18 Haziran 2020 Perşembe

KAPIDA


Karardı gece
Çözüldü dizlerim
Ay tırmanırken göğün katına
Kapını aç bana
Geldim, bu gece
Gözlerindeki nergisten bir demet biçmeye
Bir uyku için,
Bir rüya için, biraz ağlamak için
Çözgün saçlarının bulutları üstünde

Geldim bu gece
Anısı olan kentin kıvılcımı seslendi bana
Çocukluğumun suretiyle
Salkımsöğüt hüznümle birlikte
Geldim, dönmeyeceğim de
Ya erişirim sana
Ya mum gibi yanar, eririm

Kapını aç bana
Ben, her zamanki âşığınım
Kapındaki eşiğinim ben
Susatan ve taşan yağmurunum hep
Aç bana kapını
Benim bu
Daha düne kadar
Aydınlık koynunda saklardın
Korkunun kâsesiyle içerdin beni

Zaman
Göğün kanatları altında
Esniyor
Yer
Sessiz bir kıtadır
Kapıyı aç bana
Daha tatlı bir şey olamaz
Ayakların hışırtısı, dudakların titremesinden!

Aç bana kapını uzak menziller yorgunuyum
Her zamanki gibi
Az oturur yola koyuluru
İlerledi gece
Çözüldü dizlerim
Ay tırmanırken göğün katına
Kapıyı aç bana
Yalvarmaya geldi kapındaki taşlar ve ağaçlar!

Avdillah Peşêw


16 Haziran 2020 Salı

Haiku


açtım içimi
boydan boya aydınlık
baktım gören kim

Semiha Kavak


15 Haziran 2020 Pazartesi

YENİ ŞAFAK Kitap Haziran 2020

Güven Adıgüzel’in Profil Yayınları arasından çıkan, “Kararsızlar Dağıtıldıktan Sonra” isimli son şiir kitabından yola çıkarak kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik.


Semiha Kavak: “Bir kelebeğin yükü büyüyor sırtımda, kozamda silinmez kan lekesi” dizesiyle biten “kararsızlar dağıtıldıktan sonra” adlı  şiiriniz aynı zamanda kitabınızın da ismi. Dikkat çeken bir şey var, hem şiirlerinizin başlıkları hem de, ”kadraj hataları, papağanın vaazı, kimse kıpırdamasın” gibi kitaplarınızın her birinin ismi okuyucuyu farklı atmosfere taşıyan türden. Meselâ, üç bölümden oluşan bu kitabınızın adının bir şiir kitabı adı olduğunu bilmeyenler onu bir seçim anketi sanabilir. Şiirlerinize başlık koyarken, kitaplarınızın isimlerini seçerken neye dikkat ediyorsunuz, kitabınıza bu ismi neden verdiniz?

Güven Adıgüzel: İşimiz mazrufla, ama zarfı da yıkıcı etkisi sebebiyle önemserim. Başlık, isim, kapı ya da köprü. Ünsiyet böyle başlar genelde. Başlığın zihni kışkırtması, etkileyici olması mühim ama son tahlilde bütün’ü işaret etmesine ve toplam duyguyu içermesine de dikkat ediyorum. Kitabın ismine gelince, ‘’kararsızlar dağıtıldığında’’ malum, seçim anketleriyle aşina olduğumuz klişe bir ifade şekli. Aslında benim yaptığım da klişeyi bozarak şiire dahil etmek. Karar vermek ünlemi, nihai bir zaferi çağrıştırıyor. Ama kararsızlık daha insanî bir hal sanki. ‘’Kararsızlar’’ bütün seçim anketlerinde, herkesin iştahını kabartan bir topluluk, ama yekpare değiller, ortak amaçlara-ideallere matuf bir gayretleri de yok. Tek ortak noktaları kararsızlık. Destekliyorum bu kararsızlığı, o kadar da soğukkanlı olmamayı ve bir türlü işin içinden çıkamamayı (çıkamayanları) seviyorum. Anketler dahil olmak üzere hiçbir yerde dağıtılmalarına razı değilim.

Semiha Kavak: Sanırım bir konuşmanızda veya bir söyleşinizde “Ben yazdıklarıma şiir demiyorum. Bol imgeli sözler yazıyorum. " demiştiniz. Oysa, şiir hiç vazgeçtiğiniz bir tür değil. 6 yıl aradan sonra da yeni şiir kitabınız olan “kararsızlar dağıtıldıktan sonra “adlı şiir kitabınızı çıkardınız. Geldiğiniz noktadan baktığınızda kendi şiirlerinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Güven Adıgüzel: Bazı yerlerde böyle söylediğim yazılmışsa da tam olarak öyle demedim. Zaten bağlamı da sesimi bulamamakla, bundan emin olamamakla ilgili bir şeydi galiba. Kastım ses sahibi kılınmakla ilgili duama ilişkindir. Şiir yazıyorum, yazdıklarımın ne kertede bir karşılığı var, bunu en adil hâkim yani zaman gösterecek. Elbette zamanın sözünü kuşandığı gibi, zamana karşı yazılır şiir. Kadraj Hataları’nın üstünden 6 yıl geçti, yolumu/sesimi aramaya ve şiirle boğuşmaya devam ediyorum. Şiirimi tanımlamak fazladan bir içeri bakış denemesi olur ama daha ritmik bir müziğin duyulduğu ve tarihin, sosyolojinin ve hayatın içinden konuşmaya azmetmiş bir toplama doğru yol aldığımı düşünüyorum bu kitapla birlikte.


Semiha Kavak: Şiirlerinizde toplumcu bir başkaldırı, bir post modern çıkış göze batmakta. Şiirinizi her alana yayılan bir protesto gibi kullanmayı seviyor, olumluluk içinde dahi sert dizeler kullanmayı yeğliyorsunuz. Oysa, yine bir yerde “Otuzu geçtim. Artık daha sessiz, daha derin ve sızan şiirler yazmayı düşünüyorum. Bağırmaktan vazgeçtim.” demiştiniz. Ama görüyoruz ki yaşınız kırka yaklaşmış olsa da şiir dilinizde açığa çıkan bir değişim yok. Güncel olanla sıkı sıkıya bağlılığınız var. Meselâ; “Dünya bir akrebin çekik gözlü kıskacında!” diyorsunuz bu kitabınızdaki bir dizede. Ömer Halisdemir için yazdığınız şiirde de, “Allah dedin Ömer, orası tamam, merdivenleri çıkarken general orda dur! Orda vur alnından, gönlünde hiç Türkiye yok, apoletinde hiç onur!” diyor, sözcükleri adeta bir dinamit, hainlerin yüzüne çarpan bir tokat gibi kullanıyorsunuz. Yine çok sayıda benzer dizeniz yer almakta bu kitapta. Güncel olana bağlılığınız mı şiirinizi dinginleştirmiyor acaba?

Güven Adıgüzel: O bir temenniydi, kendi adıma o değişimi yaşadığımı düşünüyorum, kitapta o temenniye dahil şiirler de mevcut. Yaşadığı dönemin ruhundan bağımsız, gözleri olup-bitene sıkı sıkıya kapalı bir şiire inanmıyorum. Şair öyle biri değil. Ömer Halisdemir’e yazılmayacak da kime yazılacak ki zaten şiir? Elimizdeki kalemle yaşadığımız bir hayatın içinden geçiyoruz. Son 6 yılda olup-bitenler, bu yarı dingin-yarı cevval hali açıklıyor zannımca. Hayat, dilimi harlıyor. Bununla birlikte politik güncele kalbimle bağlı değilim, gündelik hayatın görünmeyen iktidarlarına, tüm karşılıksızlık ve kararsızlıklara, ölüm duygusuna, sokağın diline ve hatta Çin Seddi’ne doğru bir şeyler söylüyorum aslında. Duyulmasını murad ederim.


Semiha Kavak: Bilhassa yeni kuşak şairler şiiri bir ideolojik silah gibi kullanmayı seviyorlar. İdeoloji ve şiir birleşince aynı zamanda birbirinin tekrarı şiirler de kaçınılmaz oluyor. Şiir size göre ideolojiyle nerede buluşup nerede ayrılmalıdır? Şiirin içinde bulunduğu durum sizi şiir adına ümitvar kılıyor mu? Yoksa hala kutsadığımız şairlerin dilimizden düşmeyen şiirleri mi yolumuzu aydınlatacak?

Güven Adıgüzel: Ben o bahsettiğiniz durumun, modern hayatın arızalarına/dayatmalarına karşı eleştirel bir duruş olarak anlıyorum daha çok. Güncel şiir ortamındaki ideolojik silah tabiri, en azından 50’ler-60’lar Türkiye’sinin atmosferinde yeşeren politik şiir gibi anlaşılamaz zaten. Meseleye bugünden baktığımızda, şiiri, düşünceden, fikirden ve dünya görüşünden ayrı bir yerde konumlandırmanın mümkün olmadığıyla başlayabiliriz. Bir ideolojiyi şiire bayrak yapıp coşkuyla sallamanın, kitlesel ilgiyi kışkırtan bir tarafının olduğu muhakkak. Ancak şiir reklam ajansı, siyasi parti, miting meydanı, PR çalışması değil, insanın varoluşu, ruhun yücelişi, kalbin direnişi ve dünyaya cephe hattından yapılan kutlu bir saldırıdır nihayetinde. Şair de kendi marşını kendi meşrebince söyler. Meselesi olmayan bir şiir-şair hayatta kalamaz, burası kesin.
Şiir ve ideoloji bahsinde, nişan taşı olarak; şiirin görkemli omuzlarına yüklenen çiğ ideolojik anlamın şiiri yoracağını ve gücünü azaltacağını söylemek mümkün. Zaten şair, şiirin kendi berrak anlamının içinde sürekli genişleyen ve derinleşen bir ‘’mesajı’’ kuşatabilirse eğer, -Turgut Uyar’ın Terziler Geldiler’i gibi- söylediğini estetik bir bütünlük üzerinden görüp anlayabiliriz. Yani şiir her durumda kendi varoluşuna aittir. Mevcut şiir ortamını, canlı, hareketli, 2020 yılına ait ve savaşçı buluyorum. Hayatta olmayan şairlerimizin şiirlerini ise, salt bir tarihsel birikim olarak değil, sürekli genişleyen anlamlarıyla bir keşif deryası, sürprizler hazinesi ve yoldaki işaretler olarak anlıyorum. Geçmiş ve şimdi, aynı denizin fenerleri.


Semiha Kavak: Digital ortamlar geliştikçe, birçok şey gibi şiir de sanal dünyanın metası haline gelerek yozlaşıyor. Şiir kitaplarına, dergilere olan ilgi azalmış durumda. Oysa, şiir daha çok buralarda aranan buralarda bulunan, sıcak mekanlarda okunan, oraların müdavimi bir sanat türü. Dijital dil şiiri gelecekte de değiştirmeye devam edecek mi? Sizce şiire nasıl bir ivme kazandıracak?

Güven Adıgüzel: Şiir para etsin, dünyayı kurtarsın, şöhret getirsin, ömrü uzatsın diye iştigal edilen bir alan değil. Kariyer planları, kalkınma raporları, yükselme sınavları, şiirle ilgili şeyler değildir. Şiir cv’ni güzelleştirmez, sana bir şey vadetmez. Bu sebeple -her seferinde- kendi ruhundan taşan varoluşuyla, cenazesini kaldırmaya gelenleri şaşırtmaya devam ediyor.  Edecek de. Şiir kitaplarına ve dergilere olan ilginin azaldığı kanaatini paylaşmıyorum, her devirde ilgi nasılsa, bugün de yaklaşık olarak aynı. Kitlesel ilgisizlik ve nefes alacak kadar gönüllü, bu ikisi aynı anda mevcuttur her zaman ve şiir yoluna devam eder. Söz-mecra ilişkisi, tartışmalı ve fırtınalı bir seyir izledi tarih boyunca, bugün de aynı kıyamet, farklı bir biçimiyle önümüzde duruyor. Evet sosyal medya yokmuş gibi yapamayız, orda sıkışan ya da patlayan şeyin içinde yaşıyoruz çünkü. Buna dil de dahil. Dijital çağ, dönüştürücü etkisiyle sözü kuşattı. Ama şair bu kuşatmayı yarmak için var. Şiir de -yüzyıllardır yaptığı gibi- nihayetinde yatağını bulur.

Semiha Kavak
Yeni Şafak Kitap Gazete




14 Haziran 2020 Pazar

Yaz


kal orada, eskiyen yaz'da
dudaklarını bir ayrılığın öpüşüne akıtıp
kuşluk vakitlerinde, uykunun kendini salladığı
bir masal büyüsünde kalakal

Rahmi Emeç

Erol Göka İle Söyleşi




“İnsanlar akın akın bir “solo yaşam”a doğru koşuyorlar…”

Hız çağında insan, gelişme ve ilerleme adına nereye doğru gidiyor? Dünyanın gidişatıyla ilgili önümüzdeki süreçte küresel salgının psikolojilerimizde oluşturduğu hasarları nasıl tedavi edebileceğiz? Kaygılardan kurtulmanın yolları neler? “Protez Psikoloji” kavramı nedir? Bu ve benzeri sorulara hangi düzlemden daha doğru cevaplar bulabilmemiz mümkün? Doçent Doktor Erol Göka, bu konulara yönelik sorularımızı cevaplandırdı.

Semiha Kavak: Dünya, yaşanmakta olan salgın nedeniyle modern dünyanın kendi yaşlılarını nasıl ölüme terkettiğini gördü. Oysa insanlık için modern dünya, Avrupa bir modeldi. Buna karşın, ülkemizde ise yaşlıların korunması için azami tedbirler alındı. Siz yazılarınızda merhamet konusunu çokça ele almıştınız. Bu tabloyu merhamet üzerinden okuduğunuzda neler söylersiniz?

Erol Göka: Çok güzel ama cevaplaması benim için zor bir soru. Batı’nın merhametle bir derdi olduğu, tam da bilmediği, onu çoğu zaman acımak ile karıştırdığı doğru.  Şüphesiz merhameti önemseyen, onun acıma hissinden farkını idrak edebilen, önemli bir erdem olarak gören Batılı düşünürler de var ama Eski Yunan’dan beri bırakın merhameti, acıma hissi konusunda bile olumsuz sözler ederler. Mesela Aristo, “Acıma, bencillikten başka bir şey değildir. Başkalarının maruz kaldıkları duruma acıma duymamıza yol açan şey, kendimiz için duyduğumuz endişedir” diye söylerken Stoacılar, “Bilge kişi acıma duymaz çünkü onun üzüntüsü yoktur. Elbette hemcinslerini kurtarmak ister ama bunun için acıma duymaya ihtiyacı olmaz. İnsanlara iyilik yapmak için onların acılarını kendi üzerimize almak zorunda değiliz” diyordu. Mesela Spinoza’ya göre “acıma, akıl düsturuna göre yaşayan bir insanda kendi başına kötü ve faydasız”dı. En insancıl ve özgürlükçü Aydınlanma filozofları dahi, Batı-dışında yaşayan insanları sözlerine dahil etmediler. Mesela “Aydınlanma düşüncesinin gerçek kurucusu”, “modern düşüncenin ortak atası” diye anılan Locke, aynı zamanda köleciliği ve sömürgeciliği savunabiliyor. Aynı şekilde Aydınlanma’nın ve liberalizmin büyük ismi David Hume, adaletsizliği mazur görebileceği hallerden biri olarak “uygar Avrupalıların barbar yerliler üzerinde büyük üstünlüğü”nü sayabiliyor. Amerikan demokrasisinin kahramanı Tocqueville, Hindistan’ın yerlilerine karşı hiç sevmediği halde İngilizlerin zafer kazanmasını isteyebiliyor.
Musevi düşünce insanlarında da bu açıdan pek fark bulunmuyor. Mesela “ahlakın insanın varoluşundan bile önce geldiğini ve ‘öteki’nin bizim kendimizi inşa etmemizin vazgeçilmez unsuru olduğunu söyleyen büyük Yahudi düşünür Emanuel Levinas, söz konusu olan Filistin sorunu olduğunda zalimane bir tavır almaktan çekinmiyor... Velhasıl, Batı düşüncesinde merhamet fikri genel olarak olumsuzdur; kendi farklılıklarını, üstünlüklerini meşrulaştırma arzularını hep hissettirirler. Bu durum onların siyaset ve ahlakla ilgili düşüncelerine de yansır; “siyasi iyi” ve “ahlaki iyi” farkı konusunda bitmeyen tartışmalara tutuşurlar.
Hal böyle olunca, olağan bir Batılı düşünce sahibi, COVİD-19 salgınında yaşlıların ve yabancıların asıl zararı görmesini kolayca meşrulaştırabilir.  Biz ise merhamet ve adalet merkezli bir anlayışa sahibiz. Yaşlıların kültürümüzde tuttuğu yer de hakeza çok önemli. Yaradan’dan ötürü yaratılana kıyamayız, merhameti acımaktan ve şefkatten biraz ayırt ederiz; bir üstünlük vesilesi değil eşitlik olarak algılarız. Bugün başkasının başına gelenin yarın pekala bize de olabileceğini düşünürüz.

Çok güzel ama cevaplaması benim için zor bir soru dediniz, zorluğu ne peki?

Merhamete yönelik Batı kültüründe ve düşüncesinde olumsuz bir durum var ama en nihayetinde merhamet kalbin eylem sahasında ortaya çıkan bir erdem. Ve Batılıların da kalpleri var. Onların hepsini buradan yola çıkarak erdemsiz ve kalpsiz olmakla niteleyemeyiz. Aynı şekilde merhamete uygun bir kavrayışımızın olması bizim toplumumuzu da pür pak yapmıyor. Söylediklerim katı genellemeler olarak anlaşılmamalı.

PROTEZ PSİKOLOJİ

Semiha Kavak: Yaşadığımız süreçle ilgili "Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" deniyor. Sizce, bu derece köklü değişim söz konusu mu? Yaşanacak değişimin bireye yansıması nasıl olacak, bizi nasıl bir toplumsal değişim bekliyor?

Erol Göka: Çok şey değişecek doğru hatta bu dönemde psikolojimiz öylesine hasarlandı ve yine öylesine yeni savunma mekanizmaları geliştirdik ki, artık bundan sonra uzunca bir süre adeta “protez bir psikoloji” ile yaşayacağız. “Protez psikoloji” derken şunu kast ediyorum: Salgın sırasında ortaya çıkan ve çığ gibi üstümüze gelen kaygılarla baş edebilmek için onun hafif ve orta şiddetteki şekillerini “normal” olarak görmek, onunla yaşamaya alışmak gerektiğini anlatabilmek için bu kavramı kullanıyorum. Bu durumu dişimizde geçici bir sorun olduğunda, yeme-içme faaliyetlerimizi bu gerçeği bilerek sürdürmemize benzetebiliriz. Bugün de küresel salgının psikolojilerimizde oluşturduğu etkinin, tarihin diğer zamanlarında bilinmeyen adeta yeni bir protez bölüm açtığını söylemek mümkün hale geldi.

Bu durumda yeni bir hayat mı bekliyor bizleri?

Psikolojilerimiz, küresel salgın sırasında ortaya çıkan tabloya uyum sağlayabilmek için birçok mekanizmanın aynı anda işlemesiyle, kendi içinde açılan bu protez bölümü, salgın sonrasında da uzun süre muhafaza edecek, sanki salgın veya bir salgın ihtimali varmış gibi yaşamayı ve davranmayı sürdürecektir.
Psikolojimizde protez bir bölüm açacak kadar psikolojimiz ve gündelik hayatlarımız etkilenecek artık hayatın her alanında fiziki mesafe, maske ve temizlik tedbirlerine odaklanan bir yeni normal oluşacak ama ben değişimin bunlarla sınırlı kalacağını düşünüyorum. Kimisi, muhtemel değişimi alabildiğine abartıyor, insanlığın büyük bir manevi değişim yaşayacağını, komünizme geçmekten başka şans kalmadığını ya da görülmemiş bir teknofaşizmin bizi beklediğini sananlar var. Asla onlara katılmıyorum. İnsanın tabiatı, fıtratı aynı kalacak, kapitalizme ve tüketim toplumuna bir şey olmayacak.

MODERNLİĞİN YARATTIĞI İNSAN TİPOLOJİSİ

Semiha Kavak: Küreselleşmeyle birlikte daha iyiye daha lükse ulaşmak kolaylaştı. Ancak bunları elde etmek için büyük bir çaba gerekiyor. Sizce bu durum, daha iyi yaşama adına sürdürülen bu yarış toplum sağlığını ne derece etkiliyor?

Erol Göka: Siz pırıl pırıl bir kalb ve iyi niyetle, modernlikle birlikte daha iyiye ulaşmak kolaylaştı diyor, içimde yaşadığımız acımasız dünyada daha iyi yaşama adına sürdürülen bir savaş olduğunu söylüyorsunuz. Keşke dediğiniz gibi olsaydı kardeşim! Modernlik, felsefesiz, düşünmeyi bilmeyen bir insan tipolojisine neden oldu. Kimse artık “İyi hayat nedir?” diye sormuyor. Tüketim toplumunda kendisine reklamlarla “iyi” diye sunulanlara rıza gösteriyor, yetmiyor, onlara sahip olmak için canhıraş biçimde çabalıyor. Böyle bir toplumun ancak hırsı ve tamahı her şey olarak gören insanlar ve aşırı tüketim yüzünden insan ve tabiat ilişkilerinin alabildiğine bozulması nedeniyle ortaya çıkmış olduğunu idrak dahi edemiyor. 

Semiha Kavak: Günümüz dünyasında insanlar daha çok yalnızlaşıyor ve bu durum bir tercih olarak yaygınlaşıyor. Ancak yalnızlık duygusu aynı zamanda bireyi sığınacak bir yer arayışına da itiyor. Bu konuda din insanlık için bir liman olabilir mi, dinin bireyin içsel sorunlarına çözüm üretmesine ilişkin sunabileceği neler var?

Erol Göka: Evet, insanlar akın akın yalnızlığa “solo yaşam”a doğru koşuyorlar ama bir yandan da sanki kendileri tercih etmemiş gibi yalnızlıktan mızmızlanıyor, kendilerini kalabalıkların kollarına atıyorlar. İnsan insanın yurdu, derdinin devası olduğunu bilmeden; insanın yaratılış amaçlarından uzakta bir hayat sürüyorlar. Sizce böyle bir yaşama tarzı ve dünya görüşünden “emanete sahip çıkan” bir insan çıkabilir mi? Ben, kendi adıma ne insandan umudu keserim ne de dinin hepimizin çekinmeden sığınabileceğimiz büyük bir kurtuluş limanı olduğunu reddederim. Ama kısa sürede bu limanın yalnız insanların sandallarıyla dolup taşmayacağını görüyorum. İnşallah yanılan ben olurum.

ÖRNEK İNSANLARA İHTİYAÇ VAR

Semiha Kavak: Teknoloji hızla gelişiyor, digital çağ en çok da gençliği etkiliyor. Artık gençler kendi dünyalarında, ailelerinden bağımsız yaşamak istiyorlar. Bu tür yaşam biçimi ise toplumsal kopmalara yol açıyor. Bu gidişatı engellemek için neler yapılabilir? Aileler çocuklarını yetiştirirken nelere dikkat etmeli. Ayrıca eğitim sistemimizin bu gerçekliğe uygun hale getirilmesi için neler yapılabilir?

Erol Göka:  Yine çok zor ve üstelik çok büyük bir soru. Bu soruyla hem Milli Eğitim hem Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı uzmanlarımız günlerce ilgilenseler, yeridir. Ben böyle büyük soruların cevaplarını bilemem. Daha basit ve kolay olan önerileri tercih ederim. Önerim şu: Gençlerle didişmeyi bırakalım, biz gençlere iyi örnekler olalım. Biz iyi ebeveyn, iyi insan olduğumuzda gençlerimiz ve siyasetçilerimiz için en güzel modeli de inşa etmiş oluruz. Dünyanın da, insanlığın da, gençlerimizin de örnek insanlara ihtiyaçları var. 

FARKINDALIĞI GELİŞTİREBİLMEK

Semiha Kavak: Bireysel desteklere ihtiyaç arttıkça onlara çare olma adına ortaya çıkan kesimler de çoğaldı, neredeyse her köşe başında çare sunucular var! Bir kısım diplomalılar da bunlar arasında sayılabilir. Ve çoğu kez, desteğe ihtiyaç duyanlar yetkin olmayan bu insanlardan destek alıyorlar. Bu durum kimi yetkin insanlara göre daha ciddi sorunlara yol açmakta. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz, bu çerçevede yaşanan olumsuzlukları önlemek için neler önerilebilir, neler yapılabilir?

Erol Göka: Mükemmel bir bakış, tebrik ediyorum. Siz de günümüzün şarlatanlarının, bazı sertifikalı cahillerinin aslında bizi çareden daha da uzaklaştırmaya yaradıklarını gören böyle bir vukufiyetin nasıl oluştuğunun kaynaklarını gerçekten öğrenmek isterim. Lütfen sözlerimi istihza gibi değerlendirmeyin. Samimiyetle söylüyorum. Tüketim toplumunun başımıza ördüğü çorapları, psikolojimize giydirilmeye çalışılan alerjik esvapları çok iyi fark etmişsiniz. Benim umudum da zaten bu fark edişte... Büyük ihtimal çevrenizdeki sahih, halis insanlar sayesinde bu fark edişi geliştirebildiniz.  Öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımızı sorgulamalı, gidişin nereye doğru olduğunu görmeli, “emlerin gidilen yolun yol olmadığını bir biçimde insanlara söyleyeceğine inanıyorum.
  
Yeni Şafak


8 Haziran 2020 Pazartesi

4 Haziran 2020 Perşembe

Haiku

bir haijinim
yaz kış demem yazarım
çiziktir kalbim

Semiha Kavak 

2 Haziran 2020 Salı