31 Aralık 2021 Cuma
17 Kasım 2021 Çarşamba
15 Kasım 2021 Pazartesi
Kurtuba -Uzakta Tek Başına
İspanyol şair ve tiyatro yazarı
Federico Garcia Lorca 5 Haziran 1898’de
Granada’nın Vega ovasında bulunan Fuente Vaqueros kasabasında doğdu.
İçe kapanık bir çocukluk geçiren
Lorca’nın ailesi sanatla iç içe olan bir aileydi. Bu durum onun sanatçı olmasını kolaylaştıran
ana öğe oldu.
Lorca’nın Granada’da gençlik
yılları Çingeneler arasında şiir yazarak ve şarkı söyleyerek geçer. Yaşadığı
ortamın renkliliği onun birçok sanat dalıyla yakınlık kurmasına aracı olur.
Önce tiyatro ve müziğe ilgi
duydu. 1918 yılında Granada Üniversitesi’nin düzenlediği İspanya gezisi sonunda
düz yazılardan oluşan Impresiones y
Paisajes (İzlenimler ve Manzaralar) adında ilk kitabı yayımlanır.
19 yaşında kadar daha çok
müzisyen kimliği ile tanınan Lorca, ailesinin yönlendirmesi sonucu, hukuk ve
edebiyat alanlarında eğitim gördü. Hukukun yanı sıra, edebiyat, tiyatro, müzik
ve resimle yakından ilgilendi. Bu arada
Madrid’de yüksek öğrenimini yaparken, Juan Romon Jimenez Salvador Dali, Bunuel gibi değişik sanat alanlarında ün yapmış
sanatçılarla tanıştı.
Yayımladığı ilk şiir kitabı,
büyük ilgi uyandırdı. Çingene Romansları adlı şiir kitabı nedeniyle de Lorca'ya
"Endülist çigan şairi" dendi. Lorca'nın yayınlanış sırası itibariyle
şiir kitapları şunlar: «Şiirler Kitabı» (1921), «Şarkılar» (1927), «Çingene
Türküsü» (1928). «Cante Jondo Şiiri» (1931), «Ignacio Sanchez Mejias'a Ağıt»
(1934), «Galisya Dilinde Altı Şiir» (1935), «ilk Şarkılar» (1936), «Şair New
York'ta» (1940), «Tamarit Divanı» (1940).
“Şiirler Kitabı”nda toplanan
şiirlerin büyük bir kısmı çocukluk dönemlerine ait özlemini dile getirir.
Yirminci yüzyılın en büyük
şairlerinden sayılan Federico Garcia Lorca sadece şiirleri ile değil yazdığı
tiyatro oyunlarıyla da İspanyol edebiyatını yücelten yazarların ön saflarında
yer alır. “Kanlı Düğün” adlı, İspanya hayatında yer alan olayların işlendiği
tiyatro eseri onun şöhretini zirveye taşıyan eserlerden biri oldu.
Lorca'nın şiirleri ağırlıklı
olarak ‘Aşk ve Ölüm’ teması üzerine kuruludur. İspanyol halkının
çeşitliliğinden kaynaklanan zengin folklor, Lorca’nın şiirlerinde kendini açığa
çıkarır.
Bırakın açık kalsın balkonum.
(Görüyorum balkonumdan)
(Duyuyorum balkonumdan)
Bırakın açık kalsın balkonum.”
‘Ağıta Kaside’ adlı şiiri de
balkonla başlar;
Kapadım balkonumu,
Duymak istemiyorum ağlayışlarını
çünkü...
‘İntihar’ adlı şiirde de ‘balkon’
yerini alır;
“Bir kule gördü balkondan
Duydu kendini balkon gibi, kule
gibi.”
Lorca, nice medeniyete ev sahipliği yapmış olan Kurtuba için de en güzel şiirleri yazmış olan bir şairdir. O nedenle edebiyat çevrelerinde Kurtuba şairi diye de anılır;
Uzakta tek başına
Ay kocaman at kara
Torbamda zeytin kara
Bilirim de yolları
Varamam Kurtuba'ya
Ovadan geçtim yel geçtim
Ay kırmızı at kara
Ölüm gözler yolumu
Kurtuba surlarında
Yola baktım ama yol uzun
Canım atım yaman atım
Etme eyleme ölüm
Varmadan Kurtuba'ya
Kurtuba
Uzakta tek başına."
Doğduğu ve öldürüldüğü şehir olan
Granada Lorca için acının şehridir;
Bir çocuk ölür her ikindi,
Her ikindi su çöker oturur
Kendi yakınlarıyla
konuşmaya....."
Ölümün gerçekliğini çeşitli
varlıklar üzerinden dile getiren Lorca, kitaba ismini veren "Deniz Bile Ölür"
adlı kitapta yer alan "Kaçışa Gazel"
adlı şiirinde kendini denizde yitirdiğini vurgular;
Yeni kesilmiş çiçeklerle dolu
kulaklarım
Dilim sevgiyle, acıyla dolu.
Birçok kere yitirdim denizde
kendimi
Bazı çocukların kalbinde
yitirdiğim gibi.
Bazı çocukların kalbinde
yitirdiğim gibi
Birçok kere yitirdim denizde
kendimi.
Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden,
Beni çürütecek, ışık yüklü
ölümleri. "
KTB Yayınevinin yeniden okuyucuyla buluşturduğu kitabın tanıtımında "Elinizdeki kitap, şiirin evrensel sesinin eşsiz örneklerinden birisi. Deniz Bile Ölür’de Lorca’nın acı sesi, bir arkadaş, bir kardeş kadar yakından duyuluyor." denmekte.
Bu cümleden de anlaşılabileceği
gibi bu eser, şiir severlerin elinden düşürmeyeceğine inandığımız bir kitap.
11 Kasım 2021 Perşembe
15 Ekim 2021 Cuma
OL-ÂN
GÖZÜN GÖRDÜĞÜNÜ GÖNÜLLERE NAKŞEDEN BİR KİTAP: OL-ÂN
Bir ‘ân’ı, bir objeyi ruhuna uygun fotoğraflamak ve ruhuna uygun
anlamlandırmak oldukça yetkinlik isteyen bir şey. Bunun için her şeyden önce,
objeyi manaya uygun fotoğraflamak gerekir, bu ise objeye ünsiyeti gerektirir.
Bugüne kadar çeşitli konularda kitaplar, makaleler, yazılar yazan,
tasavvuftan, edebiyata, şiirden, hikayeye kadar geniş bir alanda söylenecek
sözü olan Ömer Lekesiz, yeni kitabını gezilerinde çektiği birbirinden güzel
fotoğrafları özgün bir dille okumaya ayırdı, onları ruhuna uygun bir şekilde
dillendirdi.
Bu kitap Lekesiz’in önceden tasarladığı bir kitap mıydı? Bunu bilmiyorum
ancak Lekesiz, Lewis Hine’nin şu dediğini dikkate almış olmalı; “Eğer hikayeyi
sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya
ihtiyaç duymazdım.” Lekesiz de gittiği,
gördüğü yerlerin derunî hikayesini fotoğraflara kaydedip, kalple anlatmak
istemiş.
Fotoğraflar, her göze aynı dille konuşmaz. Nesnelerin elbet ortak bir
dili var ancak onu derinleştiren gerçek anlamını veren şey ona verilen manadır.
“Anlaşılıyor
Çoktan olmuş olan-ol-ân
Kendini nazara vermiyor,
Nazarî olan kâr etmiyor orada
OL-ân bilince yakalanmıyor
Kendini sunmuyor
şu-âna…” cümlelerini hatırlayanlar için kitabın muhtevasını anlamak hiç
de zor değil.
Kitaba önsöz yazmış olan Cemal Şakar da kitabın isminden yola çıkarak,
okuyucuya kitabın muhtevası ve çerçevesi hakkında bilgiler sunuyor, asıl
mananın temellerini ortaya çıkarıyor;
“Ol”, evvelemirde Allah’ın bir kelimesidir ve O’nun kelimeleri aynı zamanda
fiilidir de. Yaratılış için bir kelime yetivermiştir. Ol’dan olmaklığa çıkmak,
yaratılmışlar için mevcuda gelmek demektir ki âlem mevcudatın tümüdür.
Yaratılanlar, âlemde birer alemdir zira hepsi Allah’ın işaretidir.
Ol-Ân’ı olan olarak düşündüğümüzde, zaman ve mekânda ân be ân olagelmeyi
anlatır. Her daim bir şey olmaktadır ve sanatçı, bakışını olagelmeye
yöneltmelidir.” Ömer Lekesiz’in yaptığı da budur. O, fotoğraflarından yola
çıkarak Ol-Ân’a yönelmekte, bakışını olagelmeye yöneltmektedir.
İletişimci ve dilbilimci Metin Çamdereli’nin Fotoğrafik bir anlatı olan
“Ol-Ân “ ile ilgili yazısında belirttiği gibi bu tür anlatılar ‘göz ile söz’ü
aynı düzlemde buluşturmaktadır; “Fotoğrafik anlatının yüzeyi göz ile sözün
temsiller aracılığıyla buluşan düzlemidir aynı zamanda; bu sayede bir dil, bir
söylem, bir retorik barındırır ve doğası gereği, bir anlam örüntüsü kurgular.
Görülmüş ve çerçevelenmeye değer bulunmuş bir görülürün verili ândan
soyutlanarak fotoğrafik yüzeyde belirmesi, yüzeye kodlanmış anlam örüntüsünün
muhatabında dillenmeye hazır hale gelmesi anlamına gelir. Çerçevelenmiş
anlatının çarçabuk dillenmesi ilk bakışta mümkün gibi görünse de öyle
zahmetsizce okunabilir değildir.”
Çamdereli’nin belirttiği gibi fotoğrafik anlatı zor olduğu kadar aynı
zamanda da sanatsal açıdan risk içerir. Her şeyden önce fotoğrafın gerçeklik
boyutu anlatıyı kendiyle sınırlar. Bir fotoğrafa giydirilen ruhun gerçekte onun
ruhu olabilmesi için fotoğrafın gerçekliği o denli yansıtması gerek.
Lekesiz’in kitaba koyduğu 70 fotoğrafın bazılarının anlatılara, okumalara
karşılık olarak yetersiz kaldığı söylenebilir. Kimi anlatılar, fotoğrafların
ötesine geçmekte, okuyucuyu; “Keşke fotoğraf şu şekil bir fotoğraf olsaydı”
düşüncesine sevketmekte. Lekesiz’in bu fotoğrafları çekerken, onları fotoğrafik
anlatıyla kitaplaştırma düşüncesi var mıydı, bilmiyoruz.
Kitaptaki ilk fotoğraf hattat Mustafa Cemil Efe’nin “Besmele-i Şerif”i
taşa kazıma anına ait. O an Lekesiz tarafından;
“bir hattat’ın iptaline sevdalandığı
boşlukta besmeleyi istif edişi.
Taştaki besmeleyi nazarıyla temellük etmiş bir nakkaşın, murcuyla göz
göze gelişi!” cümleleriyle anlama anlam katmış.
Sonraki Mescid-i Nebi fotoğrafı ise Şeyh Mahmûd-i Şebüsteri’nin Gülşen-i
Râz şiiriyle sunulmuş.
Lekesiz’in fotoğrafları okuyucuyu İslâm medeniyetinin izlerinin olduğu
birçok ülkeye götürüyor. İspanya, Filistin, Kosova, Azerbaycan, Özbekistan,
Arnavutluk, Bosna Hersek, Mısır, Fas, İran fotoğrafları okuru tarihin
derinliklerine sürüklüyor. O fotoğraflara yapılan okumalar ise derinden
sarsıyor.
İngiltere, Almanya, Gürcistan, İtalya, Güney Kore gibi ülkelerdeki bazı
eserler de Lekesiz’in objektifiyle fotoğraflanarak şiirsel bir dille
buluşturulmuş. Türkiye’nin değişik şehirlerinde çekilmiş birbirinden oldukça farklı
fotoğraflar da manasına uygun dizelerle bezenmiş.
Meselâ; Ayasofya fotoğrafı bir gençlik hayaline kavuşmanın adıdır
Lekesiz’in cümlelerinde; “Gençliğimizin kapıları hep umuttur, yeniliktir, yeni
bir safhasıdır ömrümüzün”
Kitapta, tabiatın güzellikleriyle bütünleşmiş insan manzaraları, hüzün ve
kederi hissettiren fotoğraflar da var. Ve her birinde fotoğrafı çözümleyen
anlamlı cümleler, dizeler.
Besmele-i şerifin taşa kazınmasıyla başlayan kitap, yine taşla bitiyor.
Bu kez, Lekesiz’in objektifi asırlar öncesine uzanan Ahlat’taki anıtsal mezar
taşlarını konuk ediyor. Kitap, başlı başına çok şeyi anlatan ve tek gerçeğin
ölüm olduğunu hatırlatan bu fotoğrafla, paranteze alınmış bir noktayla son
buluyor.
Kitabın tanıtım yazısında belirtildiği gibi; “Ol-Ân, “Ben bilinmeyen,
gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; bilineyim diye halkı (kâinat)
yarattım.” hadis-i kudsîsi mucibince Ömer Lekesiz’in şehirlerden şehirlere,
mekânlardan mekânlara “yeryüzleri”nde insanın mazhar olduğu o manevî neşveyi
aradığı, bu arayışını ise fotoğraf ve ilhamat üzerine kurduğu bir tefekkür
sofrası...”
“Lekesiz, bu “varoluş albümü”nde, bir fotoğrafın hikâyesini baş gözüyle
görüp gönül gözüyle ikrar ettiği satırlar eşliğinde okuruna sunuyor. Mescid-i
Nebî’den Medinetü’z-Zehra’ya, Ayasofya’dan Marmaris’e, Priştine’den Berat’a,
Malaga’dan Kurtuba’ya mekânın zaman üzerindeki tesirini ve bu zamanın insandaki
ilahî nur çerçevesindeki akislerini bir nevi sohbet meclisi şeklinde okuruna
açıyor. Ândaki var oluş ekseninde, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin “Çalabım bir şâr
yaratmış iki cihân âresinde” ile başlayan beyitleri ile “şâr/şehir” izleğinde
ilerleyen bu satırlar, “Oku!” emr-i ilahîsinin, fotoğraf okuması üzerinden
nurânî bir tını ile eyleme geçirilmiş hali niteliğinde.
Ömer Lekesiz, bu okumalarını tasavvufî bir neşve, insanca bir sevinç,
eşref-i mahlukatlığa uygun bir temaşa ile satırlardan sadırlara akıtıyor.
Fotoğraflarla birlikte “ol”mak kavramını ânlar ile bağdaştırıyor ve gönlündeki
medeniyet tasavvurunun duraklarını temsil eden şehirleri ve mekânları sırtını
kadim bir geleneğe yaslayıp kendisindeki yansımalarıyla fâş ediyor.”
Özetle, okuyucuyu, geçmişten geleceğe bağlayan bu fotoğrafik anlatım
kitabı hafızalarda derin izler bırakacak.
Semiha Kavak - YENİ ŞAFAK Kitap
28 Eylül 2021 Salı
ÂRAZ
Katran bir demir gibidir hatıralar. Yakmak isteriz bazen toplayıp. Gönül ateşinde kül olup geri gelmeseler... Ateşte eğilir bükülür ama asla kül olmazlar.
Doğum lekesi gibi, doğuştan bir âraz gibi, ölmeden geçmezler...
1 Ağustos 2021 Pazar
Çevrimiçi Gençlik
Öncelikle şunu sorayım;
insanoğlunun tarih boyunca çeşitli bağımlılıkları oldu. Bugün bizi hangi
bağımlılıklar kuşatmış?
Bu bağımlılıklar kişiye göre değişiyor artık. Kişinin
yaşına, psikolojik, sosyolojik durumuna göre şekil alıyor. Bağımlılık
dediğimiz kavram kendini o kadar güncelledi ki eskiden bağımlılık dendiğinde
akla ilk gelenler uyuşturucu, sigara ya da alkol bağımlılığı olurken bunlar
artık arka sıralarda kendilerine yer buluyor.
Çünkü “modernleşen dünyamız” ile birlikte yepyeni bağımlılıklarımız oluşmaya başladı:
Sosyal medya bağımlılığı
Sanal bahis bağımlılığı
Online oyun bağımlılığı
Pornografi bağımlılığı
bunlardan
bazıları…
Benim uzun süredir seminerlerde anlattığım ve
maalesef gençliğimizi saran ilginç ve bir o kadar korkutucu bağımlılıklar var
mesela;
Bunlardan biri Dismorfofobi; Güzelsem varım!” diyenlerin hastalığı.
Dismorfofobi, ‘ayna hastalığı’ olarak geçiyor. Kendini beğenmeme hastalığı… Şu an dünyada intihar eden her beş kişiden
biri dismorfofobi hastası.
Almanya’da
4 Milyon 670 bin insan dismorfofobi yüzünden doktora gidiyor, yani 4 milyon 670
bin insan kendi bedeninden nefret ettiği için tedavi görüyor.
“2018’de dünya genelinde
yaptırılan estetik işlemlerinin 10 milyon 607 bin 227’si cerrahi, 12 milyon 659
bin 147’si ise cerrahi olmayan operasyonlar” olarak açıklandı.
Çünkü yaşadığımız çağ bize şunu
anlatıyor: Sen göründüğün kadar varsın; kalbin, duyguların, beynin, bunlar
önemli değil.
Sen
beğenildiğin kadar varsın; eğer yorumların, fotoğrafların, sözlerin,
paylaşımların beğenilmiyorsa sen bir hiçsin.
Bize
“Cilalı İmaj Devri”nde yaşadığımızı ve buna göre hareket etmemizi empoze
ediyorlar.
Bizler
bu “imaj” kavramının bir “Truva Atı” olduğunu bilmek zorundayız. Bu Truva Atı,
bizim kişilik dünyamıza “güzellik” maskesi altında gönderilen düşman
askerlerinden oluşuyor aslında.
Bu
düşmanı alt etmek için parolamız asla değişmeyecek:
“Dişilik değil, kişilik. Şekil değil, şahsiyet”.
Siz kitabınızda
bağımlılık ile bağlılık arasında bir bağ kuruyorsunuz. Özetlerseniz aralarında
nasıl bir ilinti var?
Bu
sorunun cevabını ilginç bir yöntemle yıllar önce Prof. Bruce K. Alexander
adında bir bilim insanı çözüyor.
Kafese
bir tane fare koyuyor. Kafesteki fareye biri kokainli biri saf olmak üzere iki
farklı su sunuyor. Fare zamanla kokainli suyu tercih ediyor ve bağımlı olduktan
sonra ölüyor.
1970
yılına gelindiğinde profesör buradaki yanlışı buluyor: ‘’Fareyi boş bir kafese
koyuyoruz’’ diyor. Farenin mutlu olmak için kokainli su dışında tercih
edebileceği bir eylem söz konusu değil. Bunun üzerine bir fare parkı kuruyor.
İçinde tekerlekler, tüneller, güzel fare yemekleri, peynirden toplar olan bir
“fare parkı”. Ve yine biri kokainli biri saf olmak üzere iki kap su veriyor
faremize. Sonuç anında etkisini gösteriyor ve fare kokainli suyun yanına dahi
yanaşmıyor. “İyi de bunlar fare! Bize neden bunlarla örnek veriyorsun?”
diyenlere başka bir örnek daha verelim isterseniz?
Vietnam
Savaşı sürerken, Amerikan birliklerinin %30’u eroin bağımlısı oluyor. ABD’de
müthiş bir endişe… Savaş bitecek ve sokaklarda yüz binlerce bağımlı olacak
korkusu…
Uyuşturucu
bağımlısı askerler evlerine kadar izleniyor ve Amerikan Psikiyatri Birliği
büyük bir çalışma yapıyor. Dönenlerin % 96’sı ilk hafta içinde eroini
bırakıyorlar.
Peki
neden?
Tıpkı
fare deneyinde olduğu gibi… Vietman’da savaşırken uyuşturucu madde onlara bir
“kurtuluş”, bir “kaçış” yolu gibi görünüyordu.
Fakat kendi evlerine, eşlerine, ailelerine kavuştuklarında aslında bu
bağımlılığın ne kadar boş ve saçma bir kaçış yolu olduğunu anladılar.
Bağımlılık
dediğimiz şey, kimyasal kancalarla değil, beynimizdeki kafesimizle alakalıdır.
Kafesimize
uyum sağlamakla alakalı yapacağımız işlem ise “bağımlılık değil, bağ kurma”dır.
İnsanoğlu
doğumundan itibaren ‘bağ kurma’ üzerine yaratılmıştır. Ailemizle,
akrabalarımızla, arkadaşlarımızla, dostlarımızla, Rabbimizle bağ kurmak
zorundayız.
Eğer
bu saydıklarımızla bağ kuramazsak, kendimizi hayat ve toplum tarafından
dışlanmış hisseder ve bize rahatlık, mutluluk hissi verecek “sanal” şeylerle
bağ kurmak isteriz.
Sizin
de kitabınızda vurguladığınız gibi İbn-i Haldun “insan alışkanlıklarının
çocuğudur” der. Buradan baktığımızda alışkanlıklar nasıl oluşuyor ve nasıl
bağımlılığa dönüşüyor?
Semiha
Hanım, müsaadenizle bu soruya da bir deney örneği ile cevap vermek istiyorum.
Bilim
insanları 1972 yılında ilginç bir deneye imza atıyorlar. Bir maymuna “kokain”
enjekte ediyorlar. Aradan 11 saat geçtikten sonra maymunun yanına en sevdiği
yiyecekleri koyuyorlar. Fakat maymun dönüp bakmıyor bile, âdeta “Bana
uyuşturucu madde verin!” diyor ve aradan geçen 27 saat sonra maymunumuz
maalesef ölüyor.
Bilim
insanları bu deneyden sonra biraz daha ileri gitmek istiyorlar ve bir fare ile
yeni bir deneye başlıyorlar. Farenin orta beynine yani dopamin (mutluluk)
hormonu salgılayan kısmına bir elektrot yerleştiriyorlar. Onun dopamin
salgıladığı kısmına elektrik sinyalleri vererek farenin mutluluk hormonu
salgılamasını sağlıyorlar.
Tıpkı
maymun deneyinde olduğu gibi aradan 11 saat geçtikten sonra farenin en sevdiği
yemekleri yanına koyuyorlar ama fare onlara dönüp bakmıyor bile.
Bilim
insanları bir adım daha ileri gitmek istiyorlar ve farenin beynine verdikleri
elektrik sinyalini kontrol eden anahtarı onun yanına bırakıyorlar ve onun ne
kadar süre ile kendi beynine elektrik vererek mutlu olmak istediğini görmek
istiyorlar.
Çok
ilginç ama minik faremiz 27 saat sonra her “on üç saniyede bir” kendi beynine
elektrik vermeye başlıyor. Ve günün sonunda aç ama mutlu bir şekilde ölüyor.
Peki
bu deneyi neden anlattım?
Çünkü
bizi bağımlı kılan şey de tıpkı maymun ve farede olduğu gibi “keyif
hissi”dir.
Ne
demek bu?
Normal
bir insan araştırmalara göre 6 dakika 27 saniyede bir sosyal medya hesaplarına
bakma dürtüsü alır. Fakat siz bir selfie çekilip Instagram hesabınıza
koyduğunuzda eliniz her 27 saniyede bir hesabınızı kontrol etmek için
telefonunuza uzanacaktır.
Neden?
Kim
beğenmiş?
Kim
yorum yapmış?
Kim
paylaşmış?
Beyniniz
size bu sorularının cevabını aramanız için komut verir çünkü.
Bizi
bağımlı kılan şey, işte buradaki “keyif hissidir”. Buna “like bağımlığı” da
diyebiliriz.
İnternet teknolojisinin ürünleri olan akıllı telefonlar bilhassa gençliği esir almış durumda. Aranılan birçok şeyi burada bulmak mümkün.
Gençler interneti genelde
hangi amaçlarla kullanıyor, kullanım alışkanlıklarının olumsuz etkileri
neler? Bu alışkanlıklardan nasıl
kurtulunabilinir? İnterneti bilhassa gençlerin doğru ve yararlı kullanmaları
için neler önerirsiniz?
18-24
yaş aralığındaki akıllı telefon kullanıcılarının;
-
%89’u uykudan uyandıkları ilk 15 dakika içerisinde telefonlarına bakıyorlar.
-
%74’ü için telefonlarına bakmak sabah yaptıkları ilk iş olarak geçiyor.
-
%79’u uyanık oldukları sürenin sadece 2 saatini telefonlarıyla uğraşmadan veya
telefonlarını yanlarında tutmadan geçirmekteler.
-
Bağımlı bir kullanıcının telefonundaki uygulamalara bakma sayısı günde 132’yi
bulurken, normal bir kullanıcıda bu sayı 76.
Bu
oranlara baktığımızda, cep telefonlarımız bir nevi ağrı kesici görevi görüyor.
Başımız ağrıdığında aldığımız ilaçlar gibi “canımız sıkıldığında” da
telefonlarımıza sarılıyoruz.
Sosyal
medyada geçirilen zamanın çok önemli bir kısmı can sıkıntısı bahane edilerek
geçiriliyor. Cep telefonlarımız, tabletlerimiz büyük bir hızla birer avuntu
cihazlarına dönüşüyor. Sosyal medya,
günün her saatinde boşluk dolduran bir “emniyet
supabı” sanki.
Gençlerin
ve aslına bakarsanız yetişkinlerin de ilk yapması gereken şey, “herkes” hastalığından
kurtulmak olmalı.
Sanal dünya bize tıpkı matruşkada olduğu gibi devamlı
bir yenilik sunar. Sadece önümüze koyduğu şeylerin adını değiştirir, ama amacı
hep aynıdır. Şöyle örnek verelim: Ülkemizde bundan 7-9 yıl önce 15-25 yaş arası
olan gençler Facebook bağımlısı olmuştu. Orada arkadaşlarını buluyor,
sosyalleşiyor ve “yalnızlıklarını” dindiriyorlardı. Fakat gelgelelim bugün
Facebook’ta 15-25 yaş arası gençlerin oranı sadece yüzde 13’lerde.
Neden?
Çünkü sanal dünya onlara matruşkadan yepyeni ve daha renkli
bir oyuncak çıkardı. Adı Instagram. 2018 araştırma raporuna göre “Telefonunuzun
tuş kilidini açtıktan sonra girdiğiniz sosyal medya uygulaması hangisi?”
sorusuna Türkiye’nin gençlerinin %42,6’sı “Instagram” cevabını verdi.
Matruşka modelimiz tam bu esnada devreye giriyor işte.
Çok yakın bir dönemde Instagram’dan sıkılan gençliğe yepyeni bir oyuncak daha
sunulacak. Bunun adı Pinterest olabilir, Snapchat olabilir, Tinder olabilir.
Ya da bugüne kadar hiç duymadığımız yepyeni bir uygulama…
Ve biz bütün bunların peşine maalesef sihirli bir
kelime ile düşeriz.
“Herkes”
Ama herkesin bir hesabı var!
Ama herkesin bir oynadığı oyun var!
Ama herkes öyle giyiniyor!
Ama herkes kullanıyor!
Moda; ama
herkes giyiyor, bak çok yakışıyor zaten, ben neden giyinmeyim?
Sosyal Medya; ama herkes kullanıyor, ben neden kullanmayayım?
Online Oyunlar; ama
herkes oynuyor, ben de oynasam ne olacak ki?
Selfie; ama herkes çekiyor, ben neden çekmeyim?
Yani…
“Niyet ettim Allah rızası için koyun olmaya, uydum hazır olan kalabalığa”
Gençlerin
bu “herkes” virüsüne karşı bir “alternatif tepki modeli” geliştirmeleri
gerekiyor. Farklı olmanın özel olduğunu ve farkında olarak özel kılındıklarını
anladıklarında sanal dünyayı çok daha güzel işler için kullanacaklarına
kesinlikle inanıyorum ben.
Kitabınızda “yeni nesil virüsü” diye bir tanımınız var, nedir bu yeni nesil virüsleri, bunların etkisinden nasıl kurtulunur?
Sanal dünya tıpkı korona
virüsü gibi bu çağa özgü yeni nesil virüsler üretmeye ve bulaştırmaya başladı.
Bu virüslerin en büyük tehlikesi ise onları virüs olarak görmememiz!
Şüphecilik virüsü
“Bu devirde babana bile güvenme!”
Bu iğrenç söz bir nesli mahvetmeye yetmişti maalesef.
Modern çağ, şüpheciliği empoze eder, bir bir atar tohumlarını hayatlarımıza.
Atılan bu tohumlarla şüpheciliğimiz arttıkça, birbirimize duyduğumuz güven
azalıyor, azalan güven duygusu da beraberinde yalnızlığı getiriyor. Ardından
ruh sağlığımız, sosyal hayatımız ve toplumsal ilişkilerimizin hepsi yitip
gidiyor. Muhabbet edemeyen, birbirine güvenmeyen bir topluluk yaratılmaya
çalışılıyor.
Korku Virüsü
İnsanlar korktukça kendilerini kirletecek işlere
bulaşıyor ve kendi kendilerini küçültüp silinip gidiyorlar; çünkü kalplerimizi
çevreleyen korkularımız mantığımızın önüne geçiyor. Güven duygumuzu kaybedip
yalnızlaştıktan sonra bir de korkularımızın etkisiyle ‘öğrenilmiş çaresizlikler’
girdabında sürüklenip gidiyoruz.
-
Fotoğraf paylaştım, beğenirler mi?
-
Marka giyinemedim, beğenirler mi?
-
Bu videoyu beğenirler mi?
-
Ya kötü yorumlar gelirse?
-
Şimdi bunları yazsam, acaba linç yer miyim?
Tüm bu endişe ve korkularla
gittikçe acımasızlaşıyor insanoğlu.
Şehvet Virüsü
Bir şeye karşı hissedilen aşırı istek ve arzuya şehvet
denir. İçinde bulunduğumuz çağ da şehvetin yüceltildiği, yani heva ve
heveslerimizin artırılmaya çalışıldığı bir çağ. Nefsiyle, arzuları için
yaşayanların çağı…
Ve şehvet, gençlerin bu çağdaki en büyük imtihanının adı!
Çocuklar bile daha okuma yazmayı öğrenmeden bu
“şehvet” denilen virüsle tanışıyorlar. Birçok çizgi filmde hiç de iyi niyetli
olmayan kurgular, çizimler bunun için yapılıyor.
Peki
bu virüslerden nasıl korunacağız?
K.P.S.S. ile…
Ama
bu öyle masa başında dirsek çürütülen, “Devlete kapağı atarsak yırttık!” diye
didinilen KPSS değil!
Kur’ân-ı
Kerîm… İkra,
oku… Ama okuma ile seslendirmeyi birbirinden ayırmalıyız. Bu kusursuz kitabı
sadece seslendirmemiz hayatımızda bir değişiklik sağlamaz. Onu hakkı ile okumamız
hayatımızı değiştirir. Acilen bunu anlamak zorundayız.
Peygamber
(s.a.v.)… Benim
başıma gelen bu olay onun başına gelse ne yapardı? Şimdi bugünün dünyasında
olsa Efendimiz(s.a.v.) nasıl yaşardı? Nelere dikkat ederdi, nelerden sakınırdı?
İşte bu ve bunun gibi “gerçek” sorular bize onu çok daha iyi anlamamıza ve
tanımamıza kapı aralayacak.
Sohbet… Instagram canlı
yayınları, Zoom sohbetleri, Facebook, Youtube… Bunların hiçbiri bizim sohbet
kültürümüzün yerini almamalı; çünkü biz sohbet medeniyetinin çocuklarıyız. Sohbet;
birlikte hissetmektir, beraber beslenmektir. Midemizi beslediğimiz gibi
ruhumuzu da beslemeliyiz ve ruhumuz sohbet ile beslenir.
Sadık
dost… Yaslanacak bir duvarın yoksa çağın çığlarının altında
ezilirsin? Saldırıları bertaraf edecek kardeşlerimiz olmalı.
Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları her daim
kulaklarımızda çınlamalı:
O yüz ki her hattı tevhid kaleminden bir satır,
O yüz ki göz değince yalnız Allah’ı hatırlatır.
Yeni ve eski nesil tüm
virüslerden bizi koruyacak yegâne formül bu bence.
Semiha Kavak
Yeni Şafak Pazar
https://www.yenisafak.com/hayat/seyfullah-senel-cep-telefonu-gencler-icin-agri-kesici-gibi-3675313?fbclid=IwAR3Fw9VFk8YeeXpMDd25TZcQuyW5Wc8cOS728mxE3AY_4i7WDdEzlouK-vM
25 Temmuz 2021 Pazar
16 Haziran 2021 Çarşamba
13 Haziran 2021 Pazar
ÖMER TÜRKER'LE SÖYLEŞİ
Semiha Kavak: Ketebe yayınlarından
çıkardığınız üç ciltlik ‘Metafizik’ adlı ansiklopedik eserden biraz bahseder
misiniz? Bu eserin hazırlanma süreci nasıl oldu, kimler eserde katkıda bulundu?
Ömer Türker: Metafizik kitabı, aslında İslam
Düşüncesinde Teoriler başlığını taşıyan büyük ve uzun erimli bir projenin ilk
adımını oluşturuyor. Bu proje fikir ilk olarak benim zihnimde İslam düşünce
geleneğine yönelik çalışmalarımızın geldiği noktayı belirleyebilmek, güçlü ve
zayıf yanlarını görebilmek, fikrî çeşitliliğini açığa çıkarmak ve bu alana dair
ilmî çalışmaları genel okuyucunun kolay ulaşabileceği bir anlatıya kavuşturmak
amacına matuf olarak belirdi. Belirli bir kavram ve önerme örgüsünü
oluşturabileceğimiz bütün görüşleri, bir teori olarak yazmamız gerektiğini
düşündüm. Bu amaçla önce bir teori anlatısının temel çerçevesini oluşturan
başlıkları belirledim. Ayrıca metafizik alanda üretilen teorileri ihtiva eden
bir liste hazırladım. Bir çerçeve oluştuktan sonra İstanbul’da çeşitli
üniversitelerde İslam Felsefesi, Kelam ve Tasavvuf bilim dallarında görevli
İbrahim Halil Üçer, Eşref Altaş, Ercan Alkan, Hayrettin Nebi Güdekli, Mehmet
Zahit Tiryaki, Abuzer Dişkaya, Mehmet Özturan ve başka hocaların da bulunduğu
geniş bir akademik ekiple fikir, çerçeve ve teoriler listesi hakkında bir istişare
toplantısı yaptık. Proje fikri, çerçevesi ve teoriler listesinde mutabık
kaldık. Benim hazırladığım ilk çerçevede her teori anlatısında giriş, teorinin
çözmeye çalıştığı sorun, teorinin temel iddiası, teorinin temel kavram ve
önermeleri, teorinin tarihsel seyri ve sonuç başlıkları yer alıyordu.
Hatırladığım kadarıyla Eşref Altaş hocanın önerisiyle her teoriye bir giriş
kartı ekleme kararı aldık. Aslında benim zihnimde teorilerin bu çerçeveye göre
anlatılmasının yanı sıra her teorinin en iyi anlatıldığı klasik metninler
seçkisi çevirisi de vardı. Toplantıda da arkadaşlarla hem teori yazılarının
hazırlanması hem de uygun klasik metinlerin belirlenip tercüme edilmesi kararı
aldık fakat teorilerin hazırlanması sürecindeki yoğunluk metinlerin tercümesi
işini takip etmeye fırsat vermedi. Toplantıda karar kıldığımız çerçeveye uygun
uzun ve kısa model yazıların hazırlanması gerektiğinden ben kitapta “halk
teorisi” ve “özel kabiliyetler teorisi” başlığını taşıyan teorileri, yazar
arkadaşların elinde ortak bir model olması amacıyla kaleme aldım. Kitapta ekol
yazılarında teori yazılarından farklı bir çerçeve olduğu görülecektir. Aslında
başlangıçta ekol yazılarıyla ilgili farklı bir çerçeve tasarlamamıştık. Fakat Abuzer
Dişkaya hocanın kaleme aldığı Hikmet-i Müteâliye yazısını tashih ederken böyle
bir eksiklik olduğunun farkına vardım ve bu yazıyı ekol yazıları için model
olacak şekilde düzenledim.
Bu çalışma, oldukça kapsamlı
olduğundan felsefe, kelam ve tasavvuf alanından adını bir çırpıda sayamayacağım
pek çok hocanın özverili katkısıyla uzun sürede tamamlanabildi. Biraz önce adını zikrettiğim hocaların yanı
sıra Ekrem Demirli, Halil İbrahim Bulut, Muhammed Bedirhan, Ercan Alkan, Nedim
Tan, Hacı Bayram Başer, Abdürrezzak Tek, Orhan Şener Koloğlu, Ulvi Murat
Kılavuz, Murat Kaş, Hulusi Aslan, Yunus Cengiz, Osman Demir, Hülya Alper,
Hatice Arpaguş, Hasan Akkanat, Zübeyir Bulut, Fatma Turgay, Hasan Akkanat,
Burak Şaman, Ahmet Kamil Cihan, Mehmet Bulğen, Yasin Ramazan Başaran, Hüseyin
Maraz, Muhammed Ali Koca, M. Mustafa Çakmaklıoğlu, Orhan Musakhanov, Seyithan
Can, Muammer İskenderoğlu ve Ali İhsan Kılıç gibi yurt içinde muhtelif
üniversitelerde görevli pek çok akademisyenin özverili katkılarıyla tamamlandı.
Katkıların yoğunluğu nispetinde de editöryal işleri zaman aldı. Kitabın
hazırlık sürecinde asistanlığımı doktora öğrencim Hatice Bozkuş yaptı. Nihayet
dört yıllık bir çalışmanın ardından kitap kisve-i taba büründü.
Sizce bu eser hangi eksikleri giderecek?
Ömer Türker: Bu çalışmanın esas itibariyle üç
hedefi var. Birincisi, İslam düşünce mirasının gücü ve zaaflarını
belirginleştirmektir. Düşünce tarihimizde çeşitli alanlarda ileri sürülen
görüşlerin bu kitaptaki teoriler formatında kaleme alınması, bu görüşlerin
hangi sorunları çözmek amacıyla geliştirildiğini ve ne ölçüde başarılı olduğunu
görmeye imkân veriyor. İkincisi, bizim şimdiye kadar yaptığımız çalışmalarda
geldiğimiz noktayı belirginleştirmektir. Hem ekol hem de teori yazılarında
izlenen çerçeve tuhaf şekilde görüşlerin bildiğimiz ve bilmediğimiz yönlerini
açığa çıkarıyor. Bazen bilindiği düşünülen bir görüşün aslında hiç de dakik bir
şekilde bilinmediği anlaşılıyor. Ayrıca görüşlerin birbirinden hangi noktalarda
farklılaştığı belirginleşiyor ve tam olarak neyi önerdiği açıklığa kavuşuyor.
Bu bakımdan yazılarda izlenen çerçeve teorilere dair çalışmalarımız arttıkça
genişletilebilir ve yenilebilir bir anlatım imkânı sunuyor. Üçüncüsü ise İslam
düşünce tarihine yönelik akademik birikimin her kesimden genel okuyucu için
ulaşılabilir hale getirilmesidir. Okuyucular bir ekol veya teori yazısını
okuduklarında onun hakkında sistemli bir kavrayışa ulaştıklarını hemen fark
edeceklerdir. Okudukları teorinin kavramları ve temel önermeleri hakkında
sistemli şekilde düşünmeye başlayacaklardır. Bu durumun, hem İslam düşünce
mirasına yönelik ilgiyi yaygınlaştırması ve derinleştirmesini hem de muhtelif
alanlarında çalışan arkadaşlara bu mirası kendi alanlarıyla irtibatlandırma
imkânı vermesini umuyorum.
Bundan sonra, bu doğrultuda özel eserleriniz olacak mı?
Bu çalışma, İslam düşünce
mirasının bilgi, doğa, ahlâk, siyaset gibi bütün alanlarını kuşatan büyük bir
projenin ilk kitabıydı. Bundan sonra ilk olarak bilgi teorilerini, ardından da doğa
teorilerini hazırlayacağız. Fakat bu uzun zamanda ve pek çok bilim insanının
katılımıyla tamamlanabilecek bir proje.
Semiha Kavak: Düşünce tarihi içerisinde
metafizik düşüncenin yeri nedir? Neler metafiziğin ilgi alanlarının içine girer?
Ömer Türker: Metafizik, klasik dönemde insanın
kendisini ve varlığı anlama çabasının son aşamasını ifade eder. Bu sebeple bir
kimsenin hakiki anlamda “filozof” olarak adlandırılmasını sağlayan bilgiler
kümesi olarak değerlendirilir. Metafiziğin iki ana kısmı vardır. İlki,
“el-umûru’l-âmme” veya ontoloji denilen kısımdır. Bu kısım, varlık, mevcut,
imkân-zorunluluk, sebep-sonuç, tümel-tikel ve var oluşun kategorileri gibi
insanî düşünceyi kuran meseleleri inceler. İkincisi ise el-ilmü’l-ilahî veya
teoloji denilen kısımdır. Metafiziğin en gözde bölümü sayılan bu kısım ise
Tanrı’nın zâtı, sıfatları ve âlemle ilişkisini inceler. Bunların yanı sıra
metafiziğin, fizik, matematik, ahlâk ve siyaset gibi bilimlerin
araştırmalarında kullandığı genel ilkeleri temellendirme işlevi de vardır.
Bütün bunlar dikkate alındığında metafiziğin insanın varlığa dair bilgisini hem
temellendiren hem de bütünleyen bir araştırma alanı olduğu söylenebilir.
Semiha Kavak: Metafizik bir ilim dalı mıdır?
Eğer öyleyse bunun ilmi dayanakları nelerdir?
Ömer Türker: Evet metafizik, modern döneme gelinceye kadar bilimler hiyerarşinin zirvesinde bulunmuş, fizik ve matematik bilimlerden sonra tahsil edilen en üstün ilim kabul edilmiştir. Bu sebeple metafiziğe bilimlerin bilimi, hakiki hikmet, hakiki bilim ve küllî bilim gibi isimler de verilmiştir. Metafiziğin bilim olmasının dayanakları doğrusu uzun açıklamayı gerektirir fakat kısa bir cevabı şudur: İnsanın varlığa dair apaçık idraki, varlığın araştırma konusu haline getirilmesini mümkün ve meşru kılar. Diğer deyişle varlığın bilimi olarak metafizik, temelini insanın varlığı ve onun imkân, zorunlu, sebep, sonuç gibi temel hususiyetlerinin bedîhî olarak kavramasında bulur.
Semiha Kavak: İslam düşüncesi çerçevesinde metafizik düşünce nereye oturuyor?
Ömer Türker: İslam düşüncesinde de metafizik
genel olarak bilimlerin zirvesinde bulunur. Fakat bunun adı felsefe geleneğinde
metafizik, dinî bilimler geleneğinde kelâm veya tasavvuftur.
Semiha Kavak: İslam’ın kendine ait olan ve
diğerlerinden ayrılan metafizik alanı var mı?
Ömer Türker: İslam düşüncesinde metafizik
kelimesiyle ifade edebileceğimiz üç farklı ilahiyat vardır: Kelam, tasavvuf ve
felsefe. Kelam ve tasavvuf, önceki dönemlerin etkisini taşımakla birlikte
kuruluşu İslam döneminde gerçekleşen ve temelde Hz. Peygamber’in temsil ettiği
hakikat bilgisine onun tebliğ ettiği vahiy “esas alınarak” nasıl ulaşılabilir
sorusuna cevap vermeye çalışan küllî disiplinlerdir. Felsefe ise kadim bilimler
külliyatının Arapçaya tercümesiyle İslam düşüncesinin bir parçası haline
gelmiştir. Bu külliyat içinde metafizik bütün bilimlerin zirvesinde kabul
ediliyordu ve İslam döneminde de bu konumunu sürdürmüştür. İslam filozofları
varlık-mahiyet ve zorunlu-mümkün gibi metafizik düşünceyi bir bütün olarak
etkileyen görüşlerle ontoloji ve teolojiyi yeniden inşa etmişlerdir.
Semiha Kavak: İslam düşüncesinin Batı felsefesi ve Batı metafiziğiyle buluşmasıyla bozulma dönemine girdiğini öne sürenler var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ömer Türker: Klasik İslam düşüncesi Batı’yla
karşılaşma düşüncesinde bozulmadı, sadece önceki açıklama gücünü yitirdi, eski
işlevlerinin çoğunu yapamaz hale geldi. İslam dünyasında Batı’yla karşılaşma
tecrübesi, henüz klasik düşüncenin yeni bir yorumunu doğurmuş sayılmaz. Bu
sebeple bir bozulmadan bahsetmek isabetli değil. Evet, bilhassa tefsir ve hadis
alanında buna yönelik bir takım teşebbüsler olsa da bu teşebbüsler, henüz
tamamlanmamış yorumlama çabalarıdır. Fakat Batı’yla karşılaşma, süreç içinde İslam
düşüncesi algımızı, kaynak anlayışımızı ve ehem-mühim sıralamamızı etkileyerek
bu düşünceyi gözümüzde önemsizleştirdi. Bizim yaptığımız çalışmaların çoğu, bu
düşünceyi yaşadığımız dönemin ilgileriyle yeni kavramayı amaçlamaktadır.
YENİ ŞAFAK Pazar