15 Kasım 2021 Pazartesi

Kurtuba -Uzakta Tek Başına

 



İspanyol şair ve tiyatro yazarı Federico Garcia Lorca  5 Haziran 1898’de Granada’nın  Vega  ovasında bulunan Fuente Vaqueros  kasabasında doğdu.

İçe kapanık bir çocukluk geçiren Lorca’nın ailesi sanatla iç içe olan bir aileydi.   Bu durum onun sanatçı olmasını kolaylaştıran ana öğe oldu.

Lorca’nın Granada’da gençlik yılları Çingeneler arasında şiir yazarak ve şarkı söyleyerek geçer. Yaşadığı ortamın renkliliği onun birçok sanat dalıyla yakınlık kurmasına aracı olur.

Önce tiyatro ve müziğe ilgi duydu. 1918 yılında Granada Üniversitesi’nin düzenlediği İspanya gezisi sonunda düz yazılardan oluşan   Impresiones y Paisajes (İzlenimler ve Manzaralar) adında ilk kitabı yayımlanır.

19 yaşında kadar daha çok müzisyen kimliği ile tanınan Lorca, ailesinin yönlendirmesi sonucu, hukuk ve edebiyat alanlarında eğitim gördü. Hukukun yanı sıra, edebiyat, tiyatro, müzik ve resimle yakından ilgilendi.  Bu arada Madrid’de yüksek öğrenimini yaparken, Juan Romon Jimenez Salvador Dali, Bunuel  gibi değişik sanat alanlarında ün yapmış sanatçılarla tanıştı.

Yayımladığı ilk şiir kitabı, büyük ilgi uyandırdı. Çingene Romansları adlı şiir kitabı nedeniyle de Lorca'ya "Endülist çigan şairi" dendi. Lorca'nın yayınlanış sırası itibariyle şiir kitapları şunlar: «Şiirler Kitabı» (1921), «Şarkılar» (1927), «Çingene Türküsü» (1928). «Cante Jondo Şiiri» (1931), «Ignacio Sanchez Mejias'a Ağıt» (1934), «Galisya Dilinde Altı Şiir» (1935), «ilk Şarkılar» (1936), «Şair New York'ta» (1940), «Tamarit Divanı» (1940).

“Şiirler Kitabı”nda toplanan şiirlerin büyük bir kısmı çocukluk dönemlerine ait özlemini dile getirir.

Yirminci yüzyılın en büyük şairlerinden sayılan Federico Garcia Lorca sadece şiirleri ile değil yazdığı tiyatro oyunlarıyla da İspanyol edebiyatını yücelten yazarların ön saflarında yer alır. “Kanlı Düğün” adlı, İspanya hayatında yer alan olayların işlendiği tiyatro eseri onun şöhretini zirveye taşıyan eserlerden biri oldu.

Lorca'nın şiirleri ağırlıklı olarak ‘Aşk ve Ölüm’ teması üzerine kuruludur. İspanyol halkının çeşitliliğinden kaynaklanan zengin folklor, Lorca’nın şiirlerinde kendini açığa çıkarır.

 KTB Yayınlarından çıkan “Deniz Bile Ölür” adlı şiir kitabında birbirinin devamı gibi duran 29 şiir yer almakta. Ülkü Tamer’in yalın çevirisi şiirlerin bir çeviri şiirleri olduğu hissini yaşatmıyor. Hatta bazı şiirlerinde ısrarla öne çıkan temalar okuyucuya kimi şairlerimizi hatırlatıyor. Örneğin, Sezai Karakoç gibi, Lorca’nın şiirlerinde de ‘Balkon’ çok şeyi anlatmak için kullanılan bir tema. “Balkon” başlıklı şiirinin yanı sıra bazı şiirlerinde de balkon önemli bir imge. “Ayrılık” şiirinde ‘Ölüm’ ve ‘Balkon’ iç içe geçmiş gibi;

 “Eğer ölürsem,

Bırakın açık kalsın balkonum.

 Küçük oğlan portakal yiyor.

(Görüyorum balkonumdan)

 Rençber buğdayları biçiyor

(Duyuyorum balkonumdan)

 “Eğer ölürsem,

Bırakın açık kalsın balkonum.”

 

‘Ağıta Kaside’ adlı şiiri de balkonla başlar;

Kapadım balkonumu,

Duymak istemiyorum ağlayışlarını çünkü...

‘İntihar’ adlı şiirde de ‘balkon’ yerini alır;

“Bir kule gördü balkondan

Duydu kendini balkon gibi, kule gibi.”

Lorca, nice medeniyete ev sahipliği yapmış olan Kurtuba için de en güzel şiirleri yazmış olan bir şairdir. O nedenle edebiyat çevrelerinde Kurtuba şairi diye de anılır;

 "Kurtuba

Uzakta tek başına

 

Ay kocaman at kara

Torbamda zeytin kara

Bilirim de yolları

Varamam Kurtuba'ya

 

Ovadan geçtim yel geçtim

Ay kırmızı at kara

Ölüm gözler yolumu

Kurtuba surlarında

 

Yola baktım ama yol uzun

Canım atım yaman atım

Etme eyleme ölüm

Varmadan Kurtuba'ya

 

Kurtuba

Uzakta tek başına."

 

Doğduğu ve öldürüldüğü şehir olan Granada Lorca için acının şehridir;

 "Her ikindi Granada'da

Bir çocuk ölür her ikindi,

Her ikindi su çöker oturur

Kendi yakınlarıyla konuşmaya....."

 

Ölümün gerçekliğini çeşitli varlıklar üzerinden dile getiren Lorca, kitaba ismini veren "Deniz Bile Ölür" adlı kitapta yer alan   "Kaçışa Gazel" adlı şiirinde kendini denizde yitirdiğini vurgular;

 "Birçok kere yitirdim denizde kendimi

Yeni kesilmiş çiçeklerle dolu kulaklarım

Dilim sevgiyle, acıyla dolu.

Birçok kere yitirdim denizde kendimi

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi.

 

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi

Birçok kere yitirdim denizde kendimi.

Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden,

Beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri. "

 Lorca 38 yaşında karşısına dikildiği Franco faşizminin kurşunlarına hedef oldu. Faşist güçler tarafından öldürülen Lorca’nın cesedi günümüzde hala bulunabilmiş değil. Ölümünü takiben Lorca’nın eserleri de kendisi gibi ortadan kaldırıldı; Franco rejimi yazarın tüm eserleri için 1953 yılına kadar sürecek İspanya genelinde geçerli bir yasak uyguladı. Lorca’nın hayatı ve ölümü hakkında konuşmak ise ancak Franco’nun 1975’teki vefatı sonrasında mümkün oldu. Ünü de git gide yayıldı.

KTB Yayınevinin yeniden okuyucuyla buluşturduğu kitabın tanıtımında "Elinizdeki kitap, şiirin evrensel sesinin eşsiz örneklerinden birisi. Deniz Bile Ölür’de Lorca’nın acı sesi, bir arkadaş, bir kardeş kadar yakından duyuluyor." denmekte.

Bu cümleden de anlaşılabileceği gibi bu eser, şiir severlerin elinden düşürmeyeceğine inandığımız bir kitap.

SEMİHA KAVAK -  YENİ ŞAFAK Kitap - Gazete





11 Kasım 2021 Perşembe

Sigara külü kadar

 

“o en eski yalnızlığım çekip gitmiş, gelmez artık, nedendir anlamadım”



15 Ekim 2021 Cuma

OL-ÂN



GÖZÜN GÖRDÜĞÜNÜ GÖNÜLLERE NAKŞEDEN BİR KİTAP: OL-ÂN 

Tabiatın kendine ait bir dili olduğu gibi, onu kaydetmek/ resmetmek ve o resmi okumak da bir sanattır. Hatta fotoğraf o derece sanattır ki, doğru okunduğunda sanat olmanın ötesinde bir hakikate dönüşür. Fotoğraf bizi hem ân’a, hem uzaklara, uzakta olanı da güne taşır. Hem tarih olma özelliği, hem de her an onu güne taşıma, güncelleştirme özelliği kalıcı bir gerçeklik sunar bize. O nedenledir ki Ara Güler, fotoğrafı sanat ötesinde değerlendirerek; “Fotoğraf niye sanat değildir. Çünkü hakikatin parçasını yakalayan bir şeydir. Hakikat olduğu için fotoğraf mevcuttur. Aslında ben her zaman söylüyorum. Fotoğraf o kadar mühim bir şeydir ki… Yani sanat olsa da, olmasa da… Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun. Biz tarihçiyiz, aslında tarih yazıyoruz. Görsel tarih yazıyoruz.” demekte.

Bir ‘ân’ı, bir objeyi ruhuna uygun fotoğraflamak ve ruhuna uygun anlamlandırmak oldukça yetkinlik isteyen bir şey. Bunun için her şeyden önce, objeyi manaya uygun fotoğraflamak gerekir, bu ise objeye ünsiyeti gerektirir.

Bugüne kadar çeşitli konularda kitaplar, makaleler, yazılar yazan, tasavvuftan, edebiyata, şiirden, hikayeye kadar geniş bir alanda söylenecek sözü olan Ömer Lekesiz, yeni kitabını gezilerinde çektiği birbirinden güzel fotoğrafları özgün bir dille okumaya ayırdı, onları ruhuna uygun bir şekilde dillendirdi.

Bu kitap Lekesiz’in önceden tasarladığı bir kitap mıydı? Bunu bilmiyorum ancak Lekesiz, Lewis Hine’nin şu dediğini dikkate almış olmalı; “Eğer hikayeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım.”  Lekesiz de gittiği, gördüğü yerlerin derunî hikayesini fotoğraflara kaydedip, kalple anlatmak istemiş.

Fotoğraflar, her göze aynı dille konuşmaz. Nesnelerin elbet ortak bir dili var ancak onu derinleştiren gerçek anlamını veren şey ona verilen manadır.



Lekesiz’in, “ Nâgehân ol şâra vardım” dizesiyle sunulan “Ol-Ân” isimli kitabını elinize aldığınızda bunun sadece bir fotoğraf albümü olmadığı anlıyorsunuz. Özkan Gözel’in “Hızır ile Musa” eserindeki


“Anlaşılıyor

Çoktan olmuş olan-ol-ân

Kendini nazara vermiyor,

Nazarî olan kâr etmiyor orada

OL-ân bilince yakalanmıyor

Kendini sunmuyor

şu-âna…” cümlelerini hatırlayanlar için kitabın muhtevasını anlamak hiç de zor değil.

Kitaba önsöz yazmış olan Cemal Şakar da kitabın isminden yola çıkarak, okuyucuya kitabın muhtevası ve çerçevesi hakkında bilgiler sunuyor, asıl mananın  temellerini ortaya çıkarıyor; “Ol”, evvelemirde Allah’ın bir kelimesidir ve O’nun kelimeleri aynı zamanda fiilidir de. Yaratılış için bir kelime yetivermiştir. Ol’dan olmaklığa çıkmak, yaratılmışlar için mevcuda gelmek demektir ki âlem mevcudatın tümüdür. Yaratılanlar, âlemde birer alemdir zira hepsi Allah’ın işaretidir.




Ol-Ân’ı olan olarak düşündüğümüzde, zaman ve mekânda ân be ân olagelmeyi anlatır. Her daim bir şey olmaktadır ve sanatçı, bakışını olagelmeye yöneltmelidir.” Ömer Lekesiz’in yaptığı da budur. O, fotoğraflarından yola çıkarak Ol-Ân’a yönelmekte, bakışını olagelmeye yöneltmektedir.

İletişimci ve dilbilimci Metin Çamdereli’nin Fotoğrafik bir anlatı olan “Ol-Ân “ ile ilgili yazısında belirttiği gibi bu tür anlatılar ‘göz ile söz’ü aynı düzlemde buluşturmaktadır; “Fotoğrafik anlatının yüzeyi göz ile sözün temsiller aracılığıyla buluşan düzlemidir aynı zamanda; bu sayede bir dil, bir söylem, bir retorik barındırır ve doğası gereği, bir anlam örüntüsü kurgular. Görülmüş ve çerçevelenmeye değer bulunmuş bir görülürün verili ândan soyutlanarak fotoğrafik yüzeyde belirmesi, yüzeye kodlanmış anlam örüntüsünün muhatabında dillenmeye hazır hale gelmesi anlamına gelir. Çerçevelenmiş anlatının çarçabuk dillenmesi ilk bakışta mümkün gibi görünse de öyle zahmetsizce okunabilir değildir.”

Çamdereli’nin belirttiği gibi fotoğrafik anlatı zor olduğu kadar aynı zamanda da sanatsal açıdan risk içerir. Her şeyden önce fotoğrafın gerçeklik boyutu anlatıyı kendiyle sınırlar. Bir fotoğrafa giydirilen ruhun gerçekte onun ruhu olabilmesi için fotoğrafın gerçekliği o denli yansıtması gerek.

Lekesiz’in kitaba koyduğu 70 fotoğrafın bazılarının anlatılara, okumalara karşılık olarak yetersiz kaldığı söylenebilir. Kimi anlatılar, fotoğrafların ötesine geçmekte, okuyucuyu; “Keşke fotoğraf şu şekil bir fotoğraf olsaydı” düşüncesine sevketmekte. Lekesiz’in bu fotoğrafları çekerken, onları fotoğrafik anlatıyla kitaplaştırma düşüncesi var mıydı, bilmiyoruz.

Kitaptaki ilk fotoğraf hattat Mustafa Cemil Efe’nin “Besmele-i Şerif”i taşa kazıma anına ait. O an Lekesiz tarafından;

 “bir hattat’ın iptaline sevdalandığı boşlukta besmeleyi istif edişi.

Taştaki besmeleyi nazarıyla temellük etmiş bir nakkaşın, murcuyla göz göze gelişi!” cümleleriyle anlama anlam katmış.

Sonraki Mescid-i Nebi fotoğrafı ise Şeyh Mahmûd-i Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz şiiriyle sunulmuş.

Lekesiz’in fotoğrafları okuyucuyu İslâm medeniyetinin izlerinin olduğu birçok ülkeye götürüyor. İspanya, Filistin, Kosova, Azerbaycan, Özbekistan, Arnavutluk, Bosna Hersek, Mısır, Fas, İran fotoğrafları okuru tarihin derinliklerine sürüklüyor. O fotoğraflara yapılan okumalar ise derinden sarsıyor.




İngiltere, Almanya, Gürcistan, İtalya, Güney Kore gibi ülkelerdeki bazı eserler de Lekesiz’in objektifiyle fotoğraflanarak şiirsel bir dille buluşturulmuş. Türkiye’nin değişik şehirlerinde çekilmiş birbirinden oldukça farklı fotoğraflar da manasına uygun dizelerle bezenmiş.

Meselâ; Ayasofya fotoğrafı bir gençlik hayaline kavuşmanın adıdır Lekesiz’in cümlelerinde; “Gençliğimizin kapıları hep umuttur, yeniliktir, yeni bir safhasıdır ömrümüzün”

Kitapta, tabiatın güzellikleriyle bütünleşmiş insan manzaraları, hüzün ve kederi hissettiren fotoğraflar da var. Ve her birinde fotoğrafı çözümleyen anlamlı cümleler, dizeler.

Besmele-i şerifin taşa kazınmasıyla başlayan kitap, yine taşla bitiyor. Bu kez, Lekesiz’in objektifi asırlar öncesine uzanan Ahlat’taki anıtsal mezar taşlarını konuk ediyor. Kitap, başlı başına çok şeyi anlatan ve tek gerçeğin ölüm olduğunu hatırlatan bu fotoğrafla, paranteze alınmış bir noktayla son buluyor.

Kitabın tanıtım yazısında belirtildiği gibi; “Ol-Ân, “Ben bilinmeyen, gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım.” hadis-i kudsîsi mucibince Ömer Lekesiz’in şehirlerden şehirlere, mekânlardan mekânlara “yeryüzleri”nde insanın mazhar olduğu o manevî neşveyi aradığı, bu arayışını ise fotoğraf ve ilhamat üzerine kurduğu bir tefekkür sofrası...”

“Lekesiz, bu “varoluş albümü”nde, bir fotoğrafın hikâyesini baş gözüyle görüp gönül gözüyle ikrar ettiği satırlar eşliğinde okuruna sunuyor. Mescid-i Nebî’den Medinetü’z-Zehra’ya, Ayasofya’dan Marmaris’e, Priştine’den Berat’a, Malaga’dan Kurtuba’ya mekânın zaman üzerindeki tesirini ve bu zamanın insandaki ilahî nur çerçevesindeki akislerini bir nevi sohbet meclisi şeklinde okuruna açıyor. Ândaki var oluş ekseninde, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde” ile başlayan beyitleri ile “şâr/şehir” izleğinde ilerleyen bu satırlar, “Oku!” emr-i ilahîsinin, fotoğraf okuması üzerinden nurânî bir tını ile eyleme geçirilmiş hali niteliğinde.

Ömer Lekesiz, bu okumalarını tasavvufî bir neşve, insanca bir sevinç, eşref-i mahlukatlığa uygun bir temaşa ile satırlardan sadırlara akıtıyor. Fotoğraflarla birlikte “ol”mak kavramını ânlar ile bağdaştırıyor ve gönlündeki medeniyet tasavvurunun duraklarını temsil eden şehirleri ve mekânları sırtını kadim bir geleneğe yaslayıp kendisindeki yansımalarıyla fâş ediyor.”

Özetle, okuyucuyu, geçmişten geleceğe bağlayan bu fotoğrafik anlatım kitabı hafızalarda derin izler bırakacak.


Semiha Kavak - YENİ ŞAFAK Kitap 

 



28 Eylül 2021 Salı

ÂRAZ


Katran bir demir gibidir hatıralar. Yakmak isteriz bazen toplayıp. Gönül ateşinde kül olup geri gelmeseler... Ateşte eğilir bükülür ama asla kül olmazlar.

Doğum lekesi gibi, doğuştan bir âraz gibi, ölmeden geçmezler...



1 Ağustos 2021 Pazar

Çevrimiçi Gençlik



Seyfullah Şenel’in hazırladığı Çevrimiçi Gençlik kitabı sosyal medyadaki gençleri mercek altına alıyor.
Bugün Yeni Şafak Pazar’daki haberimizde.

İyi Okumalar.

SEYFULLAH ŞENEL İLE RÖPORTAJ

Öncelikle şunu sorayım; insanoğlunun tarih boyunca çeşitli bağımlılıkları oldu. Bugün bizi hangi bağımlılıklar kuşatmış?

Bu bağımlılıklar kişiye göre değişiyor artık. Kişinin yaşına, psikolojik, sosyolojik durumuna göre şekil alıyor. Bağımlılık dediğimiz kavram kendini o kadar güncelledi ki eskiden bağımlılık dendiğinde akla ilk gelenler uyuşturucu, sigara ya da alkol bağımlılığı olurken bunlar artık arka sıralarda kendilerine yer buluyor.

Çünkü “modernleşen dünyamız” ile birlikte yepyeni bağımlılıklarımız oluşmaya başladı:

Sosyal medya bağımlılığı

Sanal bahis bağımlılığı

Online oyun bağımlılığı

Pornografi bağımlılığı

bunlardan bazıları…

Benim uzun süredir seminerlerde anlattığım ve maalesef gençliğimizi saran ilginç ve bir o kadar korkutucu bağımlılıklar var mesela;

Bunlardan biri Dismorfofobi; Güzelsem varım!” diyenlerin hastalığı.

Dismorfofobi, ‘ayna hastalığı’ olarak geçiyor. Kendini beğenmeme hastalığı… Şu an dünyada intihar eden her beş kişiden biri dismorfofobi hastası.

 

Almanya’da 4 Milyon 670 bin insan dismorfofobi yüzünden doktora gidiyor, yani 4 milyon 670 bin insan kendi bedeninden nefret ettiği için tedavi görüyor.

“2018’de dünya genelinde yaptırılan estetik işlemlerinin 10 milyon 607 bin 227’si cerrahi, 12 milyon 659 bin 147’si ise cerrahi olmayan operasyonlar” olarak açıklandı.

Çünkü yaşadığımız çağ bize şunu anlatıyor: Sen göründüğün kadar varsın; kalbin, duyguların, beynin, bunlar önemli değil.

Sen beğenildiğin kadar varsın; eğer yorumların, fotoğrafların, sözlerin, paylaşımların beğenilmiyorsa sen bir hiçsin.

Bize “Cilalı İmaj Devri”nde yaşadığımızı ve buna göre hareket etmemizi empoze ediyorlar.

Bizler bu “imaj” kavramının bir “Truva Atı” olduğunu bilmek zorundayız. Bu Truva Atı, bizim kişilik dünyamıza “güzellik” maskesi altında gönderilen düşman askerlerinden oluşuyor aslında.

Bu düşmanı alt etmek için parolamız asla değişmeyecek:

Dişilik değil, kişilik. Şekil değil, şahsiyet”.


Siz kitabınızda bağımlılık ile bağlılık arasında bir bağ kuruyorsunuz. Özetlerseniz aralarında nasıl bir ilinti var?

Bu sorunun cevabını ilginç bir yöntemle yıllar önce Prof. Bruce K. Alexander adında bir bilim insanı çözüyor.

Kafese bir tane fare koyuyor. Kafesteki fareye biri kokainli biri saf olmak üzere iki farklı su sunuyor. Fare zamanla kokainli suyu tercih ediyor ve bağımlı olduktan sonra ölüyor.

1970 yılına gelindiğinde profesör buradaki yanlışı buluyor: ‘’Fareyi boş bir kafese koyuyoruz’’ diyor. Farenin mutlu olmak için kokainli su dışında tercih edebileceği bir eylem söz konusu değil. Bunun üzerine bir fare parkı kuruyor. İçinde tekerlekler, tüneller, güzel fare yemekleri, peynirden toplar olan bir “fare parkı”. Ve yine biri kokainli biri saf olmak üzere iki kap su veriyor faremize. Sonuç anında etkisini gösteriyor ve fare kokainli suyun yanına dahi yanaşmıyor. “İyi de bunlar fare! Bize neden bunlarla örnek veriyorsun?” diyenlere başka bir örnek daha verelim isterseniz?

Vietnam Savaşı sürerken, Amerikan birliklerinin %30’u eroin bağımlısı oluyor. ABD’de müthiş bir endişe… Savaş bitecek ve sokaklarda yüz binlerce bağımlı olacak korkusu…

Uyuşturucu bağımlısı askerler evlerine kadar izleniyor ve Amerikan Psikiyatri Birliği büyük bir çalışma yapıyor. Dönenlerin % 96’sı ilk hafta içinde eroini bırakıyorlar.

Peki neden?

Tıpkı fare deneyinde olduğu gibi… Vietman’da savaşırken uyuşturucu madde onlara bir “kurtuluş”, bir “kaçış” yolu gibi görünüyordu.  Fakat kendi evlerine, eşlerine, ailelerine kavuştuklarında aslında bu bağımlılığın ne kadar boş ve saçma bir kaçış yolu olduğunu anladılar.

Bağımlılık dediğimiz şey, kimyasal kancalarla değil, beynimizdeki kafesimizle alakalıdır.

Kafesimize uyum sağlamakla alakalı yapacağımız işlem ise “bağımlılık değil, bağ kurma”dır. 

İnsanoğlu doğumundan itibaren ‘bağ kurma’ üzerine yaratılmıştır. Ailemizle, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla, dostlarımızla, Rabbimizle bağ kurmak zorundayız.

Eğer bu saydıklarımızla bağ kuramazsak, kendimizi hayat ve toplum tarafından dışlanmış hisseder ve bize rahatlık, mutluluk hissi verecek “sanal” şeylerle bağ kurmak isteriz.



Sizin de kitabınızda vurguladığınız gibi İbn-i Haldun “insan alışkanlıklarının çocuğudur” der. Buradan baktığımızda alışkanlıklar nasıl oluşuyor ve nasıl bağımlılığa dönüşüyor?

Semiha Hanım, müsaadenizle bu soruya da bir deney örneği ile cevap vermek istiyorum.

Bilim insanları 1972 yılında ilginç bir deneye imza atıyorlar. Bir maymuna “kokain” enjekte ediyorlar. Aradan 11 saat geçtikten sonra maymunun yanına en sevdiği yiyecekleri koyuyorlar. Fakat maymun dönüp bakmıyor bile, âdeta “Bana uyuşturucu madde verin!” diyor ve aradan geçen 27 saat sonra maymunumuz maalesef ölüyor.

Bilim insanları bu deneyden sonra biraz daha ileri gitmek istiyorlar ve bir fare ile yeni bir deneye başlıyorlar. Farenin orta beynine yani dopamin (mutluluk) hormonu salgılayan kısmına bir elektrot yerleştiriyorlar. Onun dopamin salgıladığı kısmına elektrik sinyalleri vererek farenin mutluluk hormonu salgılamasını sağlıyorlar.

Tıpkı maymun deneyinde olduğu gibi aradan 11 saat geçtikten sonra farenin en sevdiği yemekleri yanına koyuyorlar ama fare onlara dönüp bakmıyor bile.

Bilim insanları bir adım daha ileri gitmek istiyorlar ve farenin beynine verdikleri elektrik sinyalini kontrol eden anahtarı onun yanına bırakıyorlar ve onun ne kadar süre ile kendi beynine elektrik vererek mutlu olmak istediğini görmek istiyorlar.

Çok ilginç ama minik faremiz 27 saat sonra her “on üç saniyede bir” kendi beynine elektrik vermeye başlıyor. Ve günün sonunda aç ama mutlu bir şekilde ölüyor.

Peki bu deneyi neden anlattım?

Çünkü bizi bağımlı kılan şey de tıpkı maymun ve farede olduğu gibi “keyif hissi”dir.

Ne demek bu?

Normal bir insan araştırmalara göre 6 dakika 27 saniyede bir sosyal medya hesaplarına bakma dürtüsü alır. Fakat siz bir selfie çekilip Instagram hesabınıza koyduğunuzda eliniz her 27 saniyede bir hesabınızı kontrol etmek için telefonunuza uzanacaktır.

Neden?

Kim beğenmiş?

Kim yorum yapmış?

Kim paylaşmış?

Beyniniz size bu sorularının cevabını aramanız için komut verir çünkü.

Bizi bağımlı kılan şey, işte buradaki “keyif hissidir”. Buna “like bağımlığı” da diyebiliriz.

İnternet teknolojisinin ürünleri olan akıllı telefonlar bilhassa gençliği esir almış durumda. Aranılan birçok şeyi burada bulmak mümkün.

Gençler interneti genelde hangi amaçlarla kullanıyor, kullanım alışkanlıklarının olumsuz etkileri neler?  Bu alışkanlıklardan nasıl kurtulunabilinir? İnterneti bilhassa gençlerin doğru ve yararlı kullanmaları için neler önerirsiniz?

18-24 yaş aralığındaki akıllı telefon kullanıcılarının;

- %89’u uykudan uyandıkları ilk 15 dakika içerisinde telefonlarına bakıyorlar.

- %74’ü için telefonlarına bakmak sabah yaptıkları ilk iş olarak geçiyor.

- %79’u uyanık oldukları sürenin sadece 2 saatini telefonlarıyla uğraşmadan veya telefonlarını yanlarında tutmadan geçirmekteler.

- Bağımlı bir kullanıcının telefonundaki uygulamalara bakma sayısı günde 132’yi bulurken, normal bir kullanıcıda bu sayı 76.

Bu oranlara baktığımızda, cep telefonlarımız bir nevi ağrı kesici görevi görüyor. Başımız ağrıdığında aldığımız ilaçlar gibi “canımız sıkıldığında” da telefonlarımıza sarılıyoruz.

Sosyal medyada geçirilen zamanın çok önemli bir kısmı can sıkıntısı bahane edilerek geçiriliyor. Cep telefonlarımız, tabletlerimiz büyük bir hızla birer avuntu cihazlarına dönüşüyor.  Sosyal medya, günün her saatinde boşluk dolduran bir “emniyet supabı” sanki.

Gençlerin ve aslına bakarsanız yetişkinlerin de ilk yapması gereken şey, “herkes” hastalığından kurtulmak olmalı.

Sanal dünya bize tıpkı matruşkada olduğu gibi devamlı bir yenilik sunar. Sadece önümüze koyduğu şeylerin adını değiştirir, ama amacı hep aynıdır. Şöyle örnek verelim: Ülkemizde bundan 7-9 yıl önce 15-25 yaş arası olan gençler Facebook bağımlısı olmuştu. Orada arkadaşlarını buluyor, sosyalleşiyor ve “yalnızlıklarını” dindiriyorlardı. Fakat gelgelelim bugün Facebook’ta 15-25 yaş arası gençlerin oranı sadece yüzde 13’lerde.

Neden?

Çünkü sanal dünya onlara matruşkadan yepyeni ve daha renkli bir oyuncak çıkardı. Adı Instagram. 2018 araştırma raporuna göre “Telefonunuzun tuş kilidini açtıktan sonra girdiğiniz sosyal medya uygulaması hangisi?” sorusuna Türkiye’nin gençlerinin %42,6’sı “Instagram” cevabını verdi.

Matruşka modelimiz tam bu esnada devreye giriyor işte. Çok yakın bir dönemde Instagram’dan sıkılan gençliğe yepyeni bir oyuncak daha sunulacak. Bunun adı Pinterest olabilir, Snapchat olabilir, Tinder olabilir.

Ya da bugüne kadar hiç duymadığımız yepyeni bir uygulama…

Ve biz bütün bunların peşine maalesef sihirli bir kelime ile düşeriz.

“Herkes”

Ama herkesin bir hesabı var!

Ama herkesin bir oynadığı oyun var!

Ama herkes öyle giyiniyor!

Ama herkes kullanıyor!

Moda; ama herkes giyiyor, bak çok yakışıyor zaten, ben neden giyinmeyim?

Sosyal Medya; ama herkes kullanıyor, ben neden kullanmayayım?

Online Oyunlar; ama herkes oynuyor, ben de oynasam ne olacak ki?

Selfie; ama herkes çekiyor, ben neden çekmeyim?

Yani…

“Niyet ettim Allah rızası için koyun olmaya, uydum hazır olan kalabalığa”

Gençlerin bu “herkes” virüsüne karşı bir “alternatif tepki modeli” geliştirmeleri gerekiyor. Farklı olmanın özel olduğunu ve farkında olarak özel kılındıklarını anladıklarında sanal dünyayı çok daha güzel işler için kullanacaklarına kesinlikle inanıyorum ben.

Kitabınızda “yeni nesil virüsü” diye bir tanımınız var, nedir bu yeni nesil virüsleri, bunların etkisinden nasıl kurtulunur?

Sanal dünya tıpkı korona virüsü gibi bu çağa özgü yeni nesil virüsler üretmeye ve bulaştırmaya başladı. Bu virüslerin en büyük tehlikesi ise onları virüs olarak görmememiz!

Şüphecilik virüsü

“Bu devirde babana bile güvenme!” 

Bu iğrenç söz bir nesli mahvetmeye yetmişti maalesef. Modern çağ, şüpheciliği empoze eder, bir bir atar tohumlarını hayatlarımıza. Atılan bu tohumlarla şüpheciliğimiz arttıkça, birbirimize duyduğumuz güven azalıyor, azalan güven duygusu da beraberinde yalnızlığı getiriyor. Ardından ruh sağlığımız, sosyal hayatımız ve toplumsal ilişkilerimizin hepsi yitip gidiyor. Muhabbet edemeyen, birbirine güvenmeyen bir topluluk yaratılmaya çalışılıyor.

Korku Virüsü

İnsanlar korktukça kendilerini kirletecek işlere bulaşıyor ve kendi kendilerini küçültüp silinip gidiyorlar; çünkü kalplerimizi çevreleyen korkularımız mantığımızın önüne geçiyor. Güven duygumuzu kaybedip yalnızlaştıktan sonra bir de korkularımızın etkisiyle ‘öğrenilmiş çaresizlikler’ girdabında sürüklenip gidiyoruz.

-          Fotoğraf paylaştım, beğenirler mi?

-          Marka giyinemedim, beğenirler mi?

-          Bu videoyu beğenirler mi?

-          Ya kötü yorumlar gelirse?

-          Şimdi bunları yazsam, acaba linç yer miyim?

Tüm bu endişe ve korkularla gittikçe acımasızlaşıyor insanoğlu.

Şehvet Virüsü                                         

Bir şeye karşı hissedilen aşırı istek ve arzuya şehvet denir. İçinde bulunduğumuz çağ da şehvetin yüceltildiği, yani heva ve heveslerimizin artırılmaya çalışıldığı bir çağ. Nefsiyle, arzuları için yaşayanların çağı…

Ve şehvet, gençlerin bu çağdaki en büyük imtihanının adı!

Çocuklar bile daha okuma yazmayı öğrenmeden bu “şehvet” denilen virüsle tanışıyorlar. Birçok çizgi filmde hiç de iyi niyetli olmayan kurgular, çizimler bunun için yapılıyor.

Peki bu virüslerden nasıl korunacağız?

K.P.S.S. ile…

Ama bu öyle masa başında dirsek çürütülen, “Devlete kapağı atarsak yırttık!” diye didinilen KPSS değil!

Kur’ân-ı Kerîm… İkra, oku… Ama okuma ile seslendirmeyi birbirinden ayırmalıyız. Bu kusursuz kitabı sadece seslendirmemiz hayatımızda bir değişiklik sağlamaz. Onu hakkı ile okumamız hayatımızı değiştirir. Acilen bunu anlamak zorundayız.

Peygamber (s.a.v.)… Benim başıma gelen bu olay onun başına gelse ne yapardı? Şimdi bugünün dünyasında olsa Efendimiz(s.a.v.) nasıl yaşardı? Nelere dikkat ederdi, nelerden sakınırdı? İşte bu ve bunun gibi “gerçek” sorular bize onu çok daha iyi anlamamıza ve tanımamıza kapı aralayacak.

Sohbet… Instagram canlı yayınları, Zoom sohbetleri, Facebook, Youtube… Bunların hiçbiri bizim sohbet kültürümüzün yerini almamalı; çünkü biz sohbet medeniyetinin çocuklarıyız. Sohbet; birlikte hissetmektir, beraber beslenmektir. Midemizi beslediğimiz gibi ruhumuzu da beslemeliyiz ve ruhumuz sohbet ile beslenir.

Sadık dost… Yaslanacak bir duvarın yoksa çağın çığlarının altında ezilirsin? Saldırıları bertaraf edecek kardeşlerimiz olmalı.

Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları her daim kulaklarımızda çınlamalı:

O yüz ki her hattı tevhid kaleminden bir satır,

O yüz ki göz değince yalnız Allah’ı hatırlatır.

Yeni ve eski nesil tüm virüslerden bizi koruyacak yegâne formül bu bence.

Semiha Kavak

Yeni Şafak Pazar 

https://www.yenisafak.com/hayat/seyfullah-senel-cep-telefonu-gencler-icin-agri-kesici-gibi-3675313?fbclid=IwAR3Fw9VFk8YeeXpMDd25TZcQuyW5Wc8cOS728mxE3AY_4i7WDdEzlouK-vM





a... h !


Ateş düştüğü yeri yakar ve o ateşi içinde bulanların, görenlerin içi yanar...

16 Haziran 2021 Çarşamba

13 Haziran 2021 Pazar

ÖMER TÜRKER'LE SÖYLEŞİ

 



Semiha Kavak: Ketebe yayınlarından çıkardığınız üç ciltlik ‘Metafizik’ adlı ansiklopedik eserden biraz bahseder misiniz? Bu eserin hazırlanma süreci nasıl oldu, kimler eserde katkıda bulundu?

Ömer Türker: Metafizik kitabı, aslında İslam Düşüncesinde Teoriler başlığını taşıyan büyük ve uzun erimli bir projenin ilk adımını oluşturuyor. Bu proje fikir ilk olarak benim zihnimde İslam düşünce geleneğine yönelik çalışmalarımızın geldiği noktayı belirleyebilmek, güçlü ve zayıf yanlarını görebilmek, fikrî çeşitliliğini açığa çıkarmak ve bu alana dair ilmî çalışmaları genel okuyucunun kolay ulaşabileceği bir anlatıya kavuşturmak amacına matuf olarak belirdi. Belirli bir kavram ve önerme örgüsünü oluşturabileceğimiz bütün görüşleri, bir teori olarak yazmamız gerektiğini düşündüm. Bu amaçla önce bir teori anlatısının temel çerçevesini oluşturan başlıkları belirledim. Ayrıca metafizik alanda üretilen teorileri ihtiva eden bir liste hazırladım. Bir çerçeve oluştuktan sonra İstanbul’da çeşitli üniversitelerde İslam Felsefesi, Kelam ve Tasavvuf bilim dallarında görevli İbrahim Halil Üçer, Eşref Altaş, Ercan Alkan, Hayrettin Nebi Güdekli, Mehmet Zahit Tiryaki, Abuzer Dişkaya, Mehmet Özturan ve başka hocaların da bulunduğu geniş bir akademik ekiple fikir, çerçeve ve teoriler listesi hakkında bir istişare toplantısı yaptık. Proje fikri, çerçevesi ve teoriler listesinde mutabık kaldık. Benim hazırladığım ilk çerçevede her teori anlatısında giriş, teorinin çözmeye çalıştığı sorun, teorinin temel iddiası, teorinin temel kavram ve önermeleri, teorinin tarihsel seyri ve sonuç başlıkları yer alıyordu. Hatırladığım kadarıyla Eşref Altaş hocanın önerisiyle her teoriye bir giriş kartı ekleme kararı aldık. Aslında benim zihnimde teorilerin bu çerçeveye göre anlatılmasının yanı sıra her teorinin en iyi anlatıldığı klasik metninler seçkisi çevirisi de vardı. Toplantıda da arkadaşlarla hem teori yazılarının hazırlanması hem de uygun klasik metinlerin belirlenip tercüme edilmesi kararı aldık fakat teorilerin hazırlanması sürecindeki yoğunluk metinlerin tercümesi işini takip etmeye fırsat vermedi. Toplantıda karar kıldığımız çerçeveye uygun uzun ve kısa model yazıların hazırlanması gerektiğinden ben kitapta “halk teorisi” ve “özel kabiliyetler teorisi” başlığını taşıyan teorileri, yazar arkadaşların elinde ortak bir model olması amacıyla kaleme aldım. Kitapta ekol yazılarında teori yazılarından farklı bir çerçeve olduğu görülecektir. Aslında başlangıçta ekol yazılarıyla ilgili farklı bir çerçeve tasarlamamıştık. Fakat Abuzer Dişkaya hocanın kaleme aldığı Hikmet-i Müteâliye yazısını tashih ederken böyle bir eksiklik olduğunun farkına vardım ve bu yazıyı ekol yazıları için model olacak şekilde düzenledim.

Bu çalışma, oldukça kapsamlı olduğundan felsefe, kelam ve tasavvuf alanından adını bir çırpıda sayamayacağım pek çok hocanın özverili katkısıyla uzun sürede tamamlanabildi.  Biraz önce adını zikrettiğim hocaların yanı sıra Ekrem Demirli, Halil İbrahim Bulut, Muhammed Bedirhan, Ercan Alkan, Nedim Tan, Hacı Bayram Başer, Abdürrezzak Tek, Orhan Şener Koloğlu, Ulvi Murat Kılavuz, Murat Kaş, Hulusi Aslan, Yunus Cengiz, Osman Demir, Hülya Alper, Hatice Arpaguş, Hasan Akkanat, Zübeyir Bulut, Fatma Turgay, Hasan Akkanat, Burak Şaman, Ahmet Kamil Cihan, Mehmet Bulğen, Yasin Ramazan Başaran, Hüseyin Maraz, Muhammed Ali Koca, M. Mustafa Çakmaklıoğlu, Orhan Musakhanov, Seyithan Can, Muammer İskenderoğlu ve Ali İhsan Kılıç gibi yurt içinde muhtelif üniversitelerde görevli pek çok akademisyenin özverili katkılarıyla tamamlandı. Katkıların yoğunluğu nispetinde de editöryal işleri zaman aldı. Kitabın hazırlık sürecinde asistanlığımı doktora öğrencim Hatice Bozkuş yaptı. Nihayet dört yıllık bir çalışmanın ardından kitap kisve-i taba büründü.


Sizce bu eser hangi eksikleri giderecek?

Ömer Türker: Bu çalışmanın esas itibariyle üç hedefi var. Birincisi, İslam düşünce mirasının gücü ve zaaflarını belirginleştirmektir. Düşünce tarihimizde çeşitli alanlarda ileri sürülen görüşlerin bu kitaptaki teoriler formatında kaleme alınması, bu görüşlerin hangi sorunları çözmek amacıyla geliştirildiğini ve ne ölçüde başarılı olduğunu görmeye imkân veriyor. İkincisi, bizim şimdiye kadar yaptığımız çalışmalarda geldiğimiz noktayı belirginleştirmektir. Hem ekol hem de teori yazılarında izlenen çerçeve tuhaf şekilde görüşlerin bildiğimiz ve bilmediğimiz yönlerini açığa çıkarıyor. Bazen bilindiği düşünülen bir görüşün aslında hiç de dakik bir şekilde bilinmediği anlaşılıyor. Ayrıca görüşlerin birbirinden hangi noktalarda farklılaştığı belirginleşiyor ve tam olarak neyi önerdiği açıklığa kavuşuyor. Bu bakımdan yazılarda izlenen çerçeve teorilere dair çalışmalarımız arttıkça genişletilebilir ve yenilebilir bir anlatım imkânı sunuyor. Üçüncüsü ise İslam düşünce tarihine yönelik akademik birikimin her kesimden genel okuyucu için ulaşılabilir hale getirilmesidir. Okuyucular bir ekol veya teori yazısını okuduklarında onun hakkında sistemli bir kavrayışa ulaştıklarını hemen fark edeceklerdir. Okudukları teorinin kavramları ve temel önermeleri hakkında sistemli şekilde düşünmeye başlayacaklardır. Bu durumun, hem İslam düşünce mirasına yönelik ilgiyi yaygınlaştırması ve derinleştirmesini hem de muhtelif alanlarında çalışan arkadaşlara bu mirası kendi alanlarıyla irtibatlandırma imkânı vermesini umuyorum. 

Bundan sonra, bu doğrultuda özel eserleriniz olacak mı?

Bu çalışma, İslam düşünce mirasının bilgi, doğa, ahlâk, siyaset gibi bütün alanlarını kuşatan büyük bir projenin ilk kitabıydı. Bundan sonra ilk olarak bilgi teorilerini, ardından da doğa teorilerini hazırlayacağız. Fakat bu uzun zamanda ve pek çok bilim insanının katılımıyla tamamlanabilecek bir proje.


Semiha Kavak: Düşünce tarihi içerisinde metafizik düşüncenin yeri nedir? Neler metafiziğin ilgi alanlarının içine girer?

Ömer Türker: Metafizik, klasik dönemde insanın kendisini ve varlığı anlama çabasının son aşamasını ifade eder. Bu sebeple bir kimsenin hakiki anlamda “filozof” olarak adlandırılmasını sağlayan bilgiler kümesi olarak değerlendirilir. Metafiziğin iki ana kısmı vardır. İlki, “el-umûru’l-âmme” veya ontoloji denilen kısımdır. Bu kısım, varlık, mevcut, imkân-zorunluluk, sebep-sonuç, tümel-tikel ve var oluşun kategorileri gibi insanî düşünceyi kuran meseleleri inceler. İkincisi ise el-ilmü’l-ilahî veya teoloji denilen kısımdır. Metafiziğin en gözde bölümü sayılan bu kısım ise Tanrı’nın zâtı, sıfatları ve âlemle ilişkisini inceler. Bunların yanı sıra metafiziğin, fizik, matematik, ahlâk ve siyaset gibi bilimlerin araştırmalarında kullandığı genel ilkeleri temellendirme işlevi de vardır. Bütün bunlar dikkate alındığında metafiziğin insanın varlığa dair bilgisini hem temellendiren hem de bütünleyen bir araştırma alanı olduğu söylenebilir.


Semiha Kavak: Metafizik bir ilim dalı mıdır? Eğer öyleyse bunun ilmi dayanakları nelerdir?

Ömer Türker: Evet metafizik, modern döneme gelinceye kadar bilimler hiyerarşinin zirvesinde bulunmuş, fizik ve matematik bilimlerden sonra tahsil edilen en üstün ilim kabul edilmiştir. Bu sebeple metafiziğe bilimlerin bilimi, hakiki hikmet, hakiki bilim ve küllî bilim gibi isimler de verilmiştir. Metafiziğin bilim olmasının dayanakları doğrusu uzun açıklamayı gerektirir fakat kısa bir cevabı şudur: İnsanın varlığa dair apaçık idraki, varlığın araştırma konusu haline getirilmesini mümkün ve meşru kılar. Diğer deyişle varlığın bilimi olarak metafizik, temelini insanın varlığı ve onun imkân, zorunlu, sebep, sonuç gibi temel hususiyetlerinin bedîhî olarak kavramasında bulur.


Semiha Kavak: İslam düşüncesi çerçevesinde metafizik düşünce nereye oturuyor?

Ömer Türker: İslam düşüncesinde de metafizik genel olarak bilimlerin zirvesinde bulunur. Fakat bunun adı felsefe geleneğinde metafizik, dinî bilimler geleneğinde kelâm veya tasavvuftur.


Semiha Kavak: İslam’ın kendine ait olan ve diğerlerinden ayrılan metafizik alanı var mı?

Ömer Türker: İslam düşüncesinde metafizik kelimesiyle ifade edebileceğimiz üç farklı ilahiyat vardır: Kelam, tasavvuf ve felsefe. Kelam ve tasavvuf, önceki dönemlerin etkisini taşımakla birlikte kuruluşu İslam döneminde gerçekleşen ve temelde Hz. Peygamber’in temsil ettiği hakikat bilgisine onun tebliğ ettiği vahiy “esas alınarak” nasıl ulaşılabilir sorusuna cevap vermeye çalışan küllî disiplinlerdir. Felsefe ise kadim bilimler külliyatının Arapçaya tercümesiyle İslam düşüncesinin bir parçası haline gelmiştir. Bu külliyat içinde metafizik bütün bilimlerin zirvesinde kabul ediliyordu ve İslam döneminde de bu konumunu sürdürmüştür. İslam filozofları varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün gibi metafizik düşünceyi bir bütün olarak etkileyen görüşlerle ontoloji ve teolojiyi yeniden inşa etmişlerdir.


Semiha Kavak: İslam düşüncesinin Batı felsefesi ve Batı metafiziğiyle buluşmasıyla bozulma dönemine girdiğini öne sürenler var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ömer Türker: Klasik İslam düşüncesi Batı’yla karşılaşma düşüncesinde bozulmadı, sadece önceki açıklama gücünü yitirdi, eski işlevlerinin çoğunu yapamaz hale geldi. İslam dünyasında Batı’yla karşılaşma tecrübesi, henüz klasik düşüncenin yeni bir yorumunu doğurmuş sayılmaz. Bu sebeple bir bozulmadan bahsetmek isabetli değil. Evet, bilhassa tefsir ve hadis alanında buna yönelik bir takım teşebbüsler olsa da bu teşebbüsler, henüz tamamlanmamış yorumlama çabalarıdır. Fakat Batı’yla karşılaşma, süreç içinde İslam düşüncesi algımızı, kaynak anlayışımızı ve ehem-mühim sıralamamızı etkileyerek bu düşünceyi gözümüzde önemsizleştirdi. Bizim yaptığımız çalışmaların çoğu, bu düşünceyi yaşadığımız dönemin ilgileriyle yeni kavramayı amaçlamaktadır.


YENİ ŞAFAK Pazar

 

https://www.yenisafak.com/hayat/metafizik-bilimler-hiyerarsisinin-zirvesidir-3637710?utm_source=twitter&utm_medium=social&utm_campaign=yenisafak