30 Nisan 2014 Çarşamba

düş




"Bir göğüs, bir beşik ya da boynunu saran ılık bir kol...Usulca şarkı söyleyen bir ses- beni ağlatmak istercesine...Şöminede yanan ateşin çıtırtısı...Kışın bağrındaki o sıcaklık...Bilincimin ılık, başıboş akışı...Sonra, sessizce, uçsuz bucaksız bir boşlukta, yıldızların arasında süzülen ay misali bir uyku."

Fernando Pessoa

29 Nisan 2014 Salı

Bekleyiş, Unutuş



“Daha uzun bir yol var.” - “Yakın olan her şeyin her uzaklıktan daha uzak olduğu vakit.” 
Blanchot

28 Nisan 2014 Pazartesi

Portre



BATILI BİR DERVİŞ: IAN DALLAS (Abdülkadir Es-Sufi)

“Eğer hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.”

Aydınlanma çağıyla birlikte yeni bir yola girmiş olan Batı aydını gelinen noktada Batı kültürünün, insanın iç dünyasını ne derece ihmal ettiğinin farkında. İşte o nedenle kendine sığınacak bir liman arıyor.
Dinin insanı saran kuşatıcılığını Hıristiyanlıkta bulamayan Batı aydını, arayışını Doğu’ya yelken açarak sürdürüyor. Bu doğrultuda ilk keşfedilen ise İslamiyet oluyor.
İslam denince, Batı’da açtığı ilk etki alanının tasavvuf olduğunu görmekteyiz. Çünkü, tasavvuf  bir “içsel” yolculuğa çıkan Batılı aydın için hazır bir reçete gibi. O nedenle Batı’da tasavvuf, dinin sarmalayıcı etkisine girilmeden önce ilkel bir ilgi kaynağı olarak duruyor.
Kısaca söylemek gerekirse, Batı'nın İslâmı tanımasında ve benimsemesinde, tasavvufi eserler ve tarikatların rolü oldukça fazladır. Tasavvufî eserler daha ziyade entelektüel kesim üzerinde etkili olurken, tarikatlar her kesimden insana hitab etmekte bu yüzden de etki alanı çok daha geniş olmaktadır.
Bu gerçeği daha ondokuzuncu asırda fark eden E. Mallitski adlı Sovyet İslâm uzmanı, bir kitabında aynen şunları söylemektedir: "İslam dünyasındaki bütün entelektüel hareketler tekrar tasavvuf bayrağına sarılmak zorundadırlar. İslâm'ın rönesansı ancak tasavvufun etkisiyle gerçekleşebilir. Her yeni fikir, gerici veya devrimci her dînî veya siyâsî hareket, tasavvuf bayrağına sarılmak zorunda kalacaktır."

İşte İslamı tasavvufî yolculukla tanıyan, içinde duyduğu o derin boşluğu doldurmak için ‘yol’a koyulan ve her yol alışında İslamın kuşatıcı bir din olduğunu anlayan bir derviş Abdulkadir Es-Sufi.

1934 yılında bir İskoç olarak dünyaya gelen ve Ian Dallas adı verilen çocuk, gençlik döneminde ruh dünyasında hissettiği derin boşluk nedeniyle sürekli bir arayış içerisindedir. Senarist, oyuncu ve tiyatrocu olarak oradan oraya savrulur. Londra'da  bir üniversite kütüphanesinde çalışmaya başlar. Burada "İslam Yazmalar” bölümünde kitapları karıştırırken duvarda asılı bulduğu ve "Berekâtü Muhammed" yazısını içeren bir levhayı merak eder. “Resmi çengelinden çıkardım ve masama yüzüstü koydum. Desen bir camın üstünde bir fon kağıdıyla örtülmüş olarak duruyordu. Kağıdı kaldırdım. Resmin sırtında bir şeyler yazıyordu, alıp ışığa tuttum. Şöyle diyordu: ‘Bu bilgiyi arayarak elde edemezsin, ne var ki onu bulanlar aramış olanlardır.’ Bistam’lı Beyazıt.” (Gariplerin Kitabı-Yeryüzü Yay.Çeviren: İ.Özel s.20.)
Bir levha Dallas’ın yolculuğunu başlatır. Ve ilahi gerçeğin peşine takar;
“Yolculuk o bomboş odada, hiç kıpırdamadığım bir an içinde başlamıştı”
Yolculuğu kütüphane memurluğu yaptığı bir dönemde başlar ve Fas’a kadar sürer. Orada tanıştığı bedevi, onu mürşidine ve irşadına ulaştıracak ilk kapıdır;
“Bedevî beni yanına peykeye oturttu. Gözyaşları hala yanaklarımdan süzülüyordu; yüzümü sildim, konuşmasını bekledim. ‘Sen arşiv yetkilisisin. Kitapları kullanıyorsun ama bilgi sahibi değilsin. Şimdi bilgiyi bulacaksın. Seni onun yakınına kadar götüreceğim. Senin aradığını içeren bir kitap var. Adı Gariplerin Kitabı. İçinde bu dünyada ve sonrasında bilmek istediğin her şey var.” (s.72)
“Bu gece ‘Gariplerin Kitabı’nı bulmak için yola çıkıyorum. Böyle bir kitap var mı? Acaba beni bu garip yolculuğa çıkmaya zorlayan böylesine garip bir kitap mı?” (s.73)
Arayış yolculuğu genç Ian Dallas’ı 1967 yılının Ramazanı’nda Marakeş'teki Karaviyyun camiine kadar götürür ve orada müslüman olur. Ertesi yaz daha derinlikli bir İslâm’ı yaşamak arzusu ile Meknes'te küçük bir zaviyede yaşayan Şazelî-Darkavi şeyhi Muhammed İbn El-Habib'den biat alarak müridi olur. Tasavvuf, içerdiği tutarlı model ile Batılı bir sancılı yüreğin derin sorularını yanıtlar; insan olarak evrendeki varlığı ile ilgili tüm sorunlarını ve çözüm yolunu kavramasını sağlar. Muhammed İbn El-Habib, yeni hayatına anlam katması duasıyla kendisine yeni bir isim verir: Abdulkadir Es-Sufî.
Bu süreçte hem islamı, hem tasavvufun İslam içindeki yerini anlamaya çalışır Es-Sufî. “ Zaviyedeki ilk haftalarımda onu defalarca tasavvuf hakkında konuşmaya zorladım, ama her seferinde kaçamak davrandı. Tasavvufun tanımı nedir diye birden bire sordum ona, bir an düşündü ve sadelikle şunu söyledi. ‘Tasavvuf, Rabbi sevmek ve onun yarattığı her şeye karşı yumuşak davranmaktır. Böceklere bile.’ Bütün söylediği bundan ibaret kaldı.”

Fas’ın Meknes şehrindeki âsitânede bir süre kalarak ilk mürşidinin yakın gözetiminde tasavvufî seyr ü sülûkunda ilerler. Tasavvufî geleneğin bir yöntemi olarak mürşidinin işareti ile edindiği tecrübeyi ülkesi İngiltere ve daha ötesinde tüm Batılı insanlara aktarmak misyonu ile yurduna döner. Heyecan ile başladığı irşad çalışması ile ilk olarak dört kişinin müslüman olmasına vesile olur; kısa süre içerisinde çevresinde, küçük bir müslüman cemaat oluşur. 1970'te hep birlikte irşad faaliyeti için ABD'ye giderler ve ardından bütün Avrupa, Nijerya, Güney Afrika, Malezya, Endonezya ve pek çok Arap ülkesini dolaşırlar. Bu faaliyetin sonucunda 1971'de öğretilerine kulak vererek İslam’ı seçen ve tarikat biatı alan insanların sayısı onaltıya ulaşmıştır.
1971’de Es-Sufî, hacı olmaya karar verir ve dört müridi ile birlikte mürşidi Muhammed İbn El-Habib ile Mekke’de buluşmayı planladığı Hac yolculuğuna çıkar. Ancak ilk mürşidi Muhammed İbn El-Habib, Hac yolunda iken uğradığı Cezayir'de yaşamını yitirir. Bu veda ile rehbersiz olarak tek başına ilk Hacc’ını yapmak durumunda kalan Abdülkadir Es-Sufî, hacc görevini yerine getirip ülkesine döner. İlk müridleri ile birlikte kurdukları Darkavi Enstitüsü'nde oluşturdukları Diwan Press adlı yayınevinde tasavvufî kitaplar ile İslam adlı bir dergi yayınına başlarlar. 1973'te sufîler arasında bir klasik haline gelen, Türkiye'de de çok satan ve kendi manevî yolculuğunu anlattığı "Gariplerin Kitabı"nı yayınlar.


Es-Sufi’nin İslam Davet Süreci
1974'de irşad çalışması için ABD’nin Kaliforniya eyaletine giden Abdülkadir Es-Sufî, Batılıları İslam'a davet etmek için organize edilen seminerlerde yaptığı konuşmalarından derlenen notlarını kitaplaştırarak, ertesi yıl "Muhammed'in Yolu" adıyla kimi ülkelerde Ian Dallas, kimi ülkelerde Abdülkadir Es-Sufî adıyla bastırır. Türkçe’ye “Muhammedi Yol” olarak çevrilen kitapta, Es-Sufi, İslama tebliğ esnasındaki sohbetlerde tasavvufu esas aldığını ileri sürer. Kitapta yer alan şu açıklamalar da seçilen tebliğ metodunun ana hatlarını ortaya koymakta:
“Tasavvuf bilimleri doğrultusunda yol alabilmenizi olanaklı kılabilecek bir tek yöntem vardır yalnızca ve bu da, diğer bütün insanlar karşısında ve üzerinde her ne kadar belirli bir bireysellik düşlüyor olursanız olun, bu milyonlarca insanla birlikte paylaşıyor olduğunuz tümüyle tarihsel ve toplumsal belirlenmişliğinizin sonucu olan ve şu ana dek sizi biçimlemiş olan dünya tablosunu ve değer yapısını bütünüyle bir kenara bırakarak kendinizi tabula rasa haline getirmeye başlamanızdır. Şeylerin nasılı ve kendinizin nasıllığı hakkında, şeylerin nasıl olması gerektiği ve kendinizin nasıl olması gerektiği hakkında belli bir düşünceye sahipsiniz. Sizinle gerçeklik arasına giren şey, kişisel ve duygusal tepkilerinizle oluşan ve kişiliğe karışarak düşündüğüz şeyi hem "siz" hem de "sizin dünyanız" kılan, varoluşun işlevsel ve değişken bir kavramsallaştırılmasıdır.”(Yayın Yılı : 1993; 226 s. sayfa, çeviri:Ersin Balcı)
1976 yazı boyunca tam üç ay, Londra'daki ünlü Hyde Park'ta İngilizlere İslâm’ı anlatmak için çalışır. İslamın, insanların iç dünyasını nasıl zenginleştirdiğini dile getirir, onları İslama davet eder. Aynı yıl sonbaharda müridleri ile beraber Londra’ya yaklaşık 200 kilometre mesafedeki Norfolk'ta, on yıl süre ile küçük tasavvufî cemaati ile birlikte yaşayacağı bir çiftliği satın alarak "Müslüman Köyü"nü kurar... 1980’lere doğru bu köyde, İslam'ı kabul etmiş yaklaşık 200 aile, modern yaşam tarzından uzak İslami bir komin yaşam tarzı oluştururlar.
Bu dönem Es-Sufî cemaatinin püriten bir tavır ile çağdaş medeniyeti sorguladığı, hatta bütün gereksinimlerini kapalı devre olarak kendi kendilerine temin etmeye çalıştıkları reaksiyoner bir süreçtir. Norfolk’taki “Müslüman Köyü”ndeki çalışmaları yakından izlemeye alan ve ortaya çıkan gelişmelerden rahatsız olan İngiliz hükûmeti ve yerel makamların önlerine çıkarttığı sayısız zorlukları aşmaya çalışırlar. Cemaati önünde ağır bir yükümlülük altına giren Abdulkadir es-Sufî;  İslamî uygulama ve yaşama pratiğinde teorik olarak yetersizliğini hissetmeye başlar;  bu arada sayıları da artmış olan cemaatte, bazı psikososyal sıkıntılar da ortaya çıkmaya başlar.
1976'da yeniden Kuzey Afrika'ya geçen Abdulkadir es-Sufî, tasavvufî eğitimini tamamlamak üzere bu defa Libya’da Bingazi kentinde yaşayan Şeyh Muhammed El-Fayturi'ye bağlanır. El-Fayturi, Es-Sufî ile özel olarak ilgilenir. İslamın fıkhî ve amelî inceliklerini de Öğrenen Es -Sufi mürşidi tarafından halvet yaptırmak dahil tasavvufî bütün uygulamalardan geçirilir ve başarı ile geçtiği bu süreçlerin sonucunda şeyh ilan edilerek, tasavvufî icazeti verilir. 
Abdulkadir Es-Sufî artık bir şeyh konumuna gelmiş olmakla beraber eski Hıristiyan çevresinden gelen eleştirilerin yanı sıra, tasavvuf karşıtı müslüman çevrelerce de eleştirilere uğrar. Bu eleştiriler Şeyh Abdulkadir es-Sufî’nin İslam’ı anlama ve yaşama yaklaşımını gözden geçirmesine yol açar; karşılaştıkları çıkmazı, -zaten ihtida ettiğinde Kuzey Afrika’da egemen olan fıkhını da kabul etmiş olduğu- İmam Malik’in hadis külliyatı, el-Muvatta’sını“amel kitabı” olarak kabul ederek, bu eksendeki yaklaşımlarını derinleştirir.1980'li yıllara kadar insanları tasavvufî bir yöntemle islama çağıran Es-Sufi bu kez Müslümanların, dünya sistemi karşısındaki durumlarıyla ilgili tezler geliştirir.


Bir Dönüm Noktası: Cihad
İslamı ribat modeli bir site anlayışı içinde yaşamanın, hem İslami sorumluluğu yerine getirmek olmadığını, hem de, İslam’ın toplumsal teklifini kitlelere sunabilmeyi imkansız kıldığını anlayan Es-Sufi, modern yaşam biçimi ve düşüncesi üzerine fikirler geliştirir. Ayrıca çeşitli İslâm ülkelerindeki farklı İslâmî yaşantılar arasındaki farkı da farkeden Abdulkadir Es-Sufî, giderek politize olur ve İslâm ülkelerindeki uygulamaları kadim İslam geleneği ışığında sorguladığı bir sürece geçer. İşte bu fikir çerçevesinde, tağutî sistemlerle mücadeleyi bir “cihad” görerek, bir nevi İslami bir manifesto olan “Cihad” adlı eserini yazar.
1978'de basılan “Cihad” kitabında, güvenlik, savunma ve ekonomik yaklaşımlar açısından İslâm ülkelerini ve bankacılık sistemi üzerinden dünyaya egemen olan dünya finans sistemini sorgular.
Kitabının önsözünde “ Bu kitabı, dünya Müslümanlarının halihazırdaki konumuna rağmen İslam’dan yana olanların ve Müslümanların dikkatine sunuyorum. İslama karşı aydınlar cephesinde yürütülen uzun savaşın akademik(masonik)dünya için ciddi bir desise durumuna geldiği, son birkaç yıl boyunca bana gitgide daha aydınlık görünür olmuştu.”(Cihad-Yeryüzü Yayınları 1980-Çeviri:İsmet Özel. s.7)
“Ümmet içinde gezip gördüğüm her yerde iman bakımından parıltılı ve İslam anlayışı bakımından oyuna getirilmiş sıradan Müslümanlarla karşılaştım. Bunun yanı sıra, gittiğim her yerde ‘ulemanın’,Müslüman dünyadaki kafir yöneticilerinin ayaklarını öptüğünü gördüm.”
“İslam, yeryüzü sathında ilerliyor, ama aynı zamanda, görünüşte İslam olan yerler de çöküyor. Bu kitap işte bu erozyonla hesaplaşmayı ve zamanın yarasına sürülecek melhemlerden hiç olmazsa bir tanesi olmayı amaçlıyor.”
Türkiye’de yayınlandığında büyük yankı uyandıran ve bir süre sonra da yasaklanan Es-Sufi’nin Cihad adlı kitabında birbirinden radikal cümleler  yer alıyor. Hapishaneye, polise karşı çıkan Es-Sufi’nin bürokrasiye bakışı da oldukça eleştireldir. ”Bürokrasi denilen bu muazzam masonik denetim modeli hiç şüphe yok ki toplumlar emperyal aşamaya gelince her zaman belirmiştir.” “Emperyal bürokrasiye Kur’ani modelde yer verilmemiştir. Hedef, yıldırıcı olmayan bir yönetim ve toplum üyeleri arasında toplumsal mecburiyetleri yerine getirmek üzere, karşılıklı ahlaki ortaklıktır.”
Modern devlete eleştiri dozu ise daha ağırdır. ”Modern devletin fiili örneği, jakobenlerin masonik modelidir ki, bu da Fransız ihtilalinin azgın veledidir. Modern devlet insanların hem kendilerini, hem de karşılarındakini yıkmak hususunda birbirleriyle yaptıkları vahşet anlaşmasından ve şiddetten doğmuştur. Bu şiddet modern tarihi, modern devletten ayırmayan göbek bağıdır.”

Es –Sufi’nin Cihad adlı eserinde en çok üzerinde durduğu konu ise paranın piyasalardaki durumuyla ilgilidir. Banka sisteminin İslam’a aykırılık içerdiğini öne süren Es-Sufi, Müslümanların diğer Müslümanların mali durumlarından direkt ilgili olduklarını belirterek, paranın bir zenginlik aracı olmasının ve birikime esas görülmesinin İslami olmadığını öne sürer, özel sermayeye karşı çıkar. ”Bir daha açıklık kazanıyor ki, temel iktisadi ilke Allah’ın bütün yarattıklarını rızıklandıracağı, yarattığı her şeyin ihtiyacını temin edeceği temel ilkesidir.Yani İslam ekonomisinin temelinde devlet sermayesi veya teraküm ve temerküz etmiş özel sermaye yoktur,bunların doldurma ve boşaltma arasında sürekli bir akış vardır. Önderin yoksul oluşu da ekonomik esasın biriktirmeye değil, boşaltmaya dayalı oluşu da zayıflığın değil ve fakat çok büyük bir kuvvetin belirtisidir. Yoksulluğun ortadan kaldırılacağına dair bir hayale kapılmak İslam’da yoktur. Müslümanlar yoksulluktan duyulan sıkıntıyı hafifletmek ve gördükleri yerde yoksullara yardım etmekle mecburiyet derecesinde mükelleftirler.”
İslamın dününü ve bugününü de Cihad adlı kitabında ele alan Es -Sufi bugün İslam için çaba sarfettikleri belirtilen birçok ekole de karşı çıkar ve onların Batılı sistemlerle uzlaşı arayan düşünceye sahip olduklarını öne sürer.”Mekke’deki Rabıta’nın papa’sı ve papazlık müessesesiyle otokratik kaynaklı bir İslami Vatikan haline getirildiğini görürüz.Vatikan-Rabıta işbirliği güçlü bir ekonomik ve siyasi ikna mekanizmasıyla desteklenmektedir.”
Müslüman Kardeşler’e de bir eleştiride bulunur; “Müslüman Kardeşler’in düştüğü hataları bilmemiz gerekir. Bozulmamış anlamıyla din olarak İslam’ın içinde neşvü nema bulmuş bu kültürlü insanları öfkelerinden doğan bir gururun başarısızlığa uğrattığını görebilmeliyiz”
Kitabının son bölümünde İslam’ın en büyük düşmanının bugünkü ulema olduğuna dikkat çeken Es-Sufi, İslam için gerekli olan bazı eylemleri de şöyle sıralar:
“1-Yalnız camilerde namaz kılmayın, namazı halka götürün. Açık yerlerde namaz kılın- parklarda, kampüslerde Allah’a açıkça yalvarın. 2-Küfr’e namazla karşı durun. Bela çıkaracak yerlerde namaz kılma tehlikesini göze alın. 3-Halkı ücretli imamlar arkasında namaz kılmamaya inatla çağırın, müftüleri ve diyaneti, beynelmilel İslami teşkilatları nasıl hükümsüz kılacaksanız öylece hükümsüz kılın. 4-Milliyetçiliğe karşı durun. Milli mescidlere meydan vermeyin.Toplantılarımızda farklı kavimlerden Müslümanları birbiriyle kaynaştırın. Birlik olun. Bayrak selamlamayı, milli marşlara ihtiram göstermeyi reddedin. Camilerden milliyetçi sembolleri atın. 5-Genç Müslüman erkek ve kadınlara İslam dini üzere talim ve terbiye gösterin.Bu demektir ki onlara namaz kılmayı ve diğer ibadetleri bizzat kendiniz gösterin,onları yazılı metinlerin eline bırakmayın.Onlara Kur’an okumayı öğretin. Kıraatı resmi okuma üslubundan ve çarpıtmasından kurtarın.Kur’an’ı sesinizle süsleyin. Muharebe içinde eğitim. 6-Halk seviyesinde zekatı yeniden kurun ve Kur’anî modele dayalı ekonominin sahiciliğini gösterin.Önderlerin zekat vermeleri konusunda ısrar edin.İçinde bulunduğunuz birimin ve devletin mali durumunu inceleyin ve elde tutulan servetin zekata tabi olmasını sağlayın. 7-Yargılama sürecini insancıllaştırın. 8-Şeriat’ın ihya edilmesi için çatışan Müslüman önderleri bir araya getirin, cephelerini birleştirsinler. 9-Mücadeleyi gizlilikten çıkarıp açık durum haline sokun. Müslümanlar arası güven güçlü olmalıdır. 10-Müslüman siyasi yöneticileri şeriat’a uymaya açıkça çağırın..(syf 86-87)”
Tam anlamı ile İslami bir manifestoyu andıran ve Es-Sufi’nin en radikal dönemlerinin eseri olan Cihad kitabını takip eden "Temel İslamî Eğitim" kitabı, müslümanın yaşadığı toplum ile ilişkilerini İslam’ın öngördüğü yönde dönüştürecek mücadeleyi verebilmesi için gerekli olan eğitimi temellendirmeye yöneliktir. İlhamını Hendek savaşında önde gelen sahabeler etrafında oluşan karargâh mescidlerden alan Es -Sufi, İslâm’ın yayılış sürecinde Kuzey Afrika’ya egemen olan Murabıtlar ve Senusîyye tarikatı ile özdeşleşen “ribat modeli”ni güncelleyerek yeniden oluşturmak ister. Müslüman aydınlar tarafından bile çok da iyi anlaşılamayan ve görüşleri yer yer aşırılıkla değerlendirilen Abdulkadir es-Sufî; İslam'ın bir bütün olarak yaşanabileceği ve her bir müminin tek tek iç dünyasını kemale doğru dönüştürürken dışarıdaki dünyayı da adaletin egemenliğine doğru yönlendirme çabası içerisindedir.
"Afrikalı Bir Müslümana Mektup'' adlı kitabında geçirdiği değişim ve olgunlaşma sürecinin gerekli ancak aşılması gereken bir süreç olduğunu söyler. "Diyalektiğin Sonu” kitabı murabıt olarak inşa edilmekte olan yeni insan modeli adeta rehber niteliğindedir.
İslamın başarıya ulaşması için dünya sistemi içerisinde etkili olması gerektiğini anlayan Es-Sufi son yıllarda düşüncesini İslam liderliği üzerinde yoğunlaştırır, İslâm siyasetinin dünya ölçeğinde yürütücüsü olarak canlandırılmasını şart gördüğü hilafet konusuna yönelir. Bu noktada Osmanlı modelini de gündemine alan Es-Sufî, birçok yazısında Türklerin İslam dünyasındaki ağırlığı ve tarihte oynadıkları önemli rolü işler. Yeryüzü adaletinin sağlanması için yeniden tanımlanması gereken ekonomik ilişkiler ve özellikle bankacılık sistemi ve artık sanal hale gelmiş olan ABD dolarının egemenliğini bitirecek bir enstrüman olarak “İslam Dinarı” tedavülü de üzerinde çalışılması gereken bir alandır ona göre.
Bankacılık sisteminin ve özellikle faizin, dünyada yaşanan global krizin ve yaşanan adaletsizliklerin temeli olduğunu söyleyen Es-Sufî, Müslümanların, "modernite krizi" sorunları olmadığı, modernitenin kendisinin bir kriz olduğunu anlatır ve insan hakları yerine 'ilahi haklar' üzerinde durulması gerektiğini savunur.
İngiltere’den İspanya’ya taşıdığı çalışmalarını halen Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Cape-Town kentindeki medrese-dergâh külliyesinde kurmuş olduğu merkezden yürütmek zorunda kalan Abdulkadir es-Sufî’nin son yıllarda yazdığı makalelerin başlıkları bile dünya egemenleri için nasıl büyük bir tehdit oluşturma potansiyeli taşıdığının göstergesidir.

SEMİHA KAVAK

Edebistan




uzaklıklar, eski denizler




(...)
Nefretiniz beni hiç terk etmesin!
Ey benim efendilerim, efendilerim!

Kanlı ve şehvetli çılgınlıklarınızda
Her zaman övünçle boyun eğeyim!
Kalın duvarlar gibi yıkılın üstüme
Ey barbar korsanları eski denizin!
Parçalayın, yaralayın, beni!
Bedenimin doğusundan batısına 
Kanlı çizikler atın!
Kılıçla, baltayla, öfkeyle sarılın
Size ait olmamın sevinçli ürpertisine,
Acı çekmekten duyduğum zevke, kendimi
size vermeme,
Doyumsuz vahşetinizin duygulu ve durağan
nesnesi olmama,
Zorbalar, efendiler, imparatorlar, korsanlar!
Ah, işkence edin bana,
Parçalayın beni, kanımı deşin!
Canlı parçalarımı saçın,
Güvertelerde ters çevirin,
Denizlere fırlatın beni, adaların
Doyumsuz kusmalarına bırakın!

Sizde bulduğum gizemi benimle giderin,
Kanıma ulaşıncaya kadar deşin ruhumu,
Kesin hırpalayın!
Ey bedensel imgelemimin dövmecileri!
Somut boyun eğişimin sevgili deri yüzücüleri!
Bir köpek tekmeler gibi bana haddimi bildirin!
Egemen nefretiniz lağımı yapın!

Bir bir bütün kurbanlarınıza dönüştürün beni!
(...)

Fernando Pessoa/ Uzaklıklar; Eski Denizler

26 Nisan 2014 Cumartesi

Doludizgin





“ Aşk en yüksek nikahtır. "

Ateş burcundan geçiyorum, ağzımda gururlu bir ıslık
kuruntularımı da seviyorum, cesur hayallerimi de
teninizdeki gür orman sağanakları kokusuyum ben
çöldeki kumun ruhunu kim anlamışsa alsın beni koynuna
fırtınamı denesin, güneşimden içsin doludizgin.

Rüyalarımın teyelleri sökülse de dikerim gümüş iplerle
dokunurum bana ayırdığınız gül ve dikenli tellere de
altı köşeli yıldızlarım var avuçlarım kanamaz ki benim
mağrur ve uykusuz bir masaldan yapmışlar gövdemi
ruhum başkasındayken bile kendimleyim sere serpe.

Zamana övgü yoktur bende zamansız ve yaşsızım
ustasıyım anılar biriktirmekte, kendime çıplak
başkasına yabancıyım, çekerim denizimi üstünüzden
kendi aşkına sürgün kuşlar gurbet yazları tadındayım
nehir olsam kendime akardım kölesiyim kendi göğümün.

Uzak bir sarsıntıyım sadece kendi şarkılarını söyleyen
mavi bir geceyim, durmadan ışıldar sıcacık düşlerim
savrulurum yağmurunuzla ve taşarım divane gönlünüzden
kendime saklanırım kendimi şımartır kendime dağılırım
çöldeki kumun ruhunu kim anlamışsa alsın beni koynuna.

Engin Turgut

Kemiklerin Şifresi


“Bir zamanlar yaşam olan şey bozulup çürüdüğü ve eski, kuru kemiklere dönüştüğü zaman bile, ölüler hâlâ tanıklık edebilirler. Hâlâ bir hikâye anlatabilirler, yeter ki nasıl yorumlayacağınızı bilin.”



Yazın dünyasında polisiye romanların çok satanlar listesinde olmasının bir nedeni de esrarengiz olaylarla okuyucuyu sürüklemesidir. Pek çok polisiye romanın basit kurgulardan çok çetrefilli ve okuyucu merakta bırakan olay örgülerine sahip olduğu bilinmektedir.

Bu romanda da klasik polisiye roman kurgusunu görmekle beraber, kurgunun arka planlarının çok ustalıkla işlendiğini ucuz popülerliğe düşmeden, üsturuplu tasvirlerin olduğu, güçlü sağlam ve akıcı bir dile sahip yapısının bulunduğunu görüyoruz. Ayrıca roman, sinematografik yapısıyla da önem kazanıyor.

Bu yönüyle kitap, polisiye roman tarihinde kendi serisi içinde önemli bir yere sahip olarak topladığı ödülleri hak etmiş görünüyor.

**

Beckett’ın Kemiklerin Şifresi adlı kitabı Hebrid adalarında geçen son derece sürükleyici bir kurgu. İşinde uzman bir adlî tıp antropoloğu. Runa adasında labirent gibi tüyler ürpertici bir cinayet. Kaza sonucu ölüm raporu verilmiş karanlık sırlarla dolu yanmış bir ceset.

Dr. Hunter kız arkadaşıyla düzgün gitmeyen ilişkisini henüz yoluna koyamadan yeni bir iş teklifini kabul etmek zorunda kalır. Doğası muhteşem olan bu adada elleri ve ayakları yanmadan kalabilmiş bir cesedin sırlarını çözebilmek için bütün yeteneklerini seferber eder. 
“Yağlı küller ve cüruf yerde düzensiz bir yığın oluşturmuştu. Ateş, deri ve yumuşak doku kadar, kemikleri de kolayca yakıp kül etmişti. Sadece büyük kemikler kalmıştı; küllerin arasından görünen kemikler, tıpkı kar yığınlarından fışkıran kuru dallara benziyordu. Aslında bunlar da yanarak kireçleşmiş, içlerindeki karbonun yanması sonucu grileşmiş ve gevrekleşmişlerdi. En tepelerinde kırık yumurta kabuğu gibi kafatası vardı, çene kemiği yan duruyordu”. 
“Fakat en kötüsü bu değildi. Nutkumun tutulmasına sebep olan şey, küllerin arasından çıkan iki ayakla bir elin yanmamış görüntüsüydü. Bağlı oldukları kemikler kavrulup siyah sopalara dönmüşlerdi, ama ayaklar ve bir el sapasağlamdı.” 
Teknolojinin son derece verimli laboratuvarlarından uzak, şiddetli bir fırtınanın altında yeterli imkanların bulunmadığı, yine de tüm zorluklara rağmen kendi çabalarıyla inceleme ve denemelerini titizlikle sürdüren Dr. Hunter cinayetin ipuçlarını değerlendirirken gördükleri karşısında geçmişle sık sık bağlantı kurarak hayatla ilgili sorgulamalarına her an bir yenisini ekler: 
“Boş göz çukurları ebediyete şaşkın şaşkın bakıyordu. Çok değil, kısa zaman önce içlerinde olan gözler acaba neye bakıyordu diye düşündüm. Bir sevgiliye? Bir eşe? Bir dosta? Hayatının son günlerinin, son saatlerinin geri sayımda olduğundan habersiz, acaba ne sıklıkla gülmüştü? Ve o gerçeği nihai ve geri dönüşsüz biçimde idrak ettiğinde ne görmüştü?” 
İnsan anatomisi hakkında geniş bilgilere sahip olacağınız bu sürükleyici roman içerisinde insanın yandıktan sonraki hallerine ilişkin şok edici açıklamalar yer alıyor. 
“Bir insan bedenini küle dönüştürmenin iki yolu vardır. Ya çok yüksek sıcaklıkta yakarsınız, ki burada olan bu değildi, yoksa bütün kulübe kül olurdu. Ya da uzun süre boyunca düşük ısıda yakarsınız. Hepimizin derisinin hemen altında yağ tabakası vardır ve yağ yanıcıdır. Parafinin kullanılmaya başlanmasından önce, mum yapımında hayvanların içyağı kullanılırdı. Yani sonuç olarak, belli koşullarda, insan bedeni fiilen dev bir mum haline gelir.”

Kemiklerin Şifresi, okuyucuyu yormadan, an an ince detaylarla heyecana sürükleyen soluksuz okunabilecek bir kitap. İnsanların birbirleriyle olan kopuk bağları, psikolojik ve sosyal sorgulamalar, aşk, kin, acı, nefret, intikam gibi hepimizin içinde bulunduğu sosyal konulara değinirken, okuyucuyu sarsan sürprizlerle tansiyonu sürekli yüksek tutuyor. 
Kitabın çevirmenliğini sade bir üslûpla okuyucuya yansıtan Nur Küçük yapmış. Aynı şekilde serinin ilk kitabının çevirmenliği de kendisine ait.

Dr. Hunter cinayetin izlerini bulmaya çalışırken, diğer yandan benzer ipuçlarıyla başka cinayetler işlenir. Büyük bir hızla bunları çözmeye çalışır, ama bir türlü peşini olağanüstü olaylar ve cinayetler bırakmaz. Okuyucuya sanki lanetli bir cesetle karşı karşıya izlenimi veriliyor görünse de, bir lanetin söz konusu olmadığını sözcüklerin naif seçiminden anlıyoruz.

Asıl sürpriz, sona doğru dikkat çeken ve okuyucuyu şaşkınlığa sürükleyecek olan büyük sır...

Semiha KAVAK

25 Nisan 2014 Cuma

lirik



istiyorum yalnızca (...) yedi sayfa yalnızlık


-rilke-

İmbikten Süzülen Mekanlar


Kahvehaneler
  
“Gerçekten o devirde kahve ; akademinin, meslek cemiyetinin, kulübün, salonun, fikir ve sanat meclisinin bütün vazifelerini küçük tahta masalarının etrafında elinden geldiği kadar yapıyordu. O zaman anladım ki, biz bir kahve milletiyiz. Köyde kahve, mahallede kahve, mektebin önünde, cezvesinde bütün millî ve dinî şuuru pişiren, ibriğinde kolektif vicdanı demlendiren, tezgâhın dibinde halkı ve münevveri birbirine kenetleyen, iptidaî olduğu için basit, fakat ananesi olduğu için derin ve canlı, tek ve tam bir cemiyet mihrakıdır.”
                                                                                                                     Peyami Safa

Sözlü kültürün iletişim ortamı olarak kahvehanelerin kültürümüzde önemi hiç kuşkusuz büyük bir yere sahip. Osmanlı Türk toplumunun yaşayışına baktığımızda kahvehanelerin en geniş yaşam alanlarının (ev, cami, çarşı vb.) hemen yakınlarında yer aldığını görüyoruz. Sosyalleşme adına birçok alanda faaliyette bulunulan bu mekânlar, toplumsallaşma süreci açısından o dönemde önemli işlevlere haizdiler. Her ne kadar günümüzde kahvehanelerle ilgili algılayış eskisinden çok farklı nitelendirilse de yine de ileriye dönük süreçte her şey değişebilir. Çünkü insan da, hayat da aynı kalmıyor. Kuşaklararası bağın devamlılığını sağlayabilecek bu mekânlara dair olan umudumuz ve duyarlılıklarımız da her daim değişiyor.



Cem Sökmen bu konudaki duyarlı kalemlerden biri. “Aydınların İletişim Ortamı” üst başlığıyla “Eski İstanbul Kahvehaneleri” isimli kitabında, fikir ve sanat birikiminin aktarıldığı bu renkli ortamları geniş kaynaklar çerçevesinde ele alıp titiz bir çalışma ile okura sunmuş.
Kitabın “kişisel olmayan yaşantı”nın kaybolmaya yüz tuttuğu, entelektüel merak ve bilincin ‘lifestyle’ karşısında gerilediği bir atmosferde yaşananla kaybedileni karşılaştırma düşüncesi” ile ortaya çıktığını ifade eden müellifin bu sözlerinden,  kahvehanelerin sosyalleşmeyi sağlayan, toplumun dünya görüşünün ve geleneklerinin aktarıldığı en önemli mekânlar olarak algılanması gerektiğini söylemek mümkün.
Bir hayli emek verilen bu ciddi çalışmada, kahvenin tarihi, kahvehaneler, kıraathaneler, bunların konumu, tarihi süreci, misyonu ve günümüze kadar gelen son durumlarıyla ilgili pek çok konu ayrıntılı olarak ele alınıyor.
Genel kabule göre kahvehanelerin açılış tarihi 1550’li yılların başı. Halepli Hakem ve Şamlı Şems adlı kişiler tarafından İstanbul Tahtakale’de açılan bu kahvehanelerin sayısı gitgide artarak elliye ulaşmış ve halk tarafından fazlasıyla ilgi görerek çok çabuk benimsenmiştir.
Tahtakale’nin hareketli yapısı da kahvehaneler için uygun bir ortam teşkil etmiştir. Bu mekânlarda kitaplar ve güzel yazılar okunur, çeşitli toplantılar düzenlenir, edebiyat ve şiirden söz edilirdi.
1574-1595 yılları arasında bu sayının daha da artarak altı yüze ulaştığını belirten Sökmen, iletişimin üretildiği mekânlar olarak belirgin bir kimlik kazanan kahvehanelerin içe dönük iletişimden dışa dönük iletişime geçişte çok önemli bir zemin teşkil ettiğini ifade ediyor.
Farklı katmanlardan meydana gelen insanlar tarafından kültürün üretildiği ve tüketildiği bu mekânlar o dönemde İstanbul’da çeşitli meslek ve sanat gruplarının en uğrak yerleri haline gelmiştir.
Sökmen bu çalışmasında Türk toplumunda önemli bir yere sahip olan şifahi kültürün yaşandığı, daha sonra farklı gruplara ayrılan bu kahvehanelerle (Esnaf, Yeniçeri, Tulumbacı, Aşık, Semai ve Meddah kahvehaneleri gibi)  karşılıklı kültür miraslarının yaşatıldığını ve korunduğunu söyleyerek önemli bir konunun da altını çizmiştir.


Birkaç örnek verecek olursak, gündelik hayatın en dar yaşama alanını meydana getiren mahallenin kendi içinde homojen bir kültürü barındırması ve bunu geliştirerek sürdürmesi mahalle kahvelerinin yaygınlaşmasıyla gerçekleşmiştir. Kökleri cami ile ilişkili bu mekânlar, mahallelinin sorunlarının dile getirilerek hep birlikte çözüm aranıldığı, hasta  olanların ihtiyaçlarının tesbit edilip gerekli yardımın sağlandığı yerler olarak da önemli bir misyonu üstlenmiştir.  Bu kahveler aracılığıyla mahalleli, sokak kültürünü tanıyarak şehir hayatına doğrudan katılabilme olanağı elde etmiştir.
Mahalle kahvelerinin gelişmesi ve çoğalmasının akabinde ortaya çıkan esnaf kahvehaneleri ise günlük işçi taleplerine cevap veren mekânlar olmuştur.
17.yüzyılın ortalarında kurulan ve tulumbacı kahvehanelerinin kökleri olan ve daha çok siyasetin konuşulduğu Yeniçeri kahvehaneleri İstanbul’un Boğaziçi ve kıyı bölgelerinde faaliyet göstermiş, okur-yazar oranının çok düşük olduğu dönemde buralar söylenti ve dedikodunun merkezi halini almıştır.
Âşık ve Semai kahvehaneleri ise çalgılı kahvehaneler olarak bilgi ve kültürün aktarıldığı toplumsal yapı içinde âşık tarzı hem halk edebiyatının hem de tekkeler yoluyla yayılan tasavvuf edebiyatının birleşimi ve yansımasıdır.
İstanbul’daki yaşama alanı gündelik hayatta mesken dini hayat için cami, tekke, havra, ticaret alanında çarşılarla sınırlı iken, kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla birlikte sosyal hayat da renklenmiş ve çeşitlenmiştir. Yalnızca bir şeyler içilip, satranç, dama, çeşitli kağıt oyunları oynanan yerler değil, siyasal ve edebî sohbetlere tanıklık eden yerler olmuştur. İstanbul’da kahvehanelerin bu derece çok olmasında, buranın asırlardır bir başkent vazifesi görmüş olmasının etkisi vardır.  Hep bir başkent ve metropol konumunda bulunan İstanbul’da kentin konumuna uygun olarak her dönemin kendi şartları ve olanaklarına göre hareketli ve renkli mekanları varolmuştur.

Kahvehanelerden Kıraathanelere

Kadim Doğu geleneğinde 1500’lü yılları “sohbet medeniyeti” olarak ifade eden tarihçiler, özellikle bu yıllardaki kahvehanelerin artmış olmasını böyle bir geleneğe bağlamakta ısrarlıdırlar.
Orta Asya’dan beri Türklerin sohbet geleneği kültür tarihi içerisinde çok büyük bir öneme sahiptir. Osmanlı döneminde zirve yapan önemini sürdüren bu gelenek günümüze kadar gelmiştir.
Bilgi ve kültürün sohbetle üretildiği geleneksel toplumlarda her ne kadar o dönemde pahalı ve ulaşılması zor olsa da yazılı kültür sözlü kültürden tamamen kopuk kalmamıştır. Mesela Mesnevi, Yunus Emre Divanı, Fuzuli Divanı, Taberi tarihi gibi edebiyat, tarih ve din konulu kitaplar kahvehanelerde okunmuş ve okur-yazar olmayan topluluklar tarafından dahi büyük bir heyecanla dinlenilmiş, 1553’den 1850’lere kadar uzanan devirde kahvehaneler farklı çevrelerden insanların biraraya geldiği yaşam alanı olarak kuşatıcılığını sürdürmüştür.
Daha sonra toplumsal değişim ve dönüşümlerle birlikte kahvehaneler de değişerek kıraathane ismini alır. Sökmen, çalışmasında kahvehanelerden kıraathanelere geçişte iki önemli etkenin rolünden söz eder: Süreli yayınların ortaya çıkışı ve Tanzimat sürecinde Batılılaşma etkisiyle yeni kurulan eğitim kurumları.
O dönemde kahvehaneler bütün dergi ve gazetelerin değerlendirildiği yerler olması bakımından büyük önem taşıyan merkezler haline gelir. Yazar, dünya tarihinden İslam tarihine kadar geniş konuların anlatıldığı ve konuşulduğu bu mekânların bazı tanınmış yazarların eğitimlerinde ne denli büyük rol oynadığını da onların kendi sözlerinden aktarıyor kitabına.
Adeta gayrıresmî eğitim kurumları haline gelen kahvehaneleri, “tembel yatağı” olarak eleştiren zümreye Sait Faik; “Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. Bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz, fakültesiz tamamen muhtar üniversitelerin tavla şakırtıları arasında; gören bir göz, işiten bir kulak bir memleketin insanlarının nabzını tutabilir; o nabız hızlı mı atıyor, yavaş mı atıyor, yoksa ‘intermittance’mı var, doktor olmaya pek hacet kalmadan müşahadelerini yapar.” diyerek en sert cevabı vermiş ve bu mekânların eğitimdeki önemine işaret etmiştir.
İstanbul’da merkez olma özelliği taşıyan ve sivil toplum için büyük önemi olan bu kıraathaneler dört büyük semt olan Beyazıt, Babıali, Şehzadebaşı ve Beyoğlu’nda yer almış, kütüphane, yayıncılık, kitapçılık gibi yeni ortaya çıkacak olan kurumlara da evsahipliği yaparak işlevini kültürel açıdan gereği gibi yerine getirmiştir.

Mevcut literatürün bu konuda oldukça yetersiz olduğunu gözlemleyen Sökmen, eserin ortaya çıkmasında büyük ölçüde hatırat kitaplarından faydalanmış. Yazar bu konunun yalnızca geçmişe bir öykünme olarak değil, sosyalleşme alanı yaratan yerler olması bakımından büyük fonksiyonlar taşıdığının bilinmesini ve kültür tarihi olarak ele alınmasını istiyor. Bu yüzden bu çalışma büyük emek verilerek titizlikle hazırlanmış. Yer yer eski dönemi anımsatan siyah beyaz fotoğraflar ve yeni biçim özellikleri de kitaba ayrı bir renk, ayrı bir soluk katmış.

Şehir hayatı,  sunduğu yeni yaşam biçimiyle insan ilişkilerini zayıflatıp, samimiyetin ve sıcaklığın giderek kaybolmasına yol açıyor. Her geçen gün giderek artan internet ve televizyon üzerinden sağlanan paylaşımlar, eski dönem kahvehanelerindeki birlikteliklerde yaşanan o sıcak atmosferin yarattığı sinerjiyi oluşturamıyor ne yazık ki…
450 yıldan beri bu toplumun bağrında var olan kahvehane kültürünün bugün de cafe, vakıf, dernek vs. tarzındaki kültürel ortamlar oluşturan benzer örnekleri şehrin çeşitli yerlerinde mevcut bulunmaktadır.
Biz buradan hareketle sosyalleşmenin her zaman yaşanacağı, farklı ilgilerin, farklı bakış açılarının bir araya gelerek her zaman varolabileceği gerçeğini unutmamalıyız.
En başta da söylediğimiz gibi bu gerçeğin bizi bu mekânlardaki birliktelikler sayesinde sanat ve edebiyatta yeni yeni oluşumlara taşıyabileceği umudunu her zaman korumalıyız.

Çünkü asırlardır nüvemizde bu gerçeğin izlerini barındırıyoruz…
  
Semiha Kavak / Hece Dergisi
2012 Şubat


23 Nisan 2014 Çarşamba

22 Nisan 2014 Salı

persona




Kalabalığın rötuşlarıyla şekillenen bir yüz, aslını nasıl bulacak? Gölgelere de yüz vermiyorsa?


21 Nisan 2014 Pazartesi

Ömürsüz Mavi





Seni ben uzun uykulu bir vadinin
Sessizliğinde buldum.
İçine kapanmış bir kayanın dilsiz koyuluğunda
Ve serinliğinde gövdeyle taş olmak arasındaki kararsızlığın
Düştüm ben
Çırılçıplak düştüm aşka.

Beyaz olmak meleklerin elleriyle okşanmaksa
Okşandım ben

Melekler okşadı ve inceltti tenimi
Ruh kattı

Aşka gitti.
Aşkın buruk yalnızlığına.
Sanıyordum ki ben
Aşık olursam. ruhum uçacak.
Sanmakla kalmadı
Uçtu ruhum
Ve bir kelebeğin mavi kanatlarına
Gizlendi.
Bir kelebeğin
Ömürsüz mavi kanatlarına.

Bundan böyle bir aşk için
Ne varsa burada.
İki kanat
İki mavi
Ve bir ruh
Herşey tamam
Uçurup tenimi
O ölümü de yenebilirim.

Bejan Matur

müsveddeler




"Anlatarak bitiriyorum hayatımı.
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat..."

Didem Madak

19 Nisan 2014 Cumartesi

hayal




"İnsan bir hayali ne kovabilir ne de uzaklaştırabilir. O ancak kendiliğinden kaybolur." 
Yasunari Kawabata

18 Nisan 2014 Cuma

sır





"Korkunç bir şeydir bu,
Böylesine açık olmak: Sanki kalbim Bir yüz takınmış ve yürümüş dünyaya doğru. Sylvia Plath, Üç Kadın'dan

16 Nisan 2014 Çarşamba

Mühür




şaşma denizin dünyaya
sığmasına
ben de ıssız bir gar
emanetçisinde saklıyorum
kendimi

Abdullah Eraslan

körlük



"Koestler'in hatırlattığı gibi, danışıklı körlük kalıtsaldır." Bauman

tango



"Tango dans eden hüzünlü bir düşüncedir" A.Piazzolla

A Ay





... ''kendinle habersiz kaldın mı hiç? Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep. Gör, sadece gör!'' 
Reha Erdem

15 Nisan 2014 Salı

sis




Aradığımın "mutluluk" olmadığını, olamayacağını anladım geçen yıllar içerisinde..."

Bilge Karasu

14 Nisan 2014 Pazartesi

İNCİR


bahçeyi dolduruyor sis

biz nehir çiziyoruz
süt grisi ağacın çıplak yerlerine
-ama üstü kar tutmuyor-

akıyor süt geceden bahçeye,

yaprakları soyunuyoruz
soğuk...dalların patlayan uçlarında
evhamlı bir bekleyiş
en çok bu yalnızlığı severim diyorsun
kışın çıplak kollarıyla sarılmasını.
gülüyoruz ilk bakışta ağacın suyu andıran sesiyle
görünmez oluyoruz

ağzımızda hiç unutamadığımız bir reçel tadı
kaç mevsim sığar bu bahçeye diyorsun,
sarışın bir çocuk gibi dokunuyorsun utanınca
-ama parmakların reçel tutmuyor-
mutfağa yağacak yağmurdan korkuyoruz.

çünkü bir bahçenin incinmiş bir yerindeyiz,
ve en rüyasız yerinde tanıdık bir uykunun.

uyanınca inciri bahçeden sökelim diyorsun
kaç bahçe kopar gelir ardından
bilmiyorsun

hızla eve doluyor sis

ağacın çizgili gölgesinde
evcilik oynuyoruz.

Derya Çolpan

göçmüş kediler bahçesi





"Kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi"

Bilge Karasu


Sanat ve Felsefe'den Hakikate Açılan Pencere


"İnsan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi akledebildiği için değil."


Sanat ve felsefe birbirine ne kadar yakın? Birbirinden ne kadar uzak? Kuramsal felsefenin tarihi neredeyse 3 bin yıla uzanıyor. Sanat hakkında ise o tarihe kadar uzanabilir miyiz? İnsanın doğruyu ve güzeli aynı anda aramaya başladığını varsayarsak ikisini birbirinden ayırmak son derece güç. İlk insana isimler öğretildiğine göre onların zıtlıklarını içeren güzel ve çirkin kavramı yani sanatsal düşüncede varoluşla düşünülmeli.

Sanatın genel tarifine bakıldığında sanat; insanların nesnel gerçekliği, yeni bir formda, estetiksel biçimde yeniden üretmesi ve bunu yapabilme yeteneği olarak tarif edilir. Kısaca sanat, insanla, nesnel gerçekçilik arasındaki estetik ilişkidir. Bu ilişkinin varlıksal kaynağı ise uzun süredir tartışılmakta.

Tarihsel süreçte sanatın ne olduğu üzerine pek çok kurgular oluşturulmuşsa da bunların en önemlisi, Platon-Aristotales'in güzellik felsefelerine dayanan "öykünmeli sanat"tır. Aristoteles'e göre sanat, gerçeğin öykünmesidir ve üç etkisi vardır: eğlendirir, eğitir, arıtır. Bu görüş 18.yy'da Rousseau ile "anlatımlı sanat"a dönüşür. Bu anlayışta önemli olan güzellik değil, duygusal taşkınlıktır. Daha sonraları anlatımlı sanat da yerini "biçimsel sanat"a bırakır. Bu anlayışa göre de sanat, bir biçimdir. Günümüzde ise sanatı, bilinçaltı duygu ve düşüncelerin ürünü olarak gören akımlar türemiştir.
Söz sanattan açıldığında ilk önem verilen değer bulan görüşler Batı'ya ait görüş ve düşünceler olur. Batı denince bugüne eşlik eden felsefe, müzik, resim, heykel sanat eserleri gibi edimlerin kaynağı akla gelir. Batı modern bilim ve sanatın kaynağı görüldüğünden bütün doğrulamalar bu kaynağa dönüştürülerek tariflendirilir. Böyle olunca da bizlere sadece bir medeniyet mukayesesi kalır. İslam, felsefe ve sanat alanında mevcuda kendi elbisesini giydirir. İslam Felsefesi Batı felsefesini tersyüz eder. İyice silkeler. En parlak dönemini geçirir bir dönem. Sanatta da öyle.  İslam sanatı Batı sanatına hem görkem, hem derinlik verir. Felsefenin kuru dili İslam felsefecilerinin elinde olgunlaşırken, İslam sanatı da Batı sanatına dünyaya ve ahirete bakan bir ruh giydirir. Yeni bir gerçeklik, hakikat gerçekliğinin damgasını vurur eserlere.



Dücane Cündioğlu'nun son kitap serisi arasında yer alan "Sanat ve Felsefe" adlı eseri (1) de böylesi bir yolculuğun ürünü. Cündioğlu, modern dünyadan yola çıkarak sanat ve felsefe arasındaki ilişkiyi ele alıyor ve buradan hareketle okuyucuyu mistik dehlizlerden sanatın o büyülü atmosferinden geçirerek ruhun dingin yerine, sakin limanlara sürüklüyor.

36 konu başlığıyla felsefe ve sanatı irdeleyen kitabının daha ilk başında okuyucuyu bir iddiayla sarsıyor Cündioğlu; "İnsan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi, aklebildiği için değil." diyerek sanatı aklın ötesinde olanla tarif eder.  Sanatın bilimden ayrılan yönüne dikkat çeker ve bilimin sınırlarının var olduğunu oysa sanatın hayal edeblime yetisine bağlı olduğunu vurgular. Doğal olarak da bu tariften muhafazakar sanatın varlığını yadsır. Sanatın edebiyatla yakın ilişkilerine örnekler verir ve o cepheden bir tarifle sanatın kendi gerçekliğini yarattığına dikkat çeker. "Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler inşa edebilen bir güç bu. Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve dahi bireyin gücü.  Bireyselliğin."

Yazdıklarında Cemil Meriç etkisi belli olan Cündioğlu, Meriç'in çok sevdiği "mağara" metaforunu kullanmayı da seviyor. Kitabının ikinci başlığı olan "Mağara Gevezelikleri"nde. Mağara sıradanlığı, sanatı, derin idraki, muhayyileyi dışarıda bırakmaktır yazara göre; "Mağaranın diliyle konuşuyoruz. Anlaşabileceğimiz tek dille, mağaranın diliyle. Mağaranın dili, gerçekte siyasetin ve ticaretin dili. Mülkiyetin ve cinsiyetin dili. Gölgelerin."
Yer yer konu başlığına uygun fotoğrafların da serpiştirildiği kitapta yer yer başka diyarlarda geziniyor yazar. Oscar Wilde'den, Platon'a, Kant'a oradan da Mevlana'ya, Şems'e uzanıyor. Kimi zaman da konunun içine atıveriyor yaşamından bazı kesitleri; "Uzunca bir süredir sık sık evimin dışına çıkıyorum. Evimin ve ülkemin. Sınırımın ve sınırlarımın. Yazmayı erteliyorum bu yüzden. Daha çok okuyorum. Sadece okuduklarımı değil, gördüklerimi de biriktiriyorum birkaç senedir."
"Dünyaya odaklanmam pek mümkün görünmüyor. Her defasında ancak bir parçasını görebiliyorum; ya dünya çok büyük, ya ben çok küçüğüm." Çeşitli örneklerden, kişilerden yola çıkarak sanatın yüceliğini vurgulayan Cündioğlu, ilerleyen sayfalarda ise düşünce sanatı aşkın olana yani inanç limanına yanaşır. "Sanatçılar ve düşünürler, ulaşabildikleri son noktada dahi gerçeğin ne tarafını, daha da önemlisi ne kadarını görebiliyor ve(ya) gösterebilirler?"
"Bir gölün genişliği belki bir kuyunun derinliğine tercih edilebilir ama, okyanus söz konusu oldukça, bilinmelidir ki bu mukayese en son tahlilde lafazanlıktan öte bir mana taşımayacaktır."

VAN GOGH GİBİ DEĞİL, ŞEMS GİBİ


Cündioğlu bu bölümde Van Gogh'un "Hapishane Avlusu" (1890) resmiyle, Necip Fazıl Kısakürek'in hapiste yazdığı; "Duvar katil duvar yolumu biçtin, Kanla dolu sünger beynimi içtin" dizelerinin gerçekliğiyle, büyük sanatçının gerçeği arayışı arasındaki mesafeyi izaha kalkar. Bu gerçeklik farkının hapiste keşfine yer verir. Sanatsal gerçeklikle, hakikat arasındaki mesafe çıplaklaşır.


Gerçeklik sorgulaması "Bilmek varetmektir" başlıklı konuda biraz daha yakından irdelenir. Oedipus'a kahin uyarısı olan "Bilmek istemediğimiz şeyler varolmazlar. Bilmek istediklerimiz ise varolurlar" cümlesiyle ele alınan bilme isteğinin sınırları iki ayrı yöne yönelir. Biri cinlerin, perilerin, şeytanın, iblisin yolu. Diğeri ise Melek'lerin yolu. Kadim toplumlar şeytana uymuşlardı" Onlar düşünmeyi Şeytan'a has bir yeti olarak tanımlıyorlardı." "Kadim şeytan tasavvurunun üstünü kazıyınız, altından akıl ve düşünce çıkacaktır." İslam ise vahyi önceler. "Akılcılık, düşünce tarihimiz açısından olumsuz bir tanımlamadır" "Vahiy sözkonusu olduğunda cinlerin yerini melekler alır."

Kitap ağırlıklı olarak Batı sanatının Batı düşüncesini yansıtan, bir gerçeklik arayışının nerelere uzanabileceğine dikkat çeken bir irdelemenin eseri. 

İnsanlık tarihini en çok etkileyen ve etkilemeyi sürdüren Batı sanatının, İslam karşısında mahcubiyetini ispatlar gibi, ancak İslam sanatı konuların dışında tutularak mukayeseler tasavvufi vurgularla yerine oturtulmuş. Bu kitabı okuyan okuyucuların böylesi yeni bir kitabı bekleyeceklerini düşünmek abartı olmaz! 
Kitabın sonlarına doğru yer alan "gözleri kapalı bilinç" başlıklı yazıda kendi dünya algımıza da serzeniş var. "Artık teorik haklılaştırma denemelerine ihtiyaç duymayacak denli acilcidir çağdaş dindarın bilinci. Acilci, yani pragmatist."

170 sayfalık kitabın sonunda ise sanat ve felsefeyi irdelediği notlarına yer vermiş yazar. Ve kitabını şu güzel cümlelerle bitirmiş:

"Yüce'yi, yüceleri mi anlamak istiyorsun, o halde toprağa secde et! Düşüncenin ve sanatın toprağına.
Hz.İnsan'a."

Semiha KAVAK
HECE