Bir ülke veya toplumun, maddi veya manevî varlıklarının,
düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını oluşturan unsurlar
medeniyet olarak tanımlanmakta. Bu
tanıma göre medeniyet, belirli bir insan topluluğu veya topluluklarının belirli
bir coğrafya üzerinde ve belirli bir zaman içinde ortaya koydukları değerlerle
sınırlı kabul edilmekte.
Oysa; medeniyet kelimesi Arapça olup, “medîne” kökünden
gelmektedir ve “şehir” demektir. Medeni olan, şehrin kültürüyle yoğrulmuş olup,
bu kültürü bir başka tarafa aktarabilecek özgünlükte olandır.
Buradan bakıldığında medeniyet olgusundan insanları sosyal,
ekonomik, kültürel ve ahlâkî yönden refah ve huzura kavuşturmayı anladığımız
için, medeni milletlerin de bu çerçevede gelişerek daha mutlu olduğunu
düşünebiliriz. Sözlüklerimiz, medeniyet sözcüğüne çeşitli tanımlar
getirmekteler. Lügat-ı Nâcî: “Medenîlik,
şehirlilik, bedevîliğin zıttı. Terakkiyât-ı hâzıraya muvafık surette maîşet ve
ictima” (Muallim Nâcî, 1995); Kâmûs-î
Türkî: “İlim, teknik, sanayi ve ticâretin nimetlerinden gerçek anlamda
yararlanarak, bolluk, rahatlık ve güvenlik içinde yaşayış, hazariyet, terakkî
(Şemseddin Sâmî, 1989); Mükemmel Osmanlıca Lügat: “Bedeviyetin zıddı.
Medenîlik, şehirlilik, terakkîyât-ı hazıraya muvafık surette maîşet ve ictima”
(Ali Nâzimâ, 1318); Osmanlıca-Türkçe Sözlük: “Şehirlilik, hayattan tam
faydalanmak, iyi ve rahat yaşama. (Özön, 1997); Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik
Lügat: “Medenîlik, şehirlilik, uygarlık” (Devellioğlu, 1993); Türkçe Sözlük:
“Uygarlık” (Türk Dil Kurumu, 1988); Osmanlıca-Türkçe Lügat: “Medenilik,
şehirlilik, uygarlık, bir topluluğun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü,
maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıfların tamamı. İlim teknik sanayi ve
ticaretin nimetlerinden gerçek anlamda yararlanarak bolluk, güvenlik ve
rahatlık içinde yaşayış.” (Risale-i Nur Enstitüsü, 2001).
Batı dillerinde de “medeniyet” anlamında kullanılan
civilisation kelimesi, Latince ci-vitas kelimesinden gelen İngilizce city,
Fransızca çite (şehir) kelimeleri ve yine İngilizce civic (şehre ait), civit
(nazik, kibar) kelimeleri ile akrabalık taşımaktadır. “Medeniyet” kelimesinde
de aynı durumu görmek mümkündür.
Tüm tanımlardan anlaşılacağı üzere; medeniyet ancak
insanlığın ilerleyen, yerleşik düzene geçtiği, şehirleştiği, bir kültürü
sonraki kuşaklara aktarabildiği zamanlarında ortaya çıkmış olmanın karşılığı
olarak görülmektedir. Bu nedenle, insanın
var oluşunu inceleyen Batı tarihçilerine göre medeniyete kadar gelinen dönemler
çeşitli süreçlere ayrılmaktadır. Tarihçilerin kullanageldiği tasnifler arasında
en yaygın olanı da kuşkusuz Cellarius’ün tasnifi. Cellarius yazının
bulunmasından önceki döneme prehistorik çağ, sonraki döneme de tarihî çağlar
der. Prehistorik çağı kendi içinde iki döneme ayırır, bunlar: taş devri ve
mâden devri. Taş devrini de kendi içinde üç döneme ayırır, bunlar: paleolitik
çağ, mezolitik çağ ve neolitik çağ. Maden devrini de yine kendi içinde üç
döneme ayırır: bakır devri, tunç devri ve demir devri.
Bu tanımlara göre insanlığın medenileşme tarihi, yerleşik
düzene geçtiği siteleştiği dönemlere denk gelmekte, geriye doğru medeniyet
yerini vahşi yaşama terk etmektedir.
MEDENİYET TANIMININ İLK İNSAN REDDİYESİ
Yalnızca islamiyete göre değil, diğer ilahi dinlere göre de,
insanlığın ilk atası medeniyete konu olan yani yerleşik bir düzen kurma için
gerekli olan bilgilere sahipti. Tanrısal bilgilerle donatılan ilk insan bu
çerçevede insanın dirlik ve düzeni, mutluluğu için gerekli bilgilerle
donatılmıştı.
İslam inancına göre ilk insan olan Hz. Adem bir peygamberdi
ve yeryüzünde Tanrı’nın bir halifesi olabilecek olgunlukta, bugünün insanında olan erdemliliklerden daha
çok erdemliliğe sahipti.
“Adem yalnızca ilk insanın değil, aynı zamanda binlerce
yıllık bir süre içerisinde ilk beşeriyetin tamamını da gösterir. İyi ama din
insanın geçmiş zaman içinde çok mükemmel bir durumda yaratıldığını ve o
zamandan beri de sürekli düşüş gösterdiğini ileri sürmek zorunda mıdır? Hiç
kuşkusuz, evet; zira Adn bahçesi kıssası sadece lafzı yönüyle yorumlanamasa
bile, bu lafzı yönüne aykırı olarak da kullanılamaz. İlk insanın mükemmel bir
biçimde ve daha sonra ‘düştüğünü’ söyleyen sadece Musevilik, Hıristiyanlık ve
İslam değildir. Aynı gerçek, birçok değişik benzetmeyle örtülmüş bir biçimde,
dünyanın her tarafında tarih öncesi geçmişten günümüze kadar gelmiştir.”
(Martin Lings-Antik İnançlar, Modern Hurafeler)
İnsanoğluna bahşedilmiş bütün yetenek, imkân ve yardımların
en geniş manadaki gerçekleştirimi demek olan medeniyet, ilk insanın yani Hz.
Adem’in gelişiyle başlamıştır. İnsanlığa tarımı öğretmenin yanı sıra vahyedilen
yaşam biçimini de öğreten Hz. Adem’le birlikte hak ve batıl arasında da
mücadele başlamış, ilahi medeniyete karşı, şeytani bir yaşam biçimi
geliştirmenin de tohumları atılmıştır yeryüzünde.
O halde medeniyetin ilk kaynağını Tanrı’nın vahyine mazhar
olunan ilk Peygamber döneminden itibaren düşünmemiz gerektiği gibi, buna karşı
gelişen yaşam biçimini de bir başka isyan medeniyeti başlangıcı olarak
değerlendirebiliriz.
İKİ TÜR MEDENİYET
İnsanlık tarihi Hz. Adem’le başlayan medeniyet yolculuğunda
oluşan karşıtlıklar nedeniyle iki tür medeniyetle karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan biri ilâhî dinlere inanan insan
topluluklarının ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de bu inanç sistemine karşı
olan insan topluluklarının oluşturdukları beşeri kaynaklı medeniyetlerdir.
Günümüzde medeniyete kaynak gösterilen eski Hind, Asur,
Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların oluşturdukları yaşam
tarzlarıyla meydana gelmiştir. Bu toplumlarda birçok tanrıya inanılır, bu
tanrılar insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara
tapınılır ve peygamberlerle mücadeleye girilir, onların getirdiklerine karşı
çıkılırdı. Bu dönemlerde insanlara bilhassa krallara (Firavun, Nemrud,
Promethe, Afrodit vs. gibi) yücelik atfetdiklerinden bu kişiler tanrı ya da
yardımcıları gibi görülürdü. Buna göre şekillenen günlük hayatta, insanlar; asiller,
aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve çeşitli isimler altında
sınıflandırılır; hâkim sınıflar diğerlerini dinî, ekonomik ve beşerî bakımından
sömürürler ve zulmederlerdi. Bu farklılık öldükten sonra mezarda da kendini
gösterir; üstün sınıflar için piramitler, kral mezarları gibi büyük mezarlar
yapılırdı. Çoğunda kadınlar ikinci sınıf insan muâmelesi görür, birçok zaman
insan bile kabul edilmezlerdi. Zevkleriyse Atina’daki hipodromlarda insanları
çırılçıplak spor müsabakalarına sokmak; çeşitli adlar altında tertipledikleri
eğlencelerde her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’daki hipodromlarda köle yapıp
“gladyatör” dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve günlerce
aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetiyle birlikte ahlaktan yoksun,
aynı cinsler arasında sapık ilişkilerin geliştirildiği ortamlar oluşturulurdu.
İşte Batı tarihi, bu dönemleri dahi medeniliğin dayandığı
tarihler olarak görmekte. Bu kültürü yansıtan şeyler eski çağlardan yansıyan
medeniyet değerleri olarak ifade edilmekte, bunların bazıları spor olarak
değerlendirilmektedir.
BATI MEDENİYETİNİN TEMELLERİ
Her medeniyetin biri manevî, diğeri de maddî olmak üzere iki
temeli vardır. Çağdaş Batı medeniyetinin manevi temelleri, Helenistik kültür,
Roma sadizmi ve Hıristiyan ruhbanlığıdır. Birbirine çok zıt olan bu üç kültür,
Batı medeniyetinin çelişik durumlarının da bir adresidir.
Batının yaklaşık son iki asırdır kullandığı civilisation
sözcüğü aydınlanma çağıyla dünyaya armağan edilmeye çalışılsa da, Batı’da bu
sözcüğün kökeni “police” yani düzen içerisinde medeni yaşama anlamına gelen bu
sözcüğe dayanmaktaydı. Greko-romen kültürün yaslandığı Helenistik kültürde
Tanrı, insanlığın düzenine ayak uyduran çoğul tanrılardan oluşmaktaydı.
Hıristiyanlık öncesindeki Avrupa kültürünün en temel
özelliği, pagan inançlara, yani çok
tanrılı dinlere sahip olmasıydı. Avrupalılar, ibadet ettikleri bu sahte
ilahların kendilerine hayatın farklı yönlerinde yol gösterdiğine ve yardım
ettiklerine inanıyorlardı. Bunların en önemlileri arasında ise, hemen her pagan
toplumda savaş tanrıları yer alırdı. Pagan inancında savaş tanrılarına
gösterilen bu rağbet, bu kültürde şiddetin kutsal görülmesinin bir sonucuydu.
Pagan kavimler birer barbar toplumdular ve daimi bir savaş atmosferi içinde
yaşıyorlardı. Kavim adına öldürmek, kan dökmek, kutsal bir görev sayılıyordu.
Şiddetin ya da vahşetin hemen her türü, pagan dünyasında kendisine meşru bir
yer bulabiliyordu. Şiddeti yasaklayan, bunun yanlış olduğunu açıklayan hiçbir
ahlaki kaynak yoktu. Pagan dünyasının en “medeni” devleti sayılan Roma bile,
insanların vahşi hayvanlara parçalatıldıkları ya da ölümüne dövüştürüldükleri
arenaların diyarıydı. Roma yöneticileri çoğu kez zalimlikleri ile tarihe
geçiyorlardı. Ünlü Neron, öz annesi, eşi ve üvey kardeşi başta olmak üzere
sayısız insanı öldürterek iktidara gelmişti.
Roma’da bu vahşet kültürü hakimken, Vandallar, Gotlar,
Vizigotlar gibi kuzeydeki barbar pagan kavimler çok daha vahşiydiler. Bu
kavimler, bir yandan birbirlerini kırıp geçiriyor, bir yandan da Roma’yı
yağmalamaya çalışıyorlardı. Yalnızca kaba kuvvetin geçerli olduğu, dahası bu
kuvvetin her türlü kullanımının ahlaki sayıldığı, bir dünyaydı pagan dünyası.
Her ne kadar Yunan ve Roma medeniyeti kimilerine göre Avrupa
medeniyeti değil, Akdeniz medeniyeti olarak kabul edilse de Avrupa uzun yıllar
bu medeniyetin etkisi altında kalmıştır.
Batı medeniyetinin örnek aldığı devlet olan ve M.Ö. 8.yüzyıl
dolaylarında Lykurgos tarafından askeri bir devlet olarak kurulduğu bilinen
Sparta, tam anlamıyla bir savaş ve şiddet devletiydi. Sparta’da anne babalar
erkek çocuklarına yedi yaşına kadar bakmakla sorumluydular. Çocuklar bu yaştan
12 yaşına kadar 15 kişilik bir ekibin üyesi olurlar ve kurallara uymakta başarı
gösterenler önderliğe seçilirdi. Çocuklar sadece spor yaparak vücutlarını
güçlendirir ve savaşa hazırlanırlardı. Okuma yazma önemli sayılmaz, müzik ve
edebiyata pek ilgi duyulmazdı. Çocukların öğrenmesine ve söylemesine izin
verilen şarkılar, sadece savaş ve şiddet konularını içeren şarkılardı. Sağlıklı
ve güçlü doğan Spartalı erkek çocukların yaşamları devlete adanırken, sağlıksız
bebekler dağlarda ölüme bırakılıyordu. Sparta hakkında en detaylı yorumları
yapan düşünürlerin başında, ünlü Yunanlı felsefeci Platon gelir. Platon,
Sparta’daki insanlık dışı düzene hayran kalmış ve kitaplarında Sparta’yı örnek
bir devlet modeli olarak göstermiştir. Platon’un bu eğilimleri nedeniyle,
20.yüzyılın önde gelen düşünürlerinden biri olan Karl Popper, The Open Society
and Its Enemies (Açık Toplum ve Onun Düşmanları) adlı ünlü kitabında, Platon’u
açık toplumun ilk düşmanı ve baskıcı rejimlerin ilk ilham kaynağı olarak
gösterir.
Platon’un vahşi öğretisi ve bunun yansımaları tüm diğer pagan
toplumlarında da görülmüştür. Eski Mısır’ı yöneten Firavun’ların kurduğu
sistem, bazı yönleriyle Sparta’yı andırır. Mısır Firavunları da güçlü bir
askeri disipline sahip devlet sistemleri kurmuşlar ve bunu kendi halklarına
baskı uygulamak için kullanmışlardır. Hz. Musa döneminde Mısır’ı zalimce
yöneten Firavun II. Ramses, Sparta’daki bebek katliamlarını hatırlatan bir
zalimlikle ülkesindeki tüm Yahudi erkek çocukların katledilmesini
emretmiştir. Allah’ın Kuran’da
bildirdiğine göre, Firavun tüm halkına “Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi
görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum”
(Mümin Suresi, 29) diyerek kendini medeniyetin temsilcisi olarak göstermiştir.
Kendisinin pagan inancını reddederek Hz. Musa’nın getirdiği hak dine inanan
büyücülerini ise “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz, öyle mi?
Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam
edeceğim” diye tehdit etmiştir. (Araf Suresi, 123-124)
Sonuç olarak; İlahi dinlerin etkisinden uzak, çok tanrılı
pagan kültürü Batı’nın ilk medeniyet temelini oluşturmaktadır. Bu pagan
medeniyeti ilahi dinlerle sürekli çatışmış, peygamberlerin getirdiği vahiy
kültüründen kendini uzak tutan ve onlarla savaşan bir yapı oluşturmuştur.
Sadece bir varlık mücadelesi veren ve vahyi insanlara
ulaştırmaya çalışırken türlü zorbalıklarla karşılaşan peygamberler bu
dönemlerde dünyayı etkileyecek bir devlet ve medeniyet modeli geliştirememiş
oldukları için o dönemlere ait medeniyet etkisi pagan kültürünün etkisi altında
gelişmiştir.
HIRİSTİYANLIK SONRASI BATI MEDENİYETİ
Avrupa’ya hakim olan pagan kültürden oluşan Avrupa
medeniyeti, 2. ve 3.yüzyıllarda Hıristiyanlığın önce Roma’ya sonra da tüm
Avrupa’ya yayılmasıyla birlikte önemli değişimlere uğradı. Hıristiyanlık, Hz.
İsa’nın insanlara tebliğ ettiği hak dinin temel ahlakî özelliklerini Avrupa
toplumlarına taşıdı. Daha önceden şiddeti, çatışmayı, kan dökmeyi kutsal ve
meşru sayan, sürekli birbiri ile çatışan farklı kabilelerden, ırklardan, şehir
devletlerinden oluşan Avrupa, önemli bir değişim geçirdi. Pagan dünyada, her
farklı kabile, her farklı ırk bir diğerini düşman olarak görüyor ve bu farklı
gruplar arasında daimi bir çatışma yaşanıyordu. Her pagan toplumunun kendi
kendine uydurduğu ayrı tanrılar, ayrı totemler vardı ve bunlar adına
savaşıyorlardı. Hıristiyanlıkla birlikte, tek bir inanç, tek bir kültür ve
hatta tek bir dil Avrupa’nın geneline hakim oldu ve pagan dünyanın çatışmaları ortadan
kalktı. İnsanların birbirlerine, (düşmanlarına dahi) sevgi ve merhametle
yaklaşmaları gerektiği, kan dökmenin Allah katında büyük bir suç olduğu gerçeği
Avrupa toplumları tarafından öğrenildi.
Platon’un, Spartalı savaşçıları “bekçi köpekleri”yle bir
tutması, putperest toplumlarda yaygın olan “animist” inançların bir
uzantısıydı. Animizm, doğaya ve doğadaki hayvanlara bir ruh atfedilmesi
anlamına geliyordu. Dolayısıyla animizme
göre bir insanla bir hayvan veya bir bitki arasında önemli bir fark yoktu.
Dinin hakimiyetiyle birlikte, bu batıl inanış ortadan kalktı ve insanın Allah
tarafından verilmiş bir ruha sahip olduğu, hayvanlardan tamamen farklı bir
varlık olduğu ve dolayısıyla hayvanlarla aynı kanunlara tabi olamayacağı
gerçeği Avrupa toplulukları tarafından anlaşıldı.
Avrupa’da Hıristiyanlık bir insanlık medeniyeti oluştururken
Ortadoğu’da ise, İslam gelinceye kadar Arap paganizmi (putperestliği) etkisini
sürdürdü ve Arap medeniyeti Hıristiyanlık öncesi Batı’yı aratmayacak
dejenerasyonlara uğradı. Araplar (ve diğer Ortadoğu ve Orta Asya toplumları da)
İslam öncesinde savaşçı, kan dökücü, ırkçı bir kültüre sahiptiler. Hatta
Sparta’da uygulanan “istenmeyen bebeklerin ölüme terk edilmesi” vahşeti,
putperest Araplar’da da kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi şeklinde
uygulanmıştır. Kuran’da bu vahşi uygulama şöyle haber verilir:
“Ve ‘diri diri toprağa gömülen kızcağıza’ sorulduğu zaman:
“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” (Tekvir Suresi, 8-9). Oysa onlardan biri, O,
Rahman (olan Allah) için verdiği örnek ile (kız çocuğunun doğumuyla)
müjdelendiği zaman, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça
yutkunur. (Zuhruf Suresi, 17)
Araplar ve diğer Ortadoğu ve Orta Asya toplumları, ancak
İslam’la şereflendikten sonra kan dökücülükten uzak, barışçı, ılımlı, medeni
bir kültüre kavuşmuşlar, eski kabile savaşlarından, göçebe (bedevî)
vahşiliğinden kurtularak dini bir birlik içinde huzur ve istikrar
bulabilmişlerdir.
HIRİSTİYANLIĞIN DEJENERASYONU - RÖNESANSIN TEMELLERİ
Avrupa’daki pagan kültürü Hıristiyanlık tarafından
bastırılmasına rağmen ölmedi. Hıristiyanlığı,(Museviliğe yapıldığı gibi) tahrif
etmeye başlayan Avrupa, din adına baskılar yapmaya ve bir din sınıfı
oluşturmaya başladı. Artık yaşam tümüyle din sınıfının tahakkümü ve sapık
fikirleri altında oluşmaya başlamıştı. Din üretmeyi, aklı ve bilimi reddediyor,
onun yerine din sınıfının istediği şeyler yerleşiyordu. Bu durum bilhassa
Avrupalı düşünürleri dinin etkisinden kurtulma ve dinden ayrı bir model
arayışına itti.
16. ve 17.yüzyıllarda çeşitli Avrupalı düşünürler, Platon
veya Aristo gibi eski Yunan düşünürlerinin kitaplarından etkilenerek pagan
dünyasının kavramlarını yeniden Avrupa’ya taşımaya başladılar.
Paganizmin yeniden doğuşu, Aydınlanma felsefesinin siyasi
sonucu olarak kabul edilen Fransız Devrimi’nde çok belirgin bir şekilde ifade
edilmişti. Fransız Devrimi’nin kanlı “terör” dönemine liderlik eden Jakobenler,
Hıristiyanlık yerine paganizmi benimsiyor ve Hıristiyanlığa karşı da büyük bir
nefret körüklüyorlardı. Devrimin en ateşli günlerinde Jakobenlerin yoğun
propagandası sonucunda yaygın bir “Hıristiyanlıktan çıkma” hareketi gelişti.
Hatta bunun yanı sıra Hıristiyanlık yerine pagan sembollere dayalı yeni bir
“akıl dini” ortaya atıldı. İlk belirtileri 14 Temmuz 1790’daki Federasyon Bayramı’nda
görülen “devrimci ibadet” gittikçe yayılmaya başladı. Jakobenlerin eli kanlı
lideri Robespierre, “devrimci ibadet”e yeni kurallar da getirmiş, bu ibadetin
ilkelerini bir rapor halinde belirleyerek, adına da “Yüce Varlık İbadeti”
demişti. Bu gelişmenin çarpıcı bir sonucu, ünlü Notre Dame Kilisesi’nin “aklın
tapınağı”na dönüştürülmesiydi. Kilise’nin duvarlarındaki Hıristiyan figürleri
sökülmüş ve orta yere “akıl tanrıçası” olarak tanımlanan bir kadın heykeli,
yani pagan bir put yerleştirilmişti.
Batı Medeniyetinin manevi temelleri, pagan kültürü ve onun
etkisinden dolayı bozulmaya başlayan, tahrif edilmiş Hıristiyan kültüründen
oluşurken, maddi temelleri ancak XVIII.yüzyılda (tahrif edilmiş) dinin baskıcı
tutumuna karşı ortaya çıkan pozitivist gelişmeyle başlamıştır. Fransız
devriminin dine ve din sınıfına başkaldırışını bilimin tahrif olmuş
Hıristiyanlık diniyle yaşadığı sorunlara bağlamak söz konusu olduğu kadar,
Batı’nın İslam’la karşılaşmasının da buna ciddi katkılar sağladığını
belirtmeliyiz.
Rönesans denilen yeniden doğuş hareketi, her ne kadar
Platon’cu pagan anlayışın yeniden dirilmesine yol açsa da, tahrif edilmiş
Hıristiyanlığa Batı aydının bu isyanının temellerinde İslam’ın etkisini aramak
gerekir. İslam etkisi, Fransız Devrimi ile başlayan Friedrich Nietzsche ile
şekillenen ve oradan da Nazi ideolojisine aktarılmış olan neo-pagan akım
etkisini sürdürerek Charles Darwin, Francis Galton ve Ernst Haeckel gibi
Allah’ın varlığını inkar ederek, tüm hayatı bir “yaşam mücadelesi” gibi
gösteren bir akımı doğurmuş olsa da, deist aydınları da etrafına toplamıştır.
Din sınıfına karşı yapılan bu ortak başkaldırıda Batı’yı etkileyen İslam’ın
büyük etkisi vardır.
İSLAMIN BATI AYDINLANMA ÇAĞINA ETKİLERİ
Batı dünyasında düşünce hareketinin doğup gelişmesinde, gerek
Latin Ortaçağı’nın uyanışında, gerek
Batı’nın yeniden doğuşunda (Renaissance) gerekse Hıristiyanlığın yeniden biçim
kazanışında (Reforme) en önemli faktör, -uzun süre göz ardı edilmesine
karşılık- İslam düşüncesinin, kültür ve medeniyetinin Latin mütercimler
kanalıyla Batı’ya aktarılması olmuştur.
İslam düşüncesinin Batı’ya geçişinde Endülüs ve Sicilya’da
teşekkül eden bilim çevreleri etkili olmuşsa da, bu bilim ve düşünceyi öğrenip
benimsemeye sevk eden asıl faktör, Haçlı savaşlarıdır. Bu vesileyle İslam
ülkelerine gelen, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden oluşan
batılıların bu ülkelerde parlak bilim ve medeniyeti görmeleridir. Haçlı
savaşlarıyla gözü açılan şövalyeler, Doğu’da geziler yaparak, memleketlerine
döndüklerinde bu parlak medeniyetin etkisini anlatmaya başladılar. Bunun
sonucunda Batı dünyasında İslam medeniyetine, ilim ve kültürüne karşı tutku
derecesine varan hayranlık baş göstermiş, Endülüs ve Sicilya gibi Batı İslam
memleketlerine gelen din adamları, İslam ilim ve kültürünü kendi ülkelerine
taşımışlardır.
“Haçlı seferlerinin Avrupa’ya bilhassa Fransa’ya büyük
faydası oldu. Çünkü o çağlarda ilim, fen ve sanatlar İstanbul ve Mısır’da çok
üstün derecede olduğundan, buralarda Fransızlar pek çok şey öğrendiler.
Ayrıca, Arabistan’dan İspanya’ya geçen Müslümanlar arasında
yaygın olan ilim ve fenni Endülüs Emevileri’nin payitahtı Kurtuba’ya gidip
gelen Avrupalılar öğrenmeye başladılar. İstanbul’un fethi de Avrupa için mühim
hadisedir. İstanbul’daki bilginler Frenkistan’a yayılarak buluşlar ortaya
koymuşlardır. Avrupalılar önce Arap ve Rum’un medeniyetini görerek taklid edip,
ondan sonra hal-i kemale ermişlerdir.” (Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet
Görüşü-Ümit Meriç)
Nitekim, Ortaçağ’ın başında İslam düşüncesinin tercüme edilmeye
başlandığı döneme kadar, Boetius, Cassidore, Isidor de Seville ve Bedele
Venerable, Albuin, Jean Scot Erigene, Gerbert ve St. Anselmus gibi, içlerinden
ancak birkaçının orijinal olduğu düşünürler yetişmiş iken, İslam düşüncesinin
Latince’ye çevrilmesiyle birlikte, Abelardus’tan (öl.1142), Guillaume d’Occam’a
kadar her biri gerçekten orijinal bir dizi düşünürler yetişmiş ve bunu müteakip
de Rönesans hareketi başlamıştır. Sorbonne ve Oxford üniversitelerinin İbn
Sina’cı (Avicennist) ve İbn Rüşd’çü (Averroist) akımların merkezlerini teşkil
ettiği düşünülecek ve XV.yüzyılda Polonya’daki en büyük bilim merkezlerinden
birisi olan Cracovie Üniversitesi’nde en etkili akımın Averroiste (İbn Rüşd’çü)
akım olduğu hatırlanacak olursa, bu etkinin büyüklüğü ve yaygınlığı da
kendiliğinden ortaya çıkar.
Kısaca Batı’nın aydınlanma çağı İslam’la tanışmanın derin
etkisi altında gelişmiş, ancak sanayi devrimiyle pozitivizmin etkisinden
kurtulamayan materyalist ve merkantilist bir yapının kemikleştiği bir yapıya
dönüşmüştür.
BİR EVRENSELLİK ARACI OLARAK MEDENİYET
Batı, insanlık tarihinin geçirdiği evreler sonucunda ortaya
çıkan ve içinde teolojik unsurlardan ziyade paganist unsurlar taşıyan şeylerin
bileşiminin oluşturduğu karma kültüre “medeniyet” (civilisation) dedi. Zaman
içinde bu kavram kültürle eş kullanılır hale geldiği için Batı medeniyeti
dendiğinde bundan Batı’nın ulaştığı sınai ve kültürel gelişme anlaşılır oldu.
Medeniyeti kültürle karşılayan ilk millet Alman’lardı. Buradan başlayarak
yaygınlaşan bu kullanım şekli zamanla her iki durumu da kapsar şekilde
kullanılır oldu. Kimileri kültürü; insanı olgunlaştırma çabası görürken,
medeniyeti ise dünyayı olgunlaştırma çabası olarak değerlendirdi. Ama artık
bugün kültür ve medeniyet çoğu kez birbiri yerine kullanılabilen kavramlar
halini aldı. 18.yüzyıldan sonra Avrupa aydınlarının yeni bir Avrupa medeniyeti
var etme çabaları birçok batılı ideolojinin varlığına yol açtı. Nietzsche
kudret iradesini, Marks sınıfların idaresini, Darvin’se türler arasında
mücadele yarışı olduğunu savunarak, Batı medeniyetine yeni bir ideolojiler
kapısı açtılar. Bu ideolojik fikirler, Batı kültürünün hızla transferine de yol
açtı. Öyle ki, bu tarihten sonra bu ideolojilerin herhangi birinin etkisi
altına giren milletler, Avrupa’yı da bir kültürler merkezi, bir medeniyet odağı
olarak değerlendirdiler. Sanayi devrimi sonrasında oluşan Avrupa her ne kadar
kendini medeniyetin odağı görse de, kapitalizmin insan üzerinde yaptığı
tahribatlar bu kültürel akım merkezinin aynı zamanda bir medeniyet merkezi
olduğu yönündeki fikre karşı çıkarak medeniyet ve sınai gelişmenin birbirinden
ayrı tutulması gereğini ileri sürdüler.
Bu yaklaşım içerisindeki aydınlar medeniyetlerin taşıyıcı bir
unsur olduğunu, medeniyet yolundaki milletlerin başka bünyelerden kendi
bünyelerine uyan tarafları alması gerektiğini, teknolojiyle, kültürün yani
medeniyete beşiklik eden unsurların birbirlerinden ayrı tutulması gerektiğini
belirtmekteler. “Medeniyetler tek çizgi
istikametinde gelişmez. Her medeniyet kendine has değerleri gerçekleştirerek
insanlığın ortak hazinesini zenginleştirir. Bir medeniyet başka bir medeniyeti
bütün unsurlarıyla benimseyemez. Medeniyetler üç yolla aktarılabilir:
1-kolonileşme yolu (Fenikeliler Kartaca’ya, Yunanlılar Güney İtalya’ya ve
Sicilya’ya, İngilizler Kuzey Amerika’ya, Avustralya’ya kültürlerini böyle
yaymışlardır.) 2-Aşılayarak: Tehlikeli bir usuldur bu. Her zaman tutmaz. Tutsa
da ana gövdeyi felce uğratır. Boy atan, meyve veren yeni kültürdür. Helenleşen
İskenderiye, Mısır ağacına yapılan böyle bir kültür aşısıydı. 3-Faydalanma
yoluyla: Bir kültür kendi değerlerini inşa ederken başka bir kültürden malzeme
alır. Bu türlü iktibaslar daha çok ilim ve teknoloji alanında geçerlidir.
Yabancı bir medeniyetten dinî, felsefî, içtimaî, ahlâkî unsurlar alınabilir;
ama sadece besleyici unsur olarak. Hind böyle yapmıştır.
Her orijinal medeniyet, ayıklayıcı bir uzviyettir. Yalnız
kendi bünyesine uyan unsurları alır. Birçok kültürler vardır dünyada: Değerce
birbirine eşit kültürler. Her kültürün kendine göre bir medeniyeti vardır.
Kültürün kaçınılmaz akibetidir medeniyet” (Umrandan Uygarlığa-Cemil Meriç)
Meriç, medeniyetlerin teke irca edilemeyeceğini belirtirken
birçok ünlü Batılı da medeniyetlerin birden çok olduğuna dikkat çekmektedir. A.
Toynbee, bu yaklaşımdan yola çıkarak tek bir medeniyetin olmadığını,
başlangıçta 19 olan medeniyet kaynaklarının zamanla kaybolduğunu ve beş ana
kaynağın kaldığını öne sürer. Uzakdoğu, Hind, Ortodoks Hıristiyanlık, İslam ve
Batı. (Medeniyet Yargılanıyor A. Toynbee) Medeniyeti sadece Avrupa-Batı ile
sınırlamayıp onun insanlık tarihinin bütünü içerisinde ele alınması gerektiğini
söyleyen birçok Doğulu ve Batılı olsa bile, kapitalizmin tüketmek ve üretmek
mantığı çerçevesinde oluşturduğu emperyalist ağ, buna uygun bir kültürün
devşirilmesini de öngördüğü için medeniyet denilince bundan Avrupa-Batı
medeniyetinin anlaşılması neredeyse ön şart olarak görülmektedir.
BATI MEDENİYETİNİN DÜNYAYA YÖN VERME
(MEDENİLEŞTİRME) TASAVVURU
Sanayi devrimi sonrası pozitivizmin etkisiyle hızla kiliseden
uzaklaşan ve materyalizme kayan Batı, hem kültürel yönden hem de teknolojik
yönden dünyaya üstünlük sağlamaya başladı. Batının sanayi devriminden sonra
hızla yükselen üretimin eritilmesi için hızlı bir tüketim modelinin
yaygınlaştırılması gerekiyordu. Bunun için ilk yapılması gereken şey ise
yenilikçi talepkâr akımların yaygınlaştırılması oldu. Üretilen sanayi
ürünlerinin satılması, Batı burjuvazisinin daha çok kazanması için önce
Batıcılık ideolojisinin kabul ettirilmesiyle mümkün olabilirdi. “Medenî olmanın
ve kalkınmanın yolu Batı’ya uymaktan geçer” sanayi devriminin yani Batı
kapitalizminin bir ideolojisi olarak yaygınlaştı ve bu ideoloji birçok ana
medeniyetin de çöktürülmesine yol açtı. Bunlardan biri de Osmanlı devleti idi.
“Tanzimat, Osmanlı İmparatorluğu’na Batı’ya pencere açtırmak amacı güdüyordu.
İşte resmi ideoloji açısından çağdaşlaşma, hemen her zaman, uygarlığı olmadığı
öne sürülen halka ‘medeniyet’ götürmek anlamına getirilmiştir. Çok uzun bir
süre de aydınlar ya da yarı aydınlar bu anlama itiraz etmeyi düşünmemişlerdir.”
(Çağdaşlık Sorunları-Selim İleri)
“Çağdaşlaşmak Avrupa’nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD
gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. ‘Çağ-dışılık’ ithamı, iftiraların en
alçakcası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden
Hıristiyan Batı’nın putlarına perestiş olsun?
Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkar etmek
ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi? Biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; düşman bir medeniyetin,
bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir
medeniyetin.” (C.Meriç, Bu Ülke)
Meriç’e göre madde üzerinde hakimiyet kuran Avrupa’nın, kendi
hakimiyeti ve çıkarları uğruna zorba ve sefahat sütunları üzerinde inşa ettiği
yeni medeniyeti insanın ruh dengesini bozmuş, kabaran iştihası ile dünyanın
dengesini altüst etmiştir. Avrupa’nın hakiki İsevilerinden ve
mütefekkirlerinden de bu duruma isyan vardır. Meriç, bu sefaletten yorgun,
çıkarcı Avrupa’ya, kendi içerisinden, inançlı, kalbi insanlık ateşi ile
tutuşmuş gerçek aydınların da isyan ettiğini bildirir bize.
Lamennais, kilisenin aforoz ettiği, Hıristiyanlığın en
coşkun, en inanmış savunucusudur. Düşünüre göre, on dokuzuncu asır Avrupa’sını,
akıldışı bir yobazlık dalgası önüne katmıştır: Akla perestiş. Hangi akla? Maddi
çıkarlarını bir çoban köpeği uysallığı ile koruyan, alelâde ihtimalleri ezelî
kanun diye sunan, bakkal terazisi kadar hassas, bakkal terazisi kadar yalancı
bir aşağı bir yukarı. Lamennais bu sahte tanrıya isyan eder. “En hasta asır
kendini hataya kaptıran asır değildir; hakikatten yüz çeviren, hakikati
kçümseyen asırdır. Coşkun heyecanların olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit
vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar sona ermiş, nabız durmuş, kalp soğumuşsa.
Yakın ve önüne geçilmez bir çöküşten başka ne umulabilir? Neden saklamalı?
Avrupa’da toplum hızla bu vahim âkıbete koşmaktadır” (Cemil Meriç Bu Ülke)
Batı kapitalizminin medeniyet adına ihraç ettiği ideolojinin
dünyayı getirdiği hale isyan sadece Meriç gibi Türkiyeli aydınlardan
gelmiyordu. Batılı birçok aydında, Batı’nın medeniyet tasavvurunun hastalıklı
olduğunu, bu materyalist ve pozitivist düşüncenin insanlığı büyük bir
“insanlık” tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor ve Batı medeniyetini
sert bir dille eleştiriyordu.
BATI MEDENİYETİNE BATI GÖZÜYLE BAKIŞ
Medeniyetin tek ve sadece Batı medeniyeti olduğu yönündeki
Andre Gide ve Ernest Renan gibi bazı düşünürlerin ortaya attığı iddialar,
dünyada olup bitenlerin, insanı ihmalin tüm günahını Batı’ya yüklemeyi
kolaylaştırmıştır. Batı’nın sanayi devriyle başlayan savaş ve çatışmaların
derinleşmesi dinin baskısından kurtulmak adına ayaklanan ve seküler bir yapıya
kavuşan Batılı düşünürlerde ciddi bir şaşkınlığa yol açmıştır. İnsanlığa
mutluluk getirme adına kiliseyle bağını koparan ve teknolojik atılımlarla
işlerini kolaylaştıran Batı erken yaşanan insanlık krizleriyle neye uğradığını
şaşırmıştır. Hızla yükselen ırkçılığın ve Hitler faşizminin insanlığa açtığı
büyük yara ve bela ise bunun tuzu biberi olmuştur.
Yeni medeniyetin hızla düşüşe geçtiğini gören bazı Batılı
düşünürler kapitalizmin sınai devrimle birlikte sınıflar arasındaki makası
büyüttüğünü, diğer milletleri de esir almak için yeni pazarlar oluşturduğu
gerçeği üzerine, bu kez suçu Batı’nın içinde bulunduğu algı yerine, uygulanan
sisteme attılar. Bilhassa Batı’nın mevcut ideolojisiyle barışık olmayan
Marksist düşünürler, Batı medeniyetinin temellerini eleştirmek yerine uygulanan
sistemi eleştirdiler. Varoluşçuluğun en önemli temsilcisi olan Sartre’nin,
Avrupa’nın kültürel temellerini değil de, burjuvaziyi Avrupa’nın hasta adamı
diye tarif etmesi buna bir örnektir. Yine “Batının Çöküşü” adlı önemli eserin
sahibi olan Spengler de Batının Çöküşü’nün önsözünde “Yarattığım bu eseri bu
yılların sefaletine ve iğrençliğine rağmen, bir Alman felsefesi diye
adlandırmakla övünüyorum” eklemesini yapmayı eksik etmemiştir.
Bunlara rağmen Batı medeniyeti konusunda neredeyse iyimser
hiçbir şey söyleyemeyecek kadar olumsuz görüşler belirten düşünürler de var ve
bunların sayısı hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Bu isimler arasında dünyaca
önem verilen düşünürler de yer almaktadır. Batı medeniyetini en ağır dille
eleştirenler arasında yer alan Fourler; “Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir;
süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen. Hakim-i
mutlak: para.
Salnameleri kanla yazılı medeniyetin, münasebetleri yalan
üzerine müesses: Yalan, kin ve kalleşlik. Medeni insan, içtimai bir yılandır,
nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda.” (C.Meriç-Umrandan Uygarlığa)
der.
Ünlü sosyolog ve düşünür A. Sorokin de Batı medeniyetini ağır
dille eleştirenler arasında yer alan bir isim; “Teknoloji ve sanayi
dallarındaki ilerleme ve kalkınmamıza rağmen geçmişe oranla çok daha ‘ahlak
fakirliği’ yaşamadayız, insani hasletlerden mahrum durumdayız. Kalkınmış
ülkeler ahlak ve insani seciye açısından fakir ve geri kalmış ülkelerden çok
daha ileri durumdadırlar. Bugünün
maddeci medeniyeti tezad ve çelişkilerle doludur; sözlerle eylemlerde, inançla amellerde,
duygu ve düşüncelerde hep tezat ve çelişki vardır günümüzde.” demekte.
Batıda yeni teolojik arayışların artması ve birçok düşünürün
Doğu mirasına eğilmesi de yeni bir medeniyet arayışının belirtileri olarak
görülebilir.
Yok edilen kilisenin yerine konulan seküler yaşam, toplumu
bir inançsızlık girdabına düşürmüş ve toplum hızla çürüme noktasına doğru yol
almıştır. Bu durum üzerine Batı medeniyetinin başka kültürlerin uygun
yanlarıyla desteklenmemesi halinde çökeceği görüşü gitgide bir endişeye, paranoyaya
dönüşmektedir.
BATI KISKACINDAKİ OSMANLI
Doğu’da ve İslam dünyasında Batı’nın etkileri aydınlanma
dönemiyle başlayıp, sanayi devrimiyle yol alır ve son yüzelli yılda iyice belirleyici hale gelir. Osmanlı
döneminde Batı’nın yaygın olarak tartışılması, özellikle askeri, ekonomik ve
siyasi alanlarda Batı’nın üstünlüğünün fark edildiği gerileme döneminden
itibaren başlamış olsa bile asıl etki son yüzelli yılda sonuç alıcı noktaya
gelir.
Başlangıçta; ilginin kaynağında esas olarak, hem Batı ile yoğun
bir ilişki hem de bu üstünlüğün nedenlerinin anlaşılması çabası vardır. Batı
ile ilgili en yoğun tartışmalar ise, onun bir medeniyet olarak “ciddiye
alınmaya” ve anlaşılmaya çalışılması ile ülkenin içinde bulunduğu sorunlara
çözüm bulunması kaygısı tarafından şekillendirilmiştir.
Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra Mustafa Reşit Paşa’ya
bir mektup gönderen Auguste Comte kurduğu yeni din olan pozitivizme Osmanlının
hazırlanmasını ister. Her ne kadar bu istek hemen gerçekleşmemişse de, çok
geçmeden Beşir Fuad, Ahmet Ziya ve Ziya Gökalp’in eliyle pozitivizm Osmanlı
bünyesine yerleşmeye başlamıştır. Artık Batı’dan alınan pratikler felsefi
anlayışlarla desteklenmeye başlanmıştır.
II.Meşrutiyet dönemi Batıcılık düşüncesinin liderlerinden
olan ve İçtihad dergisini çıkaran Abdullah Cevdet’e göre tek bir medeniyet
vardır ve bu medeniyeti olduğu gibi almamamız halinde Batı karşısında yok olup
gitmemiz Avrupa tarafından işgal edilmemiz kaçınılmazdır. Abdullah Cevdet gibi
bazı aydınlar tümüyle Avrupa’yı taklidi savunsa da, Osmanlı aydınlarının
çoğunluğu Avrupa’nın sinaisi ve ilminden yararlanılmasını ancak kendi yapımıza,
kültürümüze adapte edilmesini savunurlar. “İkinci çizgide toplananlar
modernleşmeyi topyekün Batılılaşmak tarzında anlamazlar. Geleneksel olanla modern
olan arasında bir denge kurulması gerektiğini düşünürler. Birçok düşünür İslâmî
nasların korunması suretiyle ülkenin içinde bulunduğu sıkıntılardan
arınabileceğine inanır. Bu çerçevede değerlendirilebilecek ilk Osmanlı
entelektüelleri Yeni Osmanlılardır. Onlar modernleşme olgusuna daha ihtiyatlı
yaklaşmışlardır.” (İlber Ortaylı-İmparatorluğun En Uzun Yılı, 1975)
Bunlar, Avrupa’dan gelen yeniliklerin başarılı olabilmesinin,
İslamî kimlikle uyum sağlayabildiği ölçüde mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Bu
grupta değerlendirilebilecek aydınlar Batı’dan gelen her şeyi topyekün kabul
etmek veya sil baştan reddetmek yerine seçici olmayı tercih etmişlerdir. Said
Halim Paşa şöyle der bu konuda: ‘Evet Batı’yı taklid bizi tam bir başarısızlığa
götürdü. Ama yine de bu medeniyetten geniş ölçüde faydalanmak zorundayız.”
(Umrandan Uygarlığa C.Meriç)
“İmparatorluğun son yıllarında, İttihat ve Terakki
Partisi’nin iktidarda olmasının da yardımıyla modernleşmenin iki yüzünden
birisi olan topyekün Batılılaşma, yönetim kademelerinde itibar görmeye
başlamıştır. Kuşkusuz bunda İttihat ve Terakki Partisi’nin tek ideologu olan
Ziya Gökalp’in büyük etkisi vardır.” (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal
Partiler)
Ancak bu dönemde de M.Akif gibi düşünürlerimiz bir yandan
Batı medeniyetini eleştirirken, diğer yandan da Batı’nın ilim ve tekniğinin
alınmasını önemli görmüşlerdir. M.Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde irad
ettiği vaazının bir yerinde şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları,
medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak
insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki
bu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini,
fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.” (Ersoy,
Sebilürreşad, 1339) Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü yaklaşan M.Akif başka
bir makalesinde; “Memleketimizde iki sınıf halk görüyoruz: Ne varsa Şark’ta
vardır, Garb’a doğru açılan pencereleri kapamalıyız” diyenler, “Ne varsa
Garp’ta vardır. Harîm-i ailemizi bile Garplılara açık bulundurmalıyız”
iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor ki, ne varsa Şark’ta vardır
diyenler, yalnız Garb’ı değil, Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar.” (Ersoy,
1327) .
İstiklal Marşı’nda Batı’ya “tek dişi kalmış canavar” diyen
Akif’in Safahat adlı eserinde buna benzer birçok dizeyle karşılaşırız:
“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!/Tükürün onlara
alkış dağıtan kahpelere!/Tükürün ehl-i salîbin hayasız yüzüne!/Tükürün onların
asla güvenilmez sözüne!/Medeniyet de Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de
ilhâdı;/Kapıştı bunları “yirminci asrın evlâdı!”/Ya Alman’ın nesi var zevki
okşayan? Birası,/Unuttu ayranı, ma’tûha döndü kahrolası,/Heriflerin, hani,
dünya kadar bedâyi’i var;/Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyi’i var./Giden birer
avuç olsun getirse memlekete;/Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’rifete./Kucak
kucak taşıyor olmadık mesâvîyi,/Beğenmezsek, “medeniyyet!” diyor, inandık
iyi!/”Ne var biraz da ma’ârif getirmiş olsa… desek;/Emîn olun size ‘hammallık
etmedim?’ diyecek. Nilen maskara mahlûku görün,/Tükürün maskeli vicdanına asrın
tükürün!”
Batı ile ilişkilerimizde Japonları örnek almamız gerektiğini
ifade eden M.Akif, Batı’nın kıymetli, işimize yarayacak eşyalarını almamızda
bir sakınca görmez. Ancak “moda gibi millî bünyemize uymayan çirkinliklerin
ülkemize girmesine de izin verilmemelidir.” der. Bu düşüncelerini şu mısralarla
ifade eder: “Garb’ın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür/Moda şeklinde gelen
seyyie gümrükte çürür. (Ersoy, 1990)
BATI MEDENİYETİNİN YAYILMACI YÜZÜ: ORYANTALİZM
Oryantalizm, Batı’nın Doğu’ya açılmak istemesiyle ortaya
çıkmıştır. Oryantalizm, Batı medeniyetinin üstünlüğünü ve tekliğini olmazsa
olmaz görür ve bu ana eksen üzerinde Doğu incelemeleri yapar. Aslında bu
kavramın temelinde sanayi devrimiyle birlikte kendine yeni pazarlar arayan
Batı’nın Doğu düşüncesini anlamaya çalışması ve Batı kültürünü bu yolla Doğu’ya
empoze etme çabası yatar. Gerçek niyeti gizlenmiş olan bu kavramın amacı
Afrika, Asya, Ortadoğu’da Batı medeniyetini yerleştirip bu ülkelerin halklarını
her yönden sömürmektir. Asaf Hüseyin, Batı’nın İslamla Kavgası eserinde: “Batı
sömürgeciliği dünyanın değişik yerlerinde insanları kendi yönetimine bağladı.
Ancak İslam ülkelerinde sömürgeciler uzmanı ve Fransız Katolik Enstitüsü üyesi
Baron Carra de Vaux, Fransız yönetimine sunduğu çözüm yolu etnik ve politik
bölünmeleri kullanarak İslam ülkelerini parçalamak şeklindeydi” der.
Oryantalistler, yerleştikleri ülkelerde, o ülkenin kültürü, dini hakkında bilgi
sahibi oldular ve gerek Yahudi bilginleri, gerekse Hıristiyanlarla birlikte
hareket ettiler. Oryantalist görüş Batı kültürünün bir parçası olarak
gelişmiştir. Renan, Edward Lone, Toynbee gibi kişiler oryantalizmi, sömürge
devletlerin çıkarı için kullandılar. İslama Batılı bir gözle bakmayı getiren
Oryantalizm sayesinde Batılı yeni düşünceler ve akımlar İslam dünyasında etkili
oldular ve yeni haritaların çizilmesine zemin hazırladılar. Batılı ülkeler bu
dalı hızla İslam ülkelerinde yaydılar ve bu ülkelerin üniversitelerinde
kürsüler kurarak öğrenci yetiştirdiler. Müslüman bilim adamlarına paye vererek
kendilerine bağladılar. Hz. Peygamber ve İslamiyet hakkında getirdikleri yeni
yorumlarla İslam dünyasında düşünsel ayrılıkların ve kuşkuların temelini
attılar. İslam’a getirdikleri bu yorumlar planlıydı. İslam alimlerinin topluma
ve şartlara göre yaptığı farklı içtihatları Müslümanlar arasında
siyasallaştırıp bir çatışma konusu haline getirdiler. Bu durumları nedeniyle
Oryantalistler kimi Doğulu düşünürlere göre Hıristiyanlığın gizli propagandistleri
olarak görülürler. Bu sebeple oryantalistlerin İslam incelemelerinde Batı
medeniyetinin üstünlüğünün izlerini görmek hiç de şaşırtıcı değildir.
Oryantalistler, İslam ülkelerinde, teknolojik gelişimi
gelişmenin tek ölçütü görüp geri kalmışlık düşüncesinin asıl kaynağının Doğu
düşüncesi olduğunu Müslümanlara gizli ifadelerle sundular. Bugün bazı
Müslümanların geri kalmışlığı Batılı gibi olmamaya bağlamasının temelinde
oryantalizmin önemli etkisi vardır.
MEDENİYETE GENEL İTİRAZLAR: MEDENİYETSİZ MEDENİYET
Batı kapitalizminin şekilden şekle girerek bir dünya esareti
yaratması, bu durumu önceden sezenler için de bir esin kaynağı oldu. Batı’dan
yayılan yeni düşünceler, bütün dünyada bir arayışın da habercisi oldular.
Düşüncenin çeşitliliğinin belirmesiyle medeniyet sorgulamaları ve yeni bir
medeniyet arayışları da bu çerçevede hızlandı. Yeni ideolojilerin vücut bulması
ya da örgütlenmelerin hızlanması da dönemsel olarak bu dönemlere denk düşer.
Sanayide oluşan işçi sınıfı ezilenlere yeni bir ideoloji sunar. Bu tanrısız
ideolojinin medeniyet algısı ise büsbütün reddiyelerle doludur.
Batı’nın eleştirel düşünürlerinin hemen hemen tümü bu
tanrısız ideolojiden yani marksizmden etkilenirler. Bu düşünürlerin kimisi
insanlığın köklerini gelenekte, folklorik kültürde,bakir dinlerde, mistisizmde
ya da antik dönemlerde aramaya yönelirler. İşte böylece Batı medeniyetinin
temelleri de sarsılmaya başlar.
Batı düşüncesinin etkisinden sıyrılmayla çalışan Doğu
düşünürleri de yeni çıkış yolları ararlar. Yüzyılın son çeyreğinde ise milletler
geleneklerinin kökeni üzerine eğilmeleri esnasında yeni bir tanımı ortaya
atarlar. Bu yaklaşıma göre, Batı’nın medeniyet diye gördüğü değerlerin tümü
insanlığı tehdit eden ve otokrasiyi güçlendiren unsurlardır. O nedenle ilk
yapılması gereken şey bu bakış açısını değiştirmek olmalıdır. Bu düşünceyi en
net şekilde seslendirenlerden biri olan İsmet Özel bu konuda şöyle der: “İslam
devleti geçmişte nasıl medenileşmiş bunu iyice anlayıp, böyle bir medenileşmeyi
önleyici tedbirleri alma gayreti içinde bir İslam toplumuna gitmemiz esastır.
Çünkü medenileşmek yetim hakkını gaspa yönelmek demektir.” (Üç Mesele)
Bu çerçevede başlayan ve günümüzde de devam eden bu
tartışmalar yalnızca Türkiye’de ve İslam ülkelerinde değil, Doğu’da da, Batı’da
da tartışılmaktadır. Genelde medenileşmenin getirdiği konular olan modernlik ve
post-modernlik tartışmaları da yer yer bu konu çerçevesinde ele alınan konulara
yakın düşmektedir.
MEDENİYETİN YENİDEN İHYASI YA DA YENİ BİR MEDENiYETE DOĞRU
Konunun girişinde bahsettiğimiz gibi, insanlık tarihinin
oluşturduğu medeniyetleri iki ana kaynağa ayırabiliriz. Vahye dayalı, peygamberlerin
oluşturmaya çalıştığı yaşam tarzları ile oluşan topluluklar ve onlarla çatışan,
onların sunduklarını tahrife yeltenen ve onlara karşı çıkanların oluşturduğu
topluluklar.
Bu her iki minvalde yürüyen topluluklar, bugün sözlüklerde
anlamını bulan medeniyet dediğimiz olguları oluşturmuşlar ve bunların
etkileşimlerini yaygınlaştırmaya çalışmışlardır. Böyle bakıldığında tarih
sahnesinde yer alan her yerleşik milletin bir medeniyet olgusunun olduğunu
kabul etmek durumundayız. Böylesi bir kabulden sonra medeniyetlerin içiçelik
durumlarına göre birbirlerinden etkilendiğini ve bir sonraki medeniyete kucak
açtığını söyleyebiliriz.
Nasıl Pagan kültürü sonunda, savaştığı dinlerin etkisi altına
girmişse ve daha sonra etkisi altına girdiği dinlerin tahrifine yol açmışsa, medeniyetler
de dönem dönem insana yani vahye yaklaşan ya da yabancılaşan şekillere
bürünmüşlerdir.
Geçmiş medeniyetlerin oluşturdukları üzerinden bugün bir
çıkarsama da bulunsak bile artık dünya yeni bir döneme girmiştir. Bu dönem
teknolojinin her şeyi hızla eskittiği bir dönemdir ve artık bu dönemlerde
izleri geleceğe taşınacak, sözlüklerin medeniyet tarifine uygun medeniyet
unsurlarının tekrarlanacağını, benzer medeniyetlerin oluşacağını
düşünmemeliyiz.
Bugün artık görkemli mabetler yerine görkemli plazalar var ve
bireyin sanat işçiliğini robotların engin yetenekleri almıştır. Artık bugün hiç
kimse yeni Süleymaniyeler, Sümelalar beklememektedir.
Bir köy haline gelen dünyanın muhtarı da oyuncusu da bireydir
artık. Dünyada ne olup bitiyorsa bunları öğrenmek, aylar süren yolculukları
saatlere sığdırmak, ihtiyaç duyulan arşivlere ve bilgilere bir tıkla ulaşmak
mümkün hale gelmiştir.
O halde, yeni medeniyet evrene ve Rab’bine yabancılaşmış olan
insana yönelecek ve onu yeniden inşa edecektir.
Artık,”izm”ler tümüyle iflas etmiştir ve Batı medeniyeti
büyük bir çöküşe girmiş olmasına rağmen, ürettiği materyalist sekülerizmin
yerine koyacak bir şey bulamayacak durumdadır. Bu manzarada tek alternatifin
İslam olacağı gitgide açığa çıkmaktadır.
“Batı medeniyeti Yahudi-Hıristiyan dinine,
Grek-Roma mirasına, sekülerlik ve demokrasi ilkelerine dayanıyor. Başka
alanları da etkileyen çağdaş düzenlerinin adı da liberal kapitalist düzendir.
İslam medeniyeti, Hz. İbrahim’den beri aynı isimle devam eden İslam vahyine,
tevhid gerçeğine, Allah’ın yarattıklarının insanlara emanet edildiği ve onlara
şefkatle muamele etmek gerektiği esasına dayanmakta, ‘yöneticilerin seçimle
işbaşına gelmeleri, danışma yoluyla
yönetmeleri, yönettiklerine hesap vermeleri, başarısızlık veya ehliyetin kaybı
halinde emaneti ehline teslim etmeleri’ şeklinde özetleyebileceğimiz siyaset
usulünü içermektedir. İslam ile Batı medeniyetlerini ayıran farkın ‘demokrasi
ve teokrasi’ farkına indirgenmesi cehalet değil, bilmezden gelmektir,
tecahüldür. Fark çok daha geniş ve derindir. İslam medeniyeti geçmiş asırlarda
iyi bir imtihan vermiş, insanları geliştirip mutlu edebileceğini, dünyaya
huzur, adalet ve hürriyet getirebileceğini ispat etmiştir.” (İslam ve Batı
Medeniyetleri, Hayrettin Karaman)
Beyan, burhan ve
irfanla bir bütün oluşturan İslam düşüncesi, insanlığa tek reçete durumundadır.
Semiha Kavak
Hece Dergisi Medeniyet Özel Sayısı
2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder