14 Haziran 2014 Cumartesi

TANRININ KURALTANIMAZ KULLARI




OSMANLI COĞRAFYASINDA SAPKIN TOPLULUKLAR


Türklerin 10.yüzyılın başında İslamiyeti kabulünden sonra gerek tasavvuf dünyasında gerekse Orta Asya’nın Şaman inancında varolan birtakım tasavvufî eğilimlerin en damıtılmış halini İç Asya Türkmenistanı’nda görebiliriz. 

Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler. 
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler. 
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.

İçerisinde tarikatlar, dervişler, şeyhler ve babaların bulunduğu bu yapı, büyük bir zühd hareketi eşliğinde akınlar yaparak, aynı zamanda Hint’ten getirdikleri tasavvuf  edebiyatını ve düşüncesini dinle bütünleştirerek halk arasında yaymaya başladılar. 
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.

Fakat bu dönemde birtakım sapkın tarikatlar da baş gösterir. Zahidlik yoluyla baş gösteren bu hareket “Zühd Hareketi” adını alır. Bu tarikata mensup olanlar; derviş görüntüsü altında, hayatta hiçbir çaba göstermeden dilenerek insanlardan yiyecek ve giyecek alan, fakat bunu asla biriktirmeyen, çoğu yalın ayak, tıraşsız hatta bazıları punkçılara benzeyen saç modelleri ile sıra dışı olan kişilerdir. “Sapkın derviş, bir yalnızlık yaşamı gütmek için vahşi doğaya çekilmiyor, tersine amansız toplum karşıtı etkinliğiyle toplumun Tanrıya ulaşma başarısızlığını ayıltıcı bir biçimde eleştirmek amacında olduğu için kendisine toplumun kalbinde ‘toplumsal bir vahşilik’ yaratıyordu.”

Zahidlerin temel felsefesi ise şudur; “Yeryüzündeki her şey herkesindir… Bunun için hiçbir şey hiç kimsenin değildir.”

Bunun da temelinde İslam kültüründeki “Yeryüzündeki her şey insanların mirasıdır.” anlayışının olduğunu görüyoruz. Çünkü hiçbir şeyi mülkiyet olarak kabul etmezler.

Bu hareketin içerisindeki tarikatlardan en önemlileri ise Kalenderiyye ve Haydariye tarikatlarıdır.

Tanrının Kuraltanımaz Kulları’nda ele alınan bu tarikatlar İslam coğrafyasında Osmanlı hâkimiyetinin olduğu topraklarda baş gösteren Hint kaynaklı tasavvuf akımlardan en marjinal olanıdır.

Daha sonraki çoğalmalar bu iki gruptan oluşarak, Kalenderi ve Haydariler’in çeşitli kollarından türemiştir.

Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından kabul edilmese de bunun kökeninde Hint mistisizmi vardır. Biz bunu kabul etmemelerinin temelinde tek bir noktanın yattığını görürüz; Hint mistisizminin yeterince bilinmemesi.

Kitap 16.yüzyılın ortalarına kadar bu sapkın topluluklarla devletin nasıl mücadele ettiğini de anlatıyor. 

Toplum tarafından tutarlı bulunmayan hareketlerinden dolayı insanların nefretine maruz kalan dilenci, zahid ve oğlancılara bir dönem ağır cezalar veren devlet, daha çok onları tolere etmeye yönelik meşru tasavvuf zeminlerinin içine çekme politikaları takip ederek, onları etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.

Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kuraltanımaz Kulları isimli kitabıyla aslında Türk Tasavvuf Edebiyatında önemli tartışmaları beraberinde getirebilecek bir çalışmaya imza atmıştır.

Fakat mevcut kültürel yapı sessizliğe bürünmüş kendi problemleriyle meşgulken tartışma yaratacak sağlam zeminlerde bulunmamak gibi bir eksikliği de kendi üzerinde taşımayı başarmaktadır.

Kısaca kültürel düzlemimiz bu tür tartışmalar için yeterli değildir.

Bu tartışmalar daha entelektüel ortamların tartışmalarıdır.

Semiha Kavak
STAR Gazete



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder