16 Mart 2024 Cumartesi

ÇOK TARTIŞILAN BİR KONU: DİNİN GELECEĞİ

 


Semiha Kavak - Yeni Şafak Kitap Gazete

Yeryüzünde binlerle ifade edilen din var. Tarihin ilk yıllarından bu yana insanlar doğa üstü gördükleri olaylar karşısında bazı şeylere tapınmış, ortakça oluşturdukları bu inançlar bir şekilde günümüze kadar ulaşmıştır. Her ne kadar insanlığa doğru yolu göstermek için Allah, Nebi ve Resulleri görevlendirmiş olsa da, ilahi buyruklar sınırlı coğrafyalarda etkili olabilmiş, bunun dışında kalan coğrafyalarda ilkel inançlar varlığını sürdürmüş ve bir şekilde ileriye  taşınabilmişlerdir.

Din adı altında tanımlanan bu olgular zamanla değişime uğramış, her inanç ekolü kendi içinde ayrımlara uğrayarak değişimler yaşamıştır. Bu değişim bir tür yenilenme, reform olarak kendini kabul ettirmiş, eskiyle yeninin çatışmasına da yol açmış, sonuçta iç dinamizm sayesinde dinler ilerleyen çağla birlikte kendine yeni alanlar açmayı başarabilmiştir.

Günümüzde İslâm, Hıristiyanlık, Musevilik ve Budizm en bilinen dinler arasında yer almakta. Musevilik bir ırksal din niteliği taşısa da gerek Kur’an’da, gerekse İncil’de Hz. Musa’dan ve onun mücadelesinden bahsedilmesi Museviliğin, Hıristiyan ve İslam dünyasında bilinirliğini sürekli kılmış ve yaygınlaştırmıştır.

Dinlerin toplumlar üzerindeki etkisinin bugüne kadar gelebilmesi gelişmeler karşısında kendini yenileyebilme ve toplumsal gelişmeye uyumlu bir seyir izlemesiyle açıklanabilir. Aydınlanma çağı Batı’da kilise hakimiyetini sonlandırıp, Hıristiyanlığın toplum içindeki etkisini kırıp, dini etkisiz hale getiren ideolojilerin öne çıkmasına imkan sağlamış olsa da, zamanla din Batı’da yeniden kendine bir zemin bulabilmiştir.

İslam dünyasında Batı’da olduğu gibi dine karşı büyük çaplı tepkilerin oluşmaması ideolojilerin etkisini kaybettiği yarım asır öncesine yakın dönemlerde islâma olan ilgiyi artırmış, bu dönemde islam bir ideoloji olarak yükselmeye başlamıştır. Ancak, hızla yayılan küreselizm ve digital çağ kendi ideolojisini de beraberinde taşıyarak dinleri yeniden büyük bir tartışmanın içine sokmuştur. Baş döndürücü şekilde gelişen teknolojiler ve hızla dolaşıma giren bilgiler zamanla din ile toplum arasındaki bağın zayıflamasına yol açmıştır.

İşte bu nokta da birçok düşünür, dinlerin geleceği hakkında çeşitli yorumlar yapmakta. Bu doğrultudaki yazı ve kitaplarıyla tanıdığımız Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Ali Köse de son kitabında bu konuyu enine boyuna ele almış.

Ali Köse “Dinin Geleceği” adlı kitabının ilk sayfasında “ Bu kitap, 21. Yüzyıl din olgusunu Batı ülkeleri ekseninde incelemektedir. Batı’nın din serencamını sosyal, kültürel ve tarihsel bağlamda değerlendirerek geleceğe yönelik projeksiyonlarda bulunmaktadır.” sözleriyle karşılaşıyoruz. Köse: “Bunun nedeni belli: Batı’nın yaşadığını dünyanın geri kalanı, zaman farkıyla yaşıyor.” sözleriyle bu konunun islâmı da içerdiğini anlatmak istemiş.

Kitap konuyu islam tartışmalarının dışına taşıyarak ele alsa da, aynı zamanda islamı da ilgilendiren bir konu olması nedeniyle kitabın bu çevrelerce bir tartışma oluşturması kaçınılmaz. Zira, kitabın içeriği, ele aldığı konular ve bıraktığı izlenimler bu tartışmalara yol açabilecek türden şeyler.

Köse’ye göre, dinin toplumsal etkisi gün geçtikçe azalmaktadır. Köse, bunun nedenlerine şöyle değinmekte;

“Sosyal refahın artması, bilim ve teknolojinin yaygınlaşması, bireyselliğin yükselmesi ve daha da önemlisi, internetle birlikte sekülerleşme ilerlemiş, din gerilemişti. Aslında Kuzey ülkeleri, özellikle de İskandinav ülkeleri bu gidişatın habercisiydi. Bu ülkeler sosyal güvenlik açısından dünyanın en üst sıralarında yer alan seküler refah ülkeleriydi. Buralarda önceleri Protestanlık hâkimdi. Ama sosyoekonomik refaha ulaşan güvenli toplum yapısı, dine olan ihtiyacı azalttı. Neticede doğal bir sekülerleşme gerçekleşti. Acaba diğer ülkeler de sosyoekonomik refahla birlikte sekülerleşecekler miydi? Inglehart'in 2007-2020 yıllarını kapsayan ve bu yılları daha önceki çeyrek yüzyılla (1981-2007) karşılaştıran Religion's Sudden Decline başlıklı araştırması, bu soruya "evet" cevabını veriyordu: Görüntü, küresel bir sekülerleşmeye işaret ediyordu.”

“18. yüzyılda kültürel elitler arasında başlayan sekülerleşme eğilimi, Andrew Wilson'in God's Funeral kitabında işaret ettiği gibi, sonraki yüzyıllarda sanata, akademiye ve diğer kurumlara sirayetle yoluna devam etti (Wilson 1999: 284). Sonuçta bugün 21. yüzyıl- da daha da yaygınlaşarak dinden uzaklaşmaya, inanç ve ibadetlerde gerilemeye neden oldu. Dahası din, binlerce yıla dayanan dokunulmazlık zırhını kaybetti. Oysa daha birkaç yüzyıl öncesine kadar Avrupa'da yerel yönetimler, kilisenin denetiminde bulunan idari birimlerdi. Charles Taylor'un tanımıyla Avrupa toplumlarında "herhangi bir kamusal faaliyeti Tanrı'yla karşılaşmadan yürütmeniz mümkün değildi. Günümüzde durum tamamen farklı hâle geldi. Modernlik öncesi tüm toplumların siyasi örgütlenmesi, Tanrı'ya ya da 'mutlak varlık' kavramına duyulan inançla ilişkiliyken modern Batı devleti, bu ilişkiyi kopardı. Kiliseler artık siyasi yapılardan ayrıldı. Din veya dinsizlik büyük ölçüde kişisel bir mesele hâline geldi. Politik toplum artık hem inançlılardan (her çeşidinden) hem de inançsızlardan oluştu" (Taylor 2014: 3).”

Ali Köse, “Dinin Geleceği” adlı eserinde Batı’da yapılmış olan birçok araştırmadan yola çıkarak dine ilginin azaldığını, bunun gelecekte daha büyük bir kırılmaya yol açacağını belirtirken, 2012 ‘de yazdığı bir yazıda dinin yükselişiyle ilgili verdiği Amerika örneğinin bugün nasıl olumsuz bir noktaya geldiğini anlama açısından oldukça önemli; “Aydınlanma teorisyenlerine göre insanoğlu Aydınlanma Çağı'nda sekülerleşme trenine binecek ve dinsizlik durağına doğru ilerleyecekti. Teknoloji ilerledikçe modernleşilecek, modernleştikçe din yok olacak ve sonuçta insanlar tabiatüstüne yönelik inançları terk edeceklerdi. Hatta bunun için tarih bile vermişlerdi. Verdikleri nihai tarih 20. yüzyılın sonuydu. Ama 21. yüzyıla girilirken hiç de öyle olmadığı görüldü. Bugün Amerika dünyanın teknolojiyi en üst düzeyde kullanan ülkesi, ama aynı zamanda dünyanın en dindar ülkelerinden. Haftalık kiliseye gitme oranı yüzde 40'lar düzeyinde. Ülkede 300 bine yakın kilise var. Amerikan başkanları göreve başlarken hâlâ İncil üzerine yemin ediyor. Halkın yüzde 70'i kendini dindar olarak tanımlıyor.”

Köse, bu kez henüz yazısının üzerinden on yıl gibi bir zaman geçmişken bu konuda yapılmış olan son araştırmalardaki verilerden yola çıkarak Amerika’daki değişimi gözler önüne seriyor: ” Deseret-Marist 2022 yılı araştırmasına göre Incil'de anlatıldığı şekliyle Tanrı'ya inanan Amerikalıların oranı %54'e düştü. Tanrı'ya değil ama manevi bir güce inananların oranı %15 oldu. Tanrı'nın varlığından şüphe duyanların, ahlaklı olmak için dine gerek olmadığını düşünenlerin oranı yükseldi. Çocuklarına din öğretenlerin ve ateistlere olumsuz bakanların oranı düştü. Her üç genç Amerikalıdan biri, “Dininiz nedir?" sorusuna, "dinim yok" cevabını verdi. Kilise üyeliği tarihte ilk kez %50'nin altına indi. 18-29 yaş aralığındaki genç yetişkinlerin %70'i İncil'de anlatılan Tanrı'ya inanmadıklarını söyledi. Araştırmanın şu tespiti belki de gelecek yansımasının özetiydi: "Gençler arasında inanç ve ibadetler düşüşte; ne kadar gençseniz, Tanrı'ya inanma veya düzenli olarak ibadet etme ihtimaliniz o kadar az. Ne kadar gençseniz kendinizi spiritüel olarak tanımlama ihtimaliniz o kadar az. Şimdiye kadar Amerika sekülerlik konusunda Avrupa kadar meşhur değildi ama artık Avrupa ile yarışmakta" (Dallas 2022; Graham 2022). Hatta bazı konularda Avrupa'dan daha seküler hâle geldi. Mesela evlenmeden çocuk sahibi olma oranı, Avrupa'dan daha yüksek (Eberstadt 2013: 175).”

Köse, bu değişimleri başta sekülerliğin gelişmesi ve zamana uygunluk olarak değerlendirmekte. Ona göre, içinde bulunduğumuz zamanın oluşturduğu değişim atmosferi dine ilgiyi azaltmakta:

“Birkaç asır önce Tanrı'ya ya da dine inanmamak zordu ama sonra kolaylaştı. Birkaç asır önce insanlar; varoluşlarını, günlük hayatlarını doğaüstü inançlarla anlamlandırırken sonra ne oldu da bu eğilimlerden vazgeçme ihtimali ortaya çıktı? Ne oldu da eskiden inanç bir topluluk, bir cemaat işiyken şimdi daha çok, bireysel bir tercih olarak görülmeye başlandı. Cevap belki de basit: Zaman değişti, hayat değişti, kültür değişti, insan değişti. Birey için artık dinin ne istediği değil, kendisinin ne istediği önemli hâle geldi. Her değişim, bir sonrakini davet etti. Her değişim bir öncekini katlayarak ilerledi. 21. yüzyılla gelen internet çağı, değişimi deyim yerindeyse ışık hızına döndürdü. Sonuçta Charles Taylor'un tabiriyle inanç, mevzilerini kaybetmeye başladı ve Tanrı'ya inanmanın alternatifleri düşünülebilir hâle geldi. İnsanoğlu kendisinin insan merkezli bir dünya düzeni oluşturabilecek akıl ve bilim gücüne sahip olduğu kanaatine vardı. Dünya artık doğaüstü güçlerden sıyrılmış, sihirsiz bir mekândı. İnsan artık kendisine yönelik tehlikelere karşı korunaklıydı; sihirsizleştirilmiş bir dünyada tamponlu bir benlikti.” 

“Hülasa, 21. Yüzyılda zamanın ruhu, dinden ziyade sekülerleşmeyi hatta dine tümüyle lakayt kalan ortamları besleyen bir yönelim içermektedir.”

Öte yandan Köse, araştırmalardan yola çıkarak ülke zenginliğiyle dini inançlara bağlılığın ilişkili olduğuna dikkat çekmekte: “Dünya genelinde ülkelerin gelir düzeyleriyle dindarlık düzeylerini karşılaştıran araştırmalar, zengin ülkelerle fakir ülkeler arasında önemli bir dindarlık farkı olduğunu göstermektedir. Kişi başı millî geliri 10 bin doların altında olan ülkelerde “dinin hayatlarında önemli bir yer tuttuğunu söyleyenlerin oranı %80-99 aralığındayken 30 bin doların üzerindeki ülkelerde bu oran %17-43 aralığındadır. Bu rakamları destekleyen bir başka veri de ülkelerin kendi içlerindeki zengin bölgelerle yoksul bölgeler arasındaki farktır. Yoksul bölgelerde daha çok mabet, daha çok cemaat bulunmaktadır. Dahası, radikal dinî gruplar bu fakir bölgelerden çıkmaktadır.”

Kitabın ilerleyen bölümünde yeni din arayışları, dinler arasındaki geçişkenliğin artması gibi konuların yanı sıra bilin, teknoloji ve din ilişkileri yapılan araştırmalar ışığında irdeleniyor. Değişimle birlikte ortaya çıkan yeni olguların geleneksel din anlayışına etkileri ele alınıyor. “Din teknoloji karşısında hep savunma pozisyonunda , ama söz sahibi olmak istiyor. Söylemler üretiyor ama karşılık bulmuyor, güne uymuyor”

Kitabın son bölümü ise Transhümanizm konusuna ayrılmış. İnsanların fiziksel ve bilişsel yeteneklerini artırmak, hastalıkları yok etmek, insanın ömrünü uzatmak ve hatta ölümsüzlüğünü sağlayabilmek için teknolojiden yararlanılması gerektiğini savunan bir düşünce ekolü olan transhümanizmin hedefi üstün insan oluşturmak. Kitabın bu bölümünde günümüz düşünürlerinin yanı sıra destopik öngörüler de ele alınmakta. Ayrıca, bu konu üzerinden gelecekte dinin nasıl şekilleneceği, var olup, olamayacağı konuları kitapta uzunca yer bulmakta..

 Ali Köse, “Dinin Geleceği” adlı eserinde Batılı düşünürler üzerinden dinin geleceğini ele alırken aynı zamanda yaptığı kişisel değerlendirmeler ve yorumlarla konuyu islâmı da içerecek şekle dönüştürüyor. O nedenle keşke bu alanda Türkiye’de yapılmış araştırmalar da kitapta yer alabilseydi. Böylece, bu konu daha canlı ve daha cesurca tartışmaların da önünü açardı.

  



 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder