OSMANLI COĞRAFYASINDA SAPKIN TOPLULUKLAR
Türklerin 10.yüzyılın başında
İslamiyeti kabulünden sonra gerek tasavvuf dünyasında gerekse Orta Asya’nın
Şaman inancında varolan birtakım tasavvufî eğilimlerin en damıtılmış halini İç
Asya Türkmenistanı’nda görebiliriz.
Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler.
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler.
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.
Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler.
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler.
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.
İçerisinde tarikatlar, dervişler,
şeyhler ve babaların bulunduğu bu yapı, büyük bir zühd hareketi eşliğinde akınlar
yaparak, aynı zamanda Hint’ten getirdikleri tasavvuf edebiyatını ve düşüncesini dinle
bütünleştirerek halk arasında yaymaya başladılar.
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Fakat bu dönemde birtakım sapkın
tarikatlar da baş gösterir. Zahidlik yoluyla baş gösteren bu hareket “Zühd
Hareketi” adını alır. Bu tarikata mensup olanlar; derviş görüntüsü altında,
hayatta hiçbir çaba göstermeden dilenerek insanlardan yiyecek ve giyecek alan,
fakat bunu asla biriktirmeyen, çoğu yalın ayak, tıraşsız hatta bazıları
punkçılara benzeyen saç modelleri ile sıra dışı olan kişilerdir. “Sapkın
derviş, bir yalnızlık yaşamı gütmek için vahşi doğaya çekilmiyor, tersine
amansız toplum karşıtı etkinliğiyle toplumun Tanrıya ulaşma başarısızlığını
ayıltıcı bir biçimde eleştirmek amacında olduğu için kendisine toplumun
kalbinde ‘toplumsal bir vahşilik’ yaratıyordu.”
Zahidlerin temel felsefesi ise
şudur; “Yeryüzündeki her şey herkesindir… Bunun için hiçbir şey hiç kimsenin
değildir.”
Bunun da temelinde İslam
kültüründeki “Yeryüzündeki her şey insanların mirasıdır.” anlayışının olduğunu
görüyoruz. Çünkü hiçbir şeyi mülkiyet olarak kabul etmezler.
Bu hareketin içerisindeki
tarikatlardan en önemlileri ise Kalenderiyye ve Haydariye tarikatlarıdır.
Tanrının Kuraltanımaz Kulları’nda
ele alınan bu tarikatlar İslam coğrafyasında Osmanlı hâkimiyetinin olduğu
topraklarda baş gösteren Hint kaynaklı tasavvuf akımlardan en marjinal
olanıdır.
Daha sonraki çoğalmalar bu iki
gruptan oluşarak, Kalenderi ve Haydariler’in çeşitli kollarından türemiştir.
Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından
kabul edilmese de bunun kökeninde Hint mistisizmi vardır. Biz bunu kabul
etmemelerinin temelinde tek bir noktanın yattığını görürüz; Hint mistisizminin
yeterince bilinmemesi.
Kitap 16.yüzyılın ortalarına
kadar bu sapkın topluluklarla devletin nasıl mücadele ettiğini de
anlatıyor.
Toplum tarafından tutarlı
bulunmayan hareketlerinden dolayı insanların nefretine maruz kalan dilenci,
zahid ve oğlancılara bir dönem ağır cezalar veren devlet, daha çok onları
tolere etmeye yönelik meşru tasavvuf zeminlerinin içine çekme politikaları takip
ederek, onları etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.
Ahmet T. Karamustafa, Tanrının
Kuraltanımaz Kulları isimli kitabıyla aslında Türk Tasavvuf Edebiyatında önemli
tartışmaları beraberinde getirebilecek bir çalışmaya imza atmıştır.
Fakat mevcut kültürel yapı
sessizliğe bürünmüş kendi problemleriyle meşgulken tartışma yaratacak sağlam
zeminlerde bulunmamak gibi bir eksikliği de kendi üzerinde taşımayı
başarmaktadır.
Kısaca kültürel düzlemimiz bu tür
tartışmalar için yeterli değildir.
Bu tartışmalar daha entelektüel ortamların
tartışmalarıdır.
Semiha Kavak
STAR Gazete
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder