der.
Ünlü sosyolog ve düşünür A. Sorokin de Batı medeniyetini ağır dille eleştirenler arasında yer alan bir isim; “Teknoloji ve sanayi dallarındaki ilerleme ve kalkınmamıza rağmen geçmişe oranla çok daha ‘ahlak fakirliği’ yaşamadayız, insani hasletlerden mahrum durumdayız. Kalkınmış ülkeler ahlak ve insani seciye açısından fakir ve geri kalmış ülkelerden çok daha ileri durumdadırlar.  Bugünün maddeci medeniyeti tezad ve çelişkilerle doludur; sözlerle eylemlerde, inançla amellerde, duygu ve düşüncelerde hep tezat ve çelişki vardır günümüzde.” demekte.
Batıda yeni teolojik arayışların artması ve birçok düşünürün Doğu mirasına eğilmesi de yeni bir medeniyet arayışının belirtileri olarak görülebilir.
Yok edilen kilisenin yerine konulan seküler yaşam, toplumu bir inançsızlık girdabına düşürmüş ve toplum hızla çürüme noktasına doğru yol almıştır. Bu durum üzerine Batı medeniyetinin başka kültürlerin uygun yanlarıyla desteklenmemesi halinde çökeceği görüşü gitgide bir endişeye, paranoyaya dönüşmektedir.


BATI KISKACINDAKİ OSMANLI

Doğu’da ve İslam dünyasında Batı’nın etkileri aydınlanma dönemiyle başlayıp, sanayi devrimiyle yol alır ve son yüzelli yılda  iyice belirleyici hale gelir. Osmanlı döneminde Batı’nın yaygın olarak tartışılması, özellikle askeri, ekonomik ve siyasi alanlarda Batı’nın üstünlüğünün fark edildiği gerileme döneminden itibaren başlamış olsa bile asıl etki son yüzelli yılda sonuç alıcı noktaya gelir.
Başlangıçta; ilginin kaynağında esas olarak, hem Batı ile yoğun bir ilişki hem de bu üstünlüğün nedenlerinin anlaşılması çabası vardır. Batı ile ilgili en yoğun tartışmalar ise, onun bir medeniyet olarak “ciddiye alınmaya” ve anlaşılmaya çalışılması ile ülkenin içinde bulunduğu sorunlara çözüm bulunması kaygısı tarafından şekillendirilmiştir.
Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra Mustafa Reşit Paşa’ya bir mektup gönderen Auguste Comte kurduğu yeni din olan pozitivizme Osmanlının hazırlanmasını ister. Her ne kadar bu istek hemen gerçekleşmemişse de, çok geçmeden Beşir Fuad, Ahmet Ziya ve Ziya Gökalp’in eliyle pozitivizm Osmanlı bünyesine yerleşmeye başlamıştır. Artık Batı’dan alınan pratikler felsefi anlayışlarla desteklenmeye başlanmıştır.
II.Meşrutiyet dönemi Batıcılık düşüncesinin liderlerinden olan ve İçtihad dergisini çıkaran Abdullah Cevdet’e göre tek bir medeniyet vardır ve bu medeniyeti olduğu gibi almamamız halinde Batı karşısında yok olup gitmemiz Avrupa tarafından işgal edilmemiz kaçınılmazdır. Abdullah Cevdet gibi bazı aydınlar tümüyle Avrupa’yı taklidi savunsa da, Osmanlı aydınlarının çoğunluğu Avrupa’nın sinaisi ve ilminden yararlanılmasını ancak kendi yapımıza, kültürümüze adapte edilmesini savunurlar. “İkinci çizgide toplananlar modernleşmeyi topyekün Batılılaşmak tarzında anlamazlar. Geleneksel olanla modern olan arasında bir denge kurulması gerektiğini düşünürler. Birçok düşünür İslâmî nasların korunması suretiyle ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılardan arınabileceğine inanır. Bu çerçevede değerlendirilebilecek ilk Osmanlı entelektüelleri Yeni Osmanlılardır. Onlar modernleşme olgusuna daha ihtiyatlı yaklaşmışlardır.” (İlber Ortaylı-İmparatorluğun En Uzun Yılı, 1975)
Bunlar, Avrupa’dan gelen yeniliklerin başarılı olabilmesinin, İslamî kimlikle uyum sağlayabildiği ölçüde mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Bu grupta değerlendirilebilecek aydınlar Batı’dan gelen her şeyi topyekün kabul etmek veya sil baştan reddetmek yerine seçici olmayı tercih etmişlerdir. Said Halim Paşa şöyle der bu konuda: ‘Evet Batı’yı taklid bizi tam bir başarısızlığa götürdü. Ama yine de bu medeniyetten geniş ölçüde faydalanmak zorundayız.” (Umrandan Uygarlığa C.Meriç)
“İmparatorluğun son yıllarında, İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidarda olmasının da yardımıyla modernleşmenin iki yüzünden birisi olan topyekün Batılılaşma, yönetim kademelerinde itibar görmeye başlamıştır. Kuşkusuz bunda İttihat ve Terakki Partisi’nin tek ideologu olan Ziya Gökalp’in büyük etkisi vardır.” (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler)
Ancak bu dönemde de M.Akif gibi düşünürlerimiz bir yandan Batı medeniyetini eleştirirken, diğer yandan da Batı’nın ilim ve tekniğinin alınmasını önemli görmüşlerdir. M.Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde irad ettiği vaazının bir yerinde şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.” (Ersoy, Sebilürreşad, 1339) Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü yaklaşan M.Akif başka bir makalesinde; “Memleketimizde iki sınıf halk görüyoruz: Ne varsa Şark’ta vardır, Garb’a doğru açılan pencereleri kapamalıyız” diyenler, “Ne varsa Garp’ta vardır. Harîm-i ailemizi bile Garplılara açık bulundurmalıyız” iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor ki, ne varsa Şark’ta vardır diyenler, yalnız Garb’ı değil, Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar.” (Ersoy, 1327) .
İstiklal Marşı’nda Batı’ya “tek dişi kalmış canavar” diyen Akif’in Safahat adlı eserinde buna benzer birçok dizeyle karşılaşırız:
“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!/Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!/Tükürün ehl-i salîbin hayasız yüzüne!/Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!/Medeniyet de Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı;/Kapıştı bunları “yirminci asrın evlâdı!”/Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası,/Unuttu ayranı, ma’tûha döndü kahrolası,/Heriflerin, hani, dünya kadar bedâyi’i var;/Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyi’i var./Giden birer avuç olsun getirse memlekete;/Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’rifete./Kucak kucak taşıyor olmadık mesâvîyi,/Beğenmezsek, “medeniyyet!” diyor, inandık iyi!/”Ne var biraz da ma’ârif getirmiş olsa… desek;/Emîn olun size ‘hammallık etmedim?’ diyecek. Nilen maskara mahlûku görün,/Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!”
Batı ile ilişkilerimizde Japonları örnek almamız gerektiğini ifade eden M.Akif, Batı’nın kıymetli, işimize yarayacak eşyalarını almamızda bir sakınca görmez. Ancak “moda gibi millî bünyemize uymayan çirkinliklerin ülkemize girmesine de izin verilmemelidir.” der. Bu düşüncelerini şu mısralarla ifade eder: “Garb’ın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür/Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür. (Ersoy, 1990)

BATI MEDENİYETİNİN YAYILMACI YÜZÜ: ORYANTALİZM

Oryantalizm, Batı’nın Doğu’ya açılmak istemesiyle ortaya çıkmıştır. Oryantalizm, Batı medeniyetinin üstünlüğünü ve tekliğini olmazsa olmaz görür ve bu ana eksen üzerinde Doğu incelemeleri yapar. Aslında bu kavramın temelinde sanayi devrimiyle birlikte kendine yeni pazarlar arayan Batı’nın Doğu düşüncesini anlamaya çalışması ve Batı kültürünü bu yolla Doğu’ya empoze etme çabası yatar. Gerçek niyeti gizlenmiş olan bu kavramın amacı Afrika, Asya, Ortadoğu’da Batı medeniyetini yerleştirip bu ülkelerin halklarını her yönden sömürmektir. Asaf Hüseyin, Batı’nın İslamla Kavgası eserinde: “Batı sömürgeciliği dünyanın değişik yerlerinde insanları kendi yönetimine bağladı. Ancak İslam ülkelerinde sömürgeciler uzmanı ve Fransız Katolik Enstitüsü üyesi Baron Carra de Vaux, Fransız yönetimine sunduğu çözüm yolu etnik ve politik bölünmeleri kullanarak İslam ülkelerini parçalamak şeklindeydi” der. Oryantalistler, yerleştikleri ülkelerde, o ülkenin kültürü, dini hakkında bilgi sahibi oldular ve gerek Yahudi bilginleri, gerekse Hıristiyanlarla birlikte hareket ettiler. Oryantalist görüş Batı kültürünün bir parçası olarak gelişmiştir. Renan, Edward Lone, Toynbee gibi kişiler oryantalizmi, sömürge devletlerin çıkarı için kullandılar. İslama Batılı bir gözle bakmayı getiren Oryantalizm sayesinde Batılı yeni düşünceler ve akımlar İslam dünyasında etkili oldular ve yeni haritaların çizilmesine zemin hazırladılar. Batılı ülkeler bu dalı hızla İslam ülkelerinde yaydılar ve bu ülkelerin üniversitelerinde kürsüler kurarak öğrenci yetiştirdiler. Müslüman bilim adamlarına paye vererek kendilerine bağladılar. Hz. Peygamber ve İslamiyet hakkında getirdikleri yeni yorumlarla İslam dünyasında düşünsel ayrılıkların ve kuşkuların temelini attılar. İslam’a getirdikleri bu yorumlar planlıydı. İslam alimlerinin topluma ve şartlara göre yaptığı farklı içtihatları Müslümanlar arasında siyasallaştırıp bir çatışma konusu haline getirdiler. Bu durumları nedeniyle Oryantalistler kimi Doğulu düşünürlere göre Hıristiyanlığın gizli propagandistleri olarak görülürler. Bu sebeple oryantalistlerin İslam incelemelerinde Batı medeniyetinin üstünlüğünün izlerini görmek hiç de şaşırtıcı değildir.
Oryantalistler, İslam ülkelerinde, teknolojik gelişimi gelişmenin tek ölçütü görüp geri kalmışlık düşüncesinin asıl kaynağının Doğu düşüncesi olduğunu Müslümanlara gizli ifadelerle sundular. Bugün bazı Müslümanların geri kalmışlığı Batılı gibi olmamaya bağlamasının temelinde oryantalizmin önemli etkisi vardır.

MEDENİYETE GENEL İTİRAZLAR: MEDENİYETSİZ MEDENİYET

Batı kapitalizminin şekilden şekle girerek bir dünya esareti yaratması, bu durumu önceden sezenler için de bir esin kaynağı oldu. Batı’dan yayılan yeni düşünceler, bütün dünyada bir arayışın da habercisi oldular. Düşüncenin çeşitliliğinin belirmesiyle medeniyet sorgulamaları ve yeni bir medeniyet arayışları da bu çerçevede hızlandı. Yeni ideolojilerin vücut bulması ya da örgütlenmelerin hızlanması da dönemsel olarak bu dönemlere denk düşer. Sanayide oluşan işçi sınıfı ezilenlere yeni bir ideoloji sunar. Bu tanrısız ideolojinin medeniyet algısı ise büsbütün reddiyelerle doludur.
Batı’nın eleştirel düşünürlerinin hemen hemen tümü bu tanrısız ideolojiden yani marksizmden etkilenirler. Bu düşünürlerin kimisi insanlığın köklerini gelenekte, folklorik kültürde,bakir dinlerde, mistisizmde ya da antik dönemlerde aramaya yönelirler. İşte böylece Batı medeniyetinin temelleri de sarsılmaya başlar.
Batı düşüncesinin etkisinden sıyrılmayla çalışan Doğu düşünürleri de yeni çıkış yolları ararlar. Yüzyılın son çeyreğinde ise milletler geleneklerinin kökeni üzerine eğilmeleri esnasında yeni bir tanımı ortaya atarlar. Bu yaklaşıma göre, Batı’nın medeniyet diye gördüğü değerlerin tümü insanlığı tehdit eden ve otokrasiyi güçlendiren unsurlardır. O nedenle ilk yapılması gereken şey bu bakış açısını değiştirmek olmalıdır. Bu düşünceyi en net şekilde seslendirenlerden biri olan İsmet Özel bu konuda şöyle der: “İslam devleti geçmişte nasıl medenileşmiş bunu iyice anlayıp, böyle bir medenileşmeyi önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir İslam toplumuna gitmemiz esastır. Çünkü medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir.” (Üç Mesele)
Bu çerçevede başlayan ve günümüzde de devam eden bu tartışmalar yalnızca Türkiye’de ve İslam ülkelerinde değil, Doğu’da da, Batı’da da tartışılmaktadır. Genelde medenileşmenin getirdiği konular olan modernlik ve post-modernlik tartışmaları da yer yer bu konu çerçevesinde ele alınan konulara yakın düşmektedir.

MEDENİYETİN YENİDEN İHYASI YA DA YENİ BİR MEDENiYETE DOĞRU

Konunun girişinde bahsettiğimiz gibi, insanlık tarihinin oluşturduğu medeniyetleri iki ana kaynağa ayırabiliriz. Vahye dayalı, peygamberlerin oluşturmaya çalıştığı yaşam tarzları ile oluşan topluluklar ve onlarla çatışan, onların sunduklarını tahrife yeltenen ve onlara karşı çıkanların oluşturduğu topluluklar.
Bu her iki minvalde yürüyen topluluklar, bugün sözlüklerde anlamını bulan medeniyet dediğimiz olguları oluşturmuşlar ve bunların etkileşimlerini yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Böyle bakıldığında tarih sahnesinde yer alan her yerleşik milletin bir medeniyet olgusunun olduğunu kabul etmek durumundayız. Böylesi bir kabulden sonra medeniyetlerin içiçelik durumlarına göre birbirlerinden etkilendiğini ve bir sonraki medeniyete kucak açtığını söyleyebiliriz.
Nasıl Pagan kültürü sonunda, savaştığı dinlerin etkisi altına girmişse ve daha sonra etkisi altına girdiği dinlerin tahrifine yol açmışsa, medeniyetler de dönem dönem insana yani vahye yaklaşan ya da yabancılaşan şekillere bürünmüşlerdir.
Geçmiş medeniyetlerin oluşturdukları üzerinden bugün bir çıkarsama da bulunsak bile artık dünya yeni bir döneme girmiştir. Bu dönem teknolojinin her şeyi hızla eskittiği bir dönemdir ve artık bu dönemlerde izleri geleceğe taşınacak, sözlüklerin medeniyet tarifine uygun medeniyet unsurlarının tekrarlanacağını, benzer medeniyetlerin oluşacağını düşünmemeliyiz.
Bugün artık görkemli mabetler yerine görkemli plazalar var ve bireyin sanat işçiliğini robotların engin yetenekleri almıştır. Artık bugün hiç kimse yeni Süleymaniyeler, Sümelalar beklememektedir.
Bir köy haline gelen dünyanın muhtarı da oyuncusu da bireydir artık. Dünyada ne olup bitiyorsa bunları öğrenmek, aylar süren yolculukları saatlere sığdırmak, ihtiyaç duyulan arşivlere ve bilgilere bir tıkla ulaşmak mümkün hale gelmiştir.
O halde, yeni medeniyet evrene ve Rab’bine yabancılaşmış olan insana yönelecek ve onu yeniden inşa edecektir.

Artık,”izm”ler tümüyle iflas etmiştir ve Batı medeniyeti büyük bir çöküşe girmiş olmasına rağmen, ürettiği materyalist sekülerizmin yerine koyacak bir şey bulamayacak durumdadır. Bu manzarada tek alternatifin İslam olacağı gitgide açığa çıkmaktadır.
 “Batı medeniyeti Yahudi-Hıristiyan dinine, Grek-Roma mirasına, sekülerlik ve demokrasi ilkelerine dayanıyor. Başka alanları da etkileyen çağdaş düzenlerinin adı da liberal kapitalist düzendir. İslam medeniyeti, Hz. İbrahim’den beri aynı isimle devam eden İslam vahyine, tevhid gerçeğine, Allah’ın yarattıklarının insanlara emanet edildiği ve onlara şefkatle muamele etmek gerektiği esasına dayanmakta, ‘yöneticilerin seçimle işbaşına gelmeleri,  danışma yoluyla yönetmeleri, yönettiklerine hesap vermeleri, başarısızlık veya ehliyetin kaybı halinde emaneti ehline teslim etmeleri’ şeklinde özetleyebileceğimiz siyaset usulünü içermektedir. İslam ile Batı medeniyetlerini ayıran farkın ‘demokrasi ve teokrasi’ farkına indirgenmesi cehalet değil, bilmezden gelmektir, tecahüldür. Fark çok daha geniş ve derindir. İslam medeniyeti geçmiş asırlarda iyi bir imtihan vermiş, insanları geliştirip mutlu edebileceğini, dünyaya huzur, adalet ve hürriyet getirebileceğini ispat etmiştir.” (İslam ve Batı Medeniyetleri, Hayrettin Karaman)

Beyan, burhan ve irfanla bir bütün oluşturan İslam düşüncesi, insanlığa tek reçete durumundadır.


Semiha Kavak
Hece Dergisi Medeniyet Özel Sayısı
2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder