ne güçlü bir dildir kıssa dili! ne kadar, güç, genişlik ve zerafet var sembolizmde! onun hakkında ve ona göre söylenemeyecek hiçbir şey yoktur. sembolizm avrupa’da siyasi tıkanma ve boğulmanın ortaya çıktığı bir dönemde gelişti. güçlü bir yazar, en buhranlı ve en şiddetli siyasal ve diktatörlük şartlarında, en tehlikeli sözleri söyleyebilir. yazarı okuyucusundan başka hiçbir güç susturamaz. fakat her halükarda, yazarın, sinirlerin susuzluğunu, kalp hücrelerini ihtiyacını, insan ruhunun ve insan beyninin ihtiyacını gidermemesi doğal değildir. düşünce ve ruhu ikna eder, başarı kazandırır; ama insan ruhunun kalbi ve insan kalbinin ruhu öylece susuz kalır. ınsana başarı duygusu verir; fakat bunu yapmakla insani duyguyu razı etmez. o susuzluk, o eğilim öyle susuz ve aç kalır.
terör, korku, yalnızlık ve vahşet şartlarında yazan sözlerini söyleyen, bütün özgürlükçü istek ve düşüncelerini, küfür ve nefretlerini açıklayan siyasi bir yazar, sembollerin kıssaların ve sanatkârlıkların perdesi altında, yinede caddeye çıkıp çalışma masasının gerisine oturarak yüz yüze ve açıkça diktatörlüğe sövebileceği ve apaçık bir şekilde şöyle feryat edebileceği günün arzusu içerisindedir:
“ey özgürlük! seni seviyorum. sana muhtacım. sana aşığım. sensiz yaşam zordur. sensiz bende yokum. varım, ama ben yokum. yani o var olan ben değilim. ben, sensiz boş, anlamsız, şaşkın, avare, ümitsiz, kalpsiz, ışıksız, tatsız, beklentisiz, intizarsız, beyhude yani bir hiç olacağım. ey özgürlük! senin sevgi, dostluk ve şefkatinle beslenmişim. ey özgürlük! senin yüksek ve özgür endamın, benim mabedimin güzellik minaresidir. ey özgürlük! senin masum ve renkli güvercinlerin benim sırdaş ve aşina dostlarımdır. barış güvercinidir onlar. o güvercinler, benim tüm ümit ve iyi haber mesajlarımın ve bütün müjdelerimin habercisidirler. ey özgürlük! keşke seninle yaşasaydım. seninle can verseydim. keşke sende görseydim. sende nefes alıp verseydim. sende uyusaydım. sende uyansaydım. yazsaydım, söyleseydim. sende hissetseydim ve seninle olsaydım!
ey özgürlük! ben zulümden bıkkınım, esaretten bıkkınım. zincirden bıkmışım, zindandan bıkmışım. hükümetten bıkmışım. zorunluluktan nefret ediyorum. seni tutsak yapmak ve bağlamak isteyen her şey ve herkesten bıkkınım, nefret ediyorum.
benim yaşamın senin hatırınadır. gençliğim senin hatırınadır var olmam.
ey özgürlük! kutlu özgülük! seni tahta oturtmak istiyorum.
ya sen beni yanına çağır, yada ben seni kendi yanıma çağırayım!
ey özgürlük! kanadı kırık güzel kuşçuğum! keşke seni vahşet bekçilerinden gece, karanlık ve soğuk meydana getirenlerden, duvarları, sınırları, kaleleri, zindanları yapanlardan kurtarabilseydim. keşke kafesini kırıp seni sabahın temiz bulutsuz ve tossuz havasında uçurabilseydim. fakat… benim de ellerimi kırmışlardır. dilimi kesmişlerdir. ayaklarıma zincir vurmuşlar ve gözlerimi bağlamışlardır… yoksa seni benimle mi karıştırıp birleştirmişler? seni benimle aynı kalıba mı dökmüşler? seni derinliğimde en samimi ve en gerçek benliğimde buluyorum, hissediyorum. senin tadını her an kendimde tadıyorum. kokunu daima kendi yalnızlık fezamda kokluyorum. çölün yaz gecelerinde göğün küçük yıldızının gönlünde, melaküti kanatların sürtüşmesiyle meydana gelen kalp oynatıcı çan sesi gibi gürültü çıkaran sesini her zaman işitiyorum. her sabah hayalimin şefkatli ve sevgili parmaklarıyla elimde huzursuz olan canlı ve dilli saçlarını yumuşak bir şekilde ve sevgiyle tarıyorum. günün tamamını seninle geçiriyorum. adım adım gölge gibi seninle birlikteyim. seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. her zaman ve her yerde seni benim yanımda beni de senin yanında görüyorlar. sofra başında, yanındaki boş sandalyede oturan benim, görüyormusun? ben varım, gözlerini doğru aç. sultan ve mütevelliyi gördüğün güzlerle değil sadece beni görmek için var olan gözlerle, yalnız benim sende gördüğüm gözlerle bak. ağzına gizli bir lokma koyan benim. ansızın dudağına bir bardak koyan benim. senin için elma soyup kesen ve dilimleyen benim. hemen başını çevir ki, kaçıp kaybolma zamanımdan önce beni görebilesin…
her ikindi, yaz aylarının sakin, sevgili ve şefkatli ikindileri, kışın sıkıntılı ve suratsız ikindileri, zindanında kederli ve yalnız şekilde somyaya düştüğün ve kendini bıkkınlık, yorgunluk, soğuk ve ümitsizliğe terk ettiğin zaman, yanı başında birçok gece notları, makaleleri, kitapları, risaleleri, şiirleri, öyküleri, nağmeleri ve tasnifleri (katil ve cellâtların bakışları altında, senin ve benim zorba hükümetimizin vahşet ve korku dolu günlerinde) yazan, terennüm eden, yazdıklarından sonra zindan, takip ve işkence gören ve onları senin için okuyan benim. sen ise sakin ve sessizce kulak veriyorsun. her an bir şaşkınlık, her an bir tebessüm, her an yüksek bir kahkaha, her an yeniden fırlayıp kendi çevrende dönüp dolaşmak… kendini aynanın karşısına geçirmek, bu durumda kendini aynada görmek ve görmemek… her an hayrette kalmak… ınanmak, inanmamak… bazen itiraz…yüz buruşturmak, kaş çatmak, yarı kahrolmak, hemen özür dilemek, alametiyle gönül okşamak, utangaçlık alametiyle sevimli bir tebessüm… sonra bir soru, ve sonra bir cevap, arkasından bir şüphe, bir tereddüt, sonra da karar vermek. ardından söz söylemek ve hemen kızarmak. ondan sonra bir sessizlik, suskunluk. ne suskunluk! sonra ayağa kalkmak ve baş aşağı düşmek. düşünceye dalmak, elbise giymek ve evden dışarı çıkmak… ışte bütün bu saatlerde, bu zamanlarda seninle birlikte olan benim. sen yalnız değilsin.seni hiçbir zaman yalnız bırakmıyorum. sen beni az tanıyorsun. benim bütün yaşamım senden oluşmuştur. senin uğruna hiçbir zaman baskı, gazap, gasp ve engellere teslim olmadım. beni ipe bile götürseler, yine de asla kalbim senden ayrılmayacak. sen benim kalbimsin, benim su ve toprağımda yoğrulmuşsun. ışkenceler, ancak benim sana olan sevgimi arttırmışlardır. zindanlar, bana senin sevgi ve aşkından başka bir şey getirmemiştir. düşmanlıklar, vahşilikler, korkutma hareketleri ve takipler, sana olan vefamı daha da artırmaya yaramışlardır sadece.
ve… geceler… vah! gecelerden bahsetmek ne kadar zordur! ınsanların olmadığı, duvarların karanlıkta kaybolduğu, kralın gözünün kapandığı ve kalelerin muhafızlarının uykuya daldığı geceler! ve… ben o gecelerde ayaktayım, sen ise uyanık. dünyalıların gözü uykuda, ve kafeslerini kırarak birbirlerine karışmak ve gökyüzünün o güzel yalnızlığının sevimli sinesinde uçmak isteyen dört güvercinin ümit ve bekleyiş gözünün hilali… ve… geceler… beni üzüntü, hastalık solgunluğa terkedip eve dönüyorsun. yalnızca evin kapısını açıyorsun. öyle bir evin kapısını ki, içerisinde bir ses, heyecan ve şevk varsa, bunlar da komşu duvarlardan geliyor ayaklarının sesi, evin sessiz ve suskun kalbine heyecan düşürüyor ve ansızın kesiliyor. odanın kapısını açıyorsun ve içeriye ayağını koyuyorsun. senin bekleyiş ve ümit gözünle o köşede çehrene gülümseyen benim. o an kalpten gülümsüyor ve geri dönüp kapıyı kilitliyorsun. tekrar dönüyor, beni yanına oturtuyorsun; ve soruyor, soruyor, soruyorsun. ben ise öylece suskun duruyorum. başımı önüme eğmiş ve gözlerimi halıya dikmişim. öyleki konuşacak akıl ve kalbim yok. solmuşum, sıkılmışım ve bıkkınım. çünkü hayat zorlaşmıştır. boğulma, acımasız baskı, sağlam kaleler, uyanık zindancı… bütün bunlar bana eziyet ediyorlar. bunlara alışmamış, baskının elinden bir şarap içmemişim. boğulma ve tıkanma dünyasıyla dostluk kurmamışım. öfke, vahşet ve duvarla arkadaş olmamışım. kalbimi senden ayırmamışım. her adımı güçlükle atan ayağım senin aşkına koşuyor. bir zincire, bir ipe eğilmeyen baş, senin eteğine eğiliyor. ümit göze eğilmeyen endam, senin mabedinde namaz kılıyor. ölüm tufanlarından titremeyen yürek, seni hatırlamakla perişan oluyor. ve… bana şiddetle ve çok eziyet etmişlerdir. bana işkence ediyorlar. kalbim parçalanmış, ruhum karma karışık ve parça parça olmuştur. gücüm kaybolmuş ve ümidim yok olmuştur… ve yorgunum!
sen ise yalnızlık halvetinde onun gönlünü alıyorsun. onun kucağına baş koyuyor, aşikane bir gezele konu olan yumuşak ve sıcak ellerini, onun titrek ve soğuk ellerine koyuyorsun. onu sakinleştiriyor, ısıtıyorsun. senin gazelinin on şah beytinden haberini benim parmaklarımın beyitleri birer birer bir kenara alıyor; her beyiti nağmeliyor ve bir rubai yapıyor. o zaman tamamı güzel, sıcak, iyi, gizli, dertli ve yakıcı gazelleri, nağmeleri, makamları, şiirleri, sesleri, şarkıları kapsayan bir divan meydana geliyor. o zaman sen ondansın, hayır bendensin. her ikisi de birdir. o benim. benim niçin kederli olduğumu, niçin solduğumu, niçin o yıl gelmediğimi soruyorsun. “niçin önceki yıl yoktun? ıki yıl önce niçin o makaleyi yazmadın. niçin iki yıl önce, beni öven şiirini basmadın? niçin?” diyorsun. unuttun mu ?! takip mi ettiler?
ve ben, yazgımdan, yorgun maceramdan ve senin yolunda çektiğim dert, eziyet, ıstırap, acı, üzüntü ve işkenceden bahsetmekten bıkmışım. aslında ne dostun yanında dost yolunda çekilenlerden bahsetmek insanlık alametidir; nede dostun kalbini incitmek insanca bir davranıştır. bu öykü ve açıklamalarla sona eren anlardan dolayı yazıklar olsun bana. bu anlara üzülüyorum. bazen özgürlüğü sevme yolunda uygunsuz bir adım ve özgürlüğü övmede korkusuz bir kalem özgürlüğü daha çok sınırlıyor ve özgürlük aşıklarını en az özgürlük işaretlerinden bile mahrum ediyor. benim bu işte sahip olmadığım nice deneyimler ve bilmediğim nice çok bilinen ve bilinmesi gerekenler vardır. özgürlük ve özgürlüğe aşık olma hatırına, özgürlük ve cihadı övmek, benim mesleğim, meşgalem, işim, hayatım, aşkım,imanım ve şahsiyetimin çerçevesi olmuştur! çaresiz kaçıyor ve soruyorum: sen ne yapıyorsun? zamanını nasıl geçiriyorsun? ne düşünüyorsun?... sen kendi kendine ısa gibi yahudilerin pençesinde olduğunu, kayser’in seni çarmıha gerdiğini, darağacına çektiğini ve başına bir taç koyduğunu söylüyorsun. ben ise mesih’in yorgun havarisi saint paul gibi kendime kıvrılıyor, boşlukta kendisinin bile duyamayacağı bir feryat çeken dertli gibi, başını büküyor ve yürekten inleyerek ağlıyorum. o zaman başımı kaldırıyor ve hissediyorum ki, göklerin bütün bulutları gönlüme yağmaya başlamışlar. o an gözlerimi, kucağımda parçalayan yüzüne dikiyor ve gülün üzerine konan ve çevresinde uçan iki kelebek gibi, bakışlarımla yanaklarına, yarı uyumuş ağır göz kapaklarına, ıslak kirpiklerine, kulak tozuna, asil olmayan burnuna ve su çeken asil dudaklarına naz yapıyorum. çaresizliğimden, yani esir oluşumdan dolayı kalpte eriyorum. o vakit senin yüzüne sıcak bir damla düşüyor. sen bunu anlıyorsun, ama izhar etmiyorsun. onu kalbinde tutuyorsun. bir an öylece sessiz kalıyorsun. ama kalbinde şiddetli bir kavga yapıyor ve ayağa kalkıyorsun. fakat bana bakmıyor ve ayağa kalkıyorsun. bana bakmıyorsun. başını öyle bir işle meşgul ediyorsun ki, bende görmüyorsun. bir an geçiyor, ondan sonra bana yüzünü çevirmeksizin, benden daha uzak bir soru soruyorsun. fakat bir cevap duyamıyorsun. tekrar ediyorsun soruyu, yine bir cevap işitmiyorsun. başını çevirip bakıyorsun, ama kimseyi göremiyorsun.
o zaman benim yerimde yalnızlığın oturduğunu görüyorsun. yalnızlık gölge gibi senin peşine düşüyor. seni takip ediyor. evet, yalnızlık kendi bedduasını senin üstüne atmıştır. pençesi ile gırtlağını sıkıyor; sıktıkça sıkıyor; he an daha bir şiddetli ve düşmanca sıkıyor. seni bir an bırakmıyor. her zaman daha da ağır, vahşi ve güçlü oluyor. sen ise zavallısın. kalmaya gönlün yok. kitaba sığınıyorsun. açmaya gönlün yok. yemekle meşgul oluyorsun. ama canın yemek istemiyor ve geri dönüyorsun. yorgun, halsiz ve solgun olarak, kendi tortun ve artığın gibi çarpıntı ve ızdıraptan dolayı yatağının boş sedefinde sürünüyorsun. battaniyeyi yalnızlık korkusu ile başına çekiyorsun. ansızın bir nefes sesi! çektiğin nefesin sıcaklığı vuruyor. battaniyeyi kaldırıyorsun ki, ışıkta göresin, fakat göremiyorsun. tasavvurunda, acı bir gülümsemede bulunuyorsun. kalkıp lambayı söndürüyor ve yatağına geri dönüyorsun. yine nefesinin sıcak ve yumuşak şulesini yüzünde ve boğazının altında hissediyorsun. ve o zaman karanlıkta bakıyor ve tekrar beni görüyorsun.
ve artık suskunsun. muhatapsın sadece. ıstediğim ve istediğin her şeyden bir parça konuşan ise benim. sen sadece kulak veriyor, gülüyor, taaccüp ediyor, tasdik ediyor, inkar ediyor, kabul ediyor, düşünüyor, tahayyül ediyor ve anlıyorsun! konuşmam, sözüm, terennümüm, kıssam, efsanem, şiirim, şarkım, nağmem, gazelim, yazım, telifim, masalım, destanım, kinayem, teşbihim, istiarem, şakam, köşem, sövgüm, nefretim, alayım, büyüm, sihrim, okşayışım, duam, nümayişim, felsefem, dinim, tarihim, irfanım, tasvirim, tecessüsüm ve rivayetim… evet ben bütün bunları yapıyorum. böylece senin göz kapakların yavaş yavaş ağırlaşsın, gözlerinin üzerini kapatsın ve benim o iki aziz ve güzel dostumu benden gizleyip saklasınlar. beni, gözlerinle görüşmekten ümitsiz etsinler, ben yalnız kalayım, kalayım ve yavaşça ayak parmaklarımın üzerine basa basa pencerenin boşluğundan aşağı geleyim, ve ağaçların tortusundan kendimi sokağa atayım. karanlık gecede uyumuş duvarların gölgesinden, polislerin gözlerinden uzak bir şekilde hücreme gireyim; tıpkı gece yarıları gökyüzü sözleşme yeri seferinden döndüğümüz o geçmiş geceler gibi. tıpkı posttan hırkasına bürünmüş, ışıksız hücresinde imamzadenin (imam evladı/peygamber soyundan) yanıbaşında, uykuya dalıp horlayan, namaz bilmez, imam tanımaz cahil mütevellisi ile, o isimsiz, tanınmamış imamzadenin ziyaretinden döndüğüm o mehtapsız geceler gibi…
sen uyuduğun, beni o iki can dostumdan ayırdığın, yalnız bıraktığın zaman, ben dönüp oturuyorum. seni görmek için çırpınıp didinmekten yorgunum. seni görememekten daralıp sıkıntı içindeki gönlüm ise, heyecanlanıyor, çarpıyor, beni kendisi üzerinde dolaştırıyor. bense ruhumu parça parça ediyor ve her katresini allah gibi üzerine yemin ettiğim altın kalemime koyuyorum. benim “ruhu’l-kudüs”üm olan ve rabbi (sahibi-çeviren) olduğum kalem, o karakterlerin her birini kelime yapıyor, cümle yapıyor; yarın okuyasın ve bu boş saatlerde benim seninle ne kadar birlikte ve sana ne kadar muhtaç olduğumu, senin yorgunun, intizar gözün ve bütün her şeyin olduğumu bilesin diye sana mektup yazıyor!
ve yarın, gönlü senin yuvasız yaralı küçük kuşun olan ben, doğudaki dağların tepesine koşacak, bir sabah vakti dağın arkasına varacak ve kendimi güneşin kaynayan eritici pınarına atacağım. ki, onda yanayım, eriyeyim; güneşin kanıyla yoğrulayım. güneş doğup gecenin yüzüne gülümsediği, her ev ve zindana girdiği zaman, ben onun şuasının güzel, yumuşak ve sıcak pencereleri olayım. elimi senin odanın kapalı pencerelerinin arkasına sokayım. güneşin yüksek boyunda gizlediğim varlığımı içeri atıp yanına oturayım. sabah güneşinin ışınları olarak tasavvur ettiğin sıcak, şefkatli, merhametli, latif ve altın parmaklarla özgürlük şeklinde kalıba döktükleri benim ruhum olan çehreni okşayayım, okşayayım, serbestçe ve özgürce… öyle ki, sanki sen hep bensin, ben de sen. öyle ki sanki artık baskı yok, gece yok, eziyet ve ıztırap yok, aykırılık ve zıtlık yok. gasp yok, işkence yok, özgürlüğün işkence ve esareti yok. güneşin aldatması olmaksızın sen benim parmak uçlarıma ramsın. hayalin hilesi olmaksızın benim yanımdasın. sanatın hilesi olmaksızın hemen benim yanı başımdasın. efsane vasıta olmaksızın biz beraberiz. beton ev olmaksızın, sarmaşık, ot, ve gül birbirine karışmış vahşi dikenlerle dolu, fakat bir bıçak zulmüne maruz kalmayan, süsleme sanatına, süs için kırpmaya düçar olmayan ve çiçeklerin dallarını kıran, koparan, “terbiye ediyorum, düzenliyorum, yani bahçe düzenli olmalıdır, hesaplı ve bakımlı olmalıdır” deyip, dalları hep çırpıp götüren, çiçek ve otların başlarını vuran ve ortadan yaran bahçıvanın çirkin, anlamsız, tatsız, aptalca, utanmazca ve ahmakça yaptığı fuzuli işlere maruz kalmayan bir bahçede birlikte yaşıyoruz. bahçıvan bilinçsiz! çünkü böyle bir bahçeye, allah’ın bahçıvan olduğunu bilmiyor. halbuki allah, bahçıvan veya gül yetiştiriciden daha iyisini bilir.
evet, iki betonarme odada değil, bir bahçede birlikteyiz. bu bahçe öyle bir bahçedir ki sessiz, yalnız; otlar, güller ve çeşitli bitkiler birbirine karışmış, ağaçların dalları ve kolları, güller, ahududular, asmalar ve yosunlar halka yapmışlar, düğüm oluşturmuşlardır. yani birbirlerine adeta yapışık haldedirler. o uzaklarda bir çiftçi/köylü evi; evin iki odası ve tavanlı büyük bir eyvanı, bir süt veren ineği, birkaç tavuğu, civcivi, havuzu, tandırı, buğday anbarı, yağı, sütü, yoğurdu, peyniri var… önündeki dut ağacının dallarıyla ses çıkaran bir rüzgâr… sessiz, sakin, elektriksiz, asfaltsız ve toprağında iki çift ayakkabıdan başka git-gellerin olmadığı, yani insansız bir ev. yanında genç, güzel ve doru bir at. tabii bu at, bir süvarinin küçük tayı değildir! ceylan gibi hızlı koşan altın gemli ve heybetli bir at…
yavaş yavaş uyanıyorsun. tabi ben uyandırıyorum. gözünü benim gözümde açıyorsun. uyanır uyanmaz beni görüyorsun. ardından sabahı ve sabah güneşi görüyorsun. gözünü güneş ve sabahın gözünde açıyor ve beni görüyorsun. beni bütün vücudunda hissediyorsun. islanmış ellerimi, yanmış-aydınlanmış yüzümü baştan başa bütün varlığında hissediyor, ısınıyor ve aydınlanıyorsun. öyle ki, her zaman derinliklerine dalmak istediğin, derinliklerinde kalmak, uyumak, yaşamak ve artık dönmemek istediğin gözlerinin içine giriyorum. senin değerinin altında güneşin sıcaklığıyla sürünüp dolaşıyorum. böylece kendimi sana kavuşturayım. senden anlatmanı istiyorum, ey özgürlük! ey benim özgürlüğüm! ıstibtadın pençesine esir düşmüşsün. keşke kafesini kırabilseydin ve seni uçsuz bucaksız, duvarsız, engelsiz temiz fezada uçurabilseydim. fakat beni de ipe vurdular. ayaklarımı, gözlerimi, kalemimi, ellerimi ve parmaklarımı kırdılar; dilimi kestiler, dudaklarımı diktiler. sen ne yaptıklarını bilmiyor musun? şu anda ne yapıyorlar bilmiyor musun? fakat allah seni benimle yoğurmuştur. allah benim bedenimi yarattığı zaman, ruhun yerine seni bana üfledi ey özgürlük! böylece seninle dirilip canlandım, seninle nefes aldım, seninle harekete geçtim, seninle gördüm, seninle söyledim, konuştum. seninle işittim, hissettim, anladım, düşündüm… ve sen, ey benim tutkun, ruhum! ınsan ruhuna hangi ihtiyacın, bedensel gereksinimde daha güç ve deli olduğunu biliyorsun.
fakat… ıstibtadın cellatları ve hilafetin uşakları seni benden ayırdılar ve “yalnızlıktan dertli” olan beni, sürüp uzaklaştırdılar; zincire vurup bağladılar. bizi nasıl birbirimizden ayırabilirler ki! bakışı gözden, gözü de bakışından ayıramazlar. bense ey özgürlük, seninle bakıyor, seninle görüyorum!
söyle! bana ne yaptığını anlat. nasıl uyanırsın? nasılsın? nasıl dışarı çıkıyorsun? yuvanı terk etmen durumunda ne yapıyorsun? ne diyorsun? halin nasıl senin? ne gibi bir sözün var? kiminlesin? onlarla nasılsın? nereye gidiyorsun? seni nereye götürüyorlar? orada ne yapıyorsun? o anları ve saatleri nasıl geçiriyor, nasıl öldürüyorsun? bu yaptıkların görünmez mi zannediyorsun? nasıl dönüyorsun? nasıl giriyorsun? nasıl gülüyorsun? sonra ne yapıyorsun? ve daha sonra ne yapıyorsun? ondan sonra ne yapıyor ve nasıl dışarı çıkıyorsun? kiminle çıkıyorsun ve kimlerlesin? yalnız mısın? nereye gidiyorsun? seni nereye götürüyorlar? onlarda ne yapıyorsun? ve sonra… sonra gece nereye gidiyorsun? ne yapıyorsun? daha çok ne iş yapıyorsun? daha çok ne düşünüyorsun? daha çok nereye gidiyorsun? ne zamanlar nerelere gidiyorsun? sonra ne zaman dönüyorsun? nasıl dönüyorsun? ve ne yapıyorsun? ne düşünüyorsun? nasıl vakit geçiriyorsun? geceyi nasıl yarılıyorsun? söyle, adım adım, zerre zerre, an be an söyle… ah! benim bilmem gerekmektedir… benim her bilmem, bir tür seninle birlikte olmamdır. benim her bilmeyişim, bir tür iki kat seninle birlikte olmamamdır! eğer şimdi ne yaptığını, nerede ve kiminle olduğunu bilsem, bende ne yapmam, nerede ve kiminle olmam gerektiğini bilirim!
ey özgürlük! senin için nice zindanlar çekmişim nice zindanlara da katlanacağım. yine senin için nice işkencelere tahammül etmişim ve nice işkencelere de tahammül edeceğim. fakat kendimi asla istibdada satmayacağım. ben özgürlükle terbiye olmuş ve beslenmişim. üstadım ali’dir. ali, korkusuz, zaafsız ve sabır dolu bir insandır. rehberim özgür insan ve özgürlük için yetmiş yıl inleyen musaddık’tır. her ne yaparlarsa yapsınlar kesinlikle senin havandan başkasını soluyamayacağım. ama benim seni tanımaya ihtiyacım var. bunu benden esirgeme. hadi, her an neredesin, ne yapıyorsun söyle. söyle ki, bende nerede olmam ve ne yapmam gerektiğini bileyim!...
Ali Şeriati
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder