31 Mayıs 2020 Pazar

YENİ ŞAFAK Pazar - Söyleşi


Dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs salgını insanlığın geleceğini yeni değerler üzerinde kurmayı gündeme getireceğe benziyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu durum hem geçmiş ve günü gözden geçirmeyi, hem de geleceği sağlam zeminler üzerinde kurmayı zorunlu kılacak. AÜ İlâhiyat Fakültesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. İlhami Güler içinde bulunduğumuz süreçten yola çıkarak, yaşadıklarımızdan çıkaracağımız dersler ve üzerimize düşen görevler, dünya nereye gidiyor, gelecek tasavvurumuz ne olmalı? gibi çeşitli sorularımızı cevaplandırdı.

Semiha Kavak: Bir cümleniz şöyle başlıyor; “Dindarların Rüşd ve Hikmet sorunu, dinsizlerin ve diğerlerinin de İstikamet ve Hidayet sorunu vardır. Her iki kesim de genellikle sorunlarını göremezler.” Yaşadığımız koronavirüs salgınını dikkate alırsak sizce bu iki grubun bu pandemide göremedikleri nelerdir?

İlhami Güler: Türkçede güzel bir söz vardır:  “El (yabancı) ile gelen kara gün, düğün-bayramdır.” Bu söz, insanların felaket günlerinde dayanışmasını, zorluğu aşmak için işbirliğini, birbirine yardımını, düşmanlıkları, kırgınlıkları atmayı, affetmeyi, yeniden başlamayı, el ele vermeyi… ima eder. İnsan olmanın zayıflığının doğurduğu insiyaki bir birleşme duygusudur. Ülkemizde oluşan kimlik ayrışmasını Corona pandemisi ortadan kaldıramadı. İnsan olma kapasitemiz(medenilik) açısından çok hayal kırıcı bir durum.

Semiha Kavak: Küresel bir etki oluşturan bulaşıcı hastalıkların, öldürücü virüslerin nedenleriyle ilgili teolojik bir bağ kurulabilir mi? Bu konuda insani ve İslami yaklaşım nasıl olmalı?

İlhami Güler: Bu tip pandemiler, insanlık tarihi kadar eskidir. Bunları Tanrı’nın “tetiklemesi” veya insanların günahkârlığından mütevellit Tanrı’nın insanlara “saldığı” bir ceza olarak görmek İslam(Kur’an) açısından anlamsızdır. Bunlar(virüsler) deprem, sakat doğumlar, kuraklık, kıtlık, gibi Ekosistemin “yapısal” unsurları. Yani Dünya/hayat dizayn edilirken insanın “deneneceği” düşünülerek/öngörülerek (Fitne-Bela-İmtihan) acı, ızdırap, zorluk, sıkıntı, zarar, mihnet, meşakkat (şerr/kötülük) ve nimetler, mal, enginlik, refah, haz, mutluluk, neşe… birlikte yaratılmıştır.(90/4,21/35, 2/155-56) Denenmede insandan beklenen sorumluluk, nimetlere şükretmesi; zorluklar karşısında da onları azaltmaya-aşmaya çalışırken isyan etmeyip sabretmesidir (direnç/direniş). Zorluklar ile kolaylıklar birlikte ve iç içedir (95/5-6). İnsanların, ahlaken yanlış icraatlar yaparak (kubuh) Allah’ın kurmuş olduğu ekolojik dengeyi bozmaları (fesat=İklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, temiz su kaynaklarının kirletilmesi, GDO…vs) ayrı bir kötülük kaynağıdır(30/41,2/205). Allah, bu dengenin bozulmamasını tavsiye etmiştir(55/7). Virüslerin yaşam dünyası, hayvanlar alemi olduğu halde; onların insanlığa bulaşması, insanlar aracılığı ile olmaktadır.

HALKA HİZMET, HAKKA HİZMETTİR

Semiha Kavak: Koronavirüs salgını her şeye hazırlıklı olduğunu sandığımız ABD ve Avrupa'yı perişan etti. Bundan çok büyük yaralar alacağı düşünülen Türkiye'de ise başarılı bir mücadele var ve üstelik bu ülkelerin yanısıra dünyanın birçok ülkesine yardım ediyoruz. Buradan baktığımızda Türkiye'yi gelecek adına, insanlık adına ümitvar görebilir miyiz?

İlhami Güler: Anadolu’nun bin yıldan fazla olan Müslüman kimliği, sağlığı “ticari” bir unsur görme yerine; onu halka” hizmet” olarak görmüştür. (Halka hizmet, Hakka hizmettir.) Dünyaya yaptığı yardımlar da, yine bu merhametin/rahmetin neticesidir. Medeniyet, salt teknoloji ve maharet değil; vicdan ve merhamettir. Birinci tür uygarlık anlayışı, bu pandemi günlerinde görüldüğü gibi, sınıfta kalmıştır.

Semiha Kavak: Devletlerin yetkililerinden sıkça duyduğumuz bir söz var: "Koronavirüs sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" Bu söz size neyi çağrıştırıyor, yeni dönemde sizce neler değişecek?

İlhami Güler: Çok güzel bir ata sözü vardır: “Her musibet, bir nasihattir; ne musibet tükenir, ne de nasihat.” Ben, fazla bir şeylerin değişebileceğine inanmıyorum. Tanrı’nın ölümünden (Nietzsche), tutulmasından (M:Buber), göçüp gitmesinden (Hölderlin), unutulmasından (Kur’an) sonra Avrupa’nın öncülüğünde gezegenimizin topoğrafyası yani altyapı/endüstri devrimi ve üstyapı/aydınlanma-pozitivizm olarak oldukça değişti.  Tanrı’nın evinden(Tabiat-Ekosistem) kendi ellerimizle icat ettiğimiz yeni bir eve taşındık(Teknoloji): “Tanrı, merkebi yaratmıştı; Almanlar Mercedes’i.” Buna uygun ekonomik sistem(Kapitalizm) ve siyasal sistem(Ulus-Devlet) geliştirildi. Tanrı’nın rahmeti-inayeti, lütfu, rızkı, inamı, ihsanı… olan(Ayât) bir dünyadan ipekböceği kozasının aynısı (Heidegger’in kavramsallaştırması ile “Ge-stell”=çepeçevre kuşatan) olan kendi ellerimizle icat ettiğimiz evlere(Tecno-city) taşındık. Doğaya dönemediğimiz sürece de Tanrı’ya(dine) dönemeyeceğiz. Hıristıyanlığın Tanrı’yı ve  Ruhu yanlış kavramsallaştırmasının bedelini, Tanrı’yı ve Ruhumuzu kaybederek ödüyoruz (Modernite-Postmodernite).

Semiha Kavak: Dünya din adına ortaya çıkan birçok Batıl inançların işgali altında. Bu tablo karşısında kimi felsefeciler dinin öneminin tamamen azalacağını iddia ediyorlar. Sizce gelecekte dinin toplumda etkisi ne olacak? Din adına şanslı olabilecek şey var mı, varsa nedir?

İlhami Güler: Din(iman-ahlak), doğanın/ayetlerin içinde yaşarken insanın tedebbür, tefekkür, tezekkür, taakkul, tafakkuh etmesi ve ibret alması ile mümkün olmuştur. Hak dinin(İbrahimi Monoteizm=Yahudilik-Hıristıyanlık ve İslam) ve batıl/insani dinilerin(Hinduizm-Budizm) doğuş zemini buydu. Şimdi bu zemin “Teknoloji” tarafından örtüldü. Gelecekte sahici anlamda bir imanın ve ahlakın(dinin) doğabilmesinin koşulu, insanın tekrar doğaya dönebilmesine ve bahsetmiş olduğumuz “düşünme”yi başlatmasına bağlıdır. İnsan, Kur’an’ın vurguladığı gibi elleri ile kazandığının “rehin”i olmuştur. Yani tutuklanmıştır(74/38,52/21).

ŞÜKREDEN AHLAKİ DÜŞÜNMEYİ BAŞLATMA

Semiha Kavak: Müslümanlar, günümüz penceresinden dünyanın gidişatını nasıl okumalı, üzerlerine düşen görevler nelerdir?

İlhami Güler: Müslümanlar, ilahi dinin tahrif edilmemiş kaynağına(Kur’an’a) sahipler. Bu, insanlık için büyük bir şans. Ancak Müslümanların içinde bulunduğu ahlaki teolojik durum, şu ayetin tasvir ettiği Kitap Ehli(Yahudiler ve Hıristiyanlar) ile aynı durumdadır: “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen haktan/hakikatten dolayı kalplerinin ürpermesi zamanı gelmedi mi? Onlar, kendilerinden önce kitap verilenler(Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaştı ve çoğu da fasık kimselerdir.”(57/16) Yani Müslümanların üzerinden de uzun zaman(1400 sene) geçince, onlar da, kendilerinden öncekiler ile aynı duruma düştüler. Doğaya dönmeyi ve Kur’an’ın tavsiyelerine (başta şükreden ahlaki düşünmeyi başlatma) uymayı kabul ederlerse, insanlığa hidayet rehberi olabilirler. Kastettiğim düşünme, meraktan doğan Felsefi ve Bilimsel düşünme değil. Onun sayesinde bu duruma geldik.(“Bilim düşünmez; bilim hesap eder.” Heidegger). Kastettiğim düşünme Kur’an’ın öğütlediği hayretten doğan şükreden düşünme.

Semiha Kavak: İlk kez bir Ramazan’ı, camisiz, teravisiz, bayram namazsız geçirdik. Geçmişte namazla birlikte akrabalarla, büyüklerimizle bayramlaşmalarımız başlardı. Bu ramazan bayramını bambaşka bir  atmosfer içerisinde idrak ettik, önümüzde kurban bayramı var. İçinde bulunulan durum dikkate alınarak dini bayramlarımızda, bayramın ruhuna uygun neler yapabiliriz?

İlhami Güler: İslam dini(Kur’an), insanlık tarihinde ilk defa mabet ve din adamı zorunlu olmadan Tanrı’ya ibadet edilebileceği devrimini yapmıştır. Din adamı zorunlu değildir. Mabetsiz de ibadet yapılabilir (“Yeryüzü mescittir.” Hadis). “Onlar, ayaktayken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünürler ve : “Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın, seni tenzih ederiz, bizi azaptan koru.” diye dua ederler.”(3/191). Alın size Corona günleri için bir ibadet biçimi.

HER ŞEY KENDİ DÜZLEMİNDE GERÇEK ANLAMINI BULUR

Semiha Kavak: İlahi ve batıl dinlerin toplamı üzerinden baktığımızda yeryüzünde din denilen çok sayıda olgu var. Bunların ağına takılmamak ve tevhidî dine ulaşmak için üzerimize düşen görevler nedir?

İlhami Güler: Mevcut kutsal kitapları tek tek incelediğimizde veya Kur’an’dan Peygamberlerin tümünün çağrısının ortak paydasına baktığımızda gördüğümüz şey, insanların içinde doğmuş oldukları tarih-toplum ve kültüre taklit(dogmatik) yolu ile teslim olmadan, vicdanları ile bu yapıları sorgulayarak, başkalarının sözlerini dinleyerek bir hakikate varma çabası göstermeleridir. Evrensel kurtuluşun iki koşulu olduğuna inanıyorum: “-Hasbi(samimi) olmak. 2-Muhasibi(eleştirel-critical olmak). Bu iki koşulu gerçekleştirdikten sonra velev ki hakikat bulunmamış olsun, Tanrı’nın, insana bir şey diyemeyeceğine inanıyorum: “Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.” (7/156,40/7)

Semiha Kavak: Genel tabloya bakıldığında deizm dinlere tepkiselliğin odağı gözüküyor. Bu sizce çağın kaderi mi? “Ateizm olacağına deizm olsun” diyenlerle ilgili neler demek istersiniz?

İlhami Güler: Deizm, vaktiyle Hıristıyanlığın/Kilisenin çürümüşlüğüne bir tepki olarak doğmuştu. Şimdi de Türkiye’de ve İslam dünyasında mevcut Şii-Sünni-Selefi-Tasavvufi mezhepsel/teolojik çürümüşlüğe bir tepki olarak gelişmektedir. “Allah’ı gereği gibi takdir edememek” (6/91,22/74) ten doğmuş bir sonuçtur. Allah’ın insanlıkla olan ahlaki ilişkisini ikna edici bir dil ile insanlığa anlatacak bir yeni yoruma ihtiyaç vardır. Eş’ariliğin tasvir ettiği “Hikmetinden sual olunmayan”  Kadir-i mutlak, Alim-i mutlak ve Mürid-i mutlak(Kaderci) Sünni tasavvur  artık kitleleri tatmin etmemektedir.

Semiha Kavak: Dünyanın bugünkü durumuna baktığımızda dinin geleceği açısından  güzele yönelik neler söylenebilir?

İlhami Güler: Sünnetullah” dediğimiz ve Allah ile insanlığın arasındaki ahlaki ilişkiyi değişmez(35/43,48/23) ahlaki yasalara bağlayan ve ilk adımı da insana bırakan (Kör, Allah’a nasıl bakarsa; Allah da, köre öyle bakar.) sisteme göre, insan Allah’a dönmedikçe, Allah da kendini insanın gözüne sokmayacaktır. Tanrı hakkında “Tutulma”, “Göçüp-gitme” “Öldürme”, “Unutma”… insanın tutumlarıdır. İnsan, bu nankörlükten vazgeçip ona yöneldiğinde, “O, şahdamarımızdan bize daha yakındır.” (50/16)

Semiha Kavak: Son olarak: İnsanlığın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

İlhami Güler: Hiç iyi görmüyorum. Batı’nın son üç yüz yıldır gezegenimizi ve insanlığı içine soktuğu cendere (sekülerizm/nerden gelip nere gittiğini bilememe, sınırsız üretim-sınırsız tüketim/kapitalizm, güç istenci, teknolojik kapatılma, pozitivizm, Ruh’un Zekâya dönüşmesi, Post-insan veya robotlar çağı(Homo Deus), postmodernizm/nihilizm…) devam ediyor ve bir yere toslamadan da durma(vukufiyet) ve geri dönme(tövbe) pek mümkün görünmüyor. Yine de klasik duayı tekrar edelim: “Allah, sonumuzu hayreylesin.”

Aruoba Anısına...



gece karardı her ölüm çatlak açar- çekildi sular Semiha Kavak - JİSEİ

28 Mayıs 2020 Perşembe

27 Mayıs 2020 Çarşamba

21 Mayıs 2020 Perşembe

SPİNOZA VE YAHUDİ İNANCINDA DEPREM ETKİSİ




TEOLOJİK - POLİTİK İNCELEME


Antik çağdan günümüze felsefe önemli aşamalar kat etti. Eski Yunan’da bireysel bir düşünce ürünü olarak ortaya çıkan felsefeye ait konular zamanla sistemleşerek, bir düşünce sistematiğine, bir forma dönüştü.
Felsefe, düşüncede özgürlüğü geliştirdikçe düşünceye sınır koyan çeşitli tabular da adım adım yıkıldı. Antik Yunan denince ilk akla gelen isimler elbette Aristo ve Platon’dur. Tüm felsefe tarihini etkileyen Aristo ve Platon’un düşünceleri sonraki yüzyıllarda da etkisini sürdürmüş, oluşturdukları tartışma atmosferiyle özgür düşüncenin önünü açmışlardır.

Felsefi tartışmaların yaygınlaşması yeni çağların doğmasına önemli etken olmuş ve geleceğe damgasını vuran Rönesans bu kaynaktan beslenmiştir.
Rönesans dönemi düşünürleri önceki dönem filozofların düşüncelerinden son derece etkilenmiş, bu doğrultuda yeni düşünceler ileri sürmüşlerdir.
15. yüzyılda İtalya’da başlayan ve kısa sürede Avrupa’nın tümüne yayılan bu aydınlanma dönemi Dünya’nın bilim, sanat, arkeoloji, tarih, edebiyat, kültür ve daha birçok alanda geliştiği bir dönem oldu.
Bu dönem aynı zamanda dini konularda da farklı görüşlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Kilisenin gücünün azalmasının yanı sıra Hıristiyanlıkta yeni mezhepler doğdu, din konusu ilahi anlatımların dışında akıl yoluyla anlaşılmaya, sorgulanmaya başlandı, süreç içerisinde de inançtan bağımsız felsefi görüşler, farklı düşünceler ortaya çıktı.

Rönesansın ardından gelen yüzyıllarda bu etki daha belirgin hale geldi. Artık kilisenin dayatmalarına, dogmatik düşüncelere açıktan cephe alınabiliyor, tabu denilen konular tartışılır hale geliyordu. Bilimin ilerlemesi Tanrı, İnsan ve Evren konusunun yeni düşünsel boyutlarda ele alınmasını gerektirdi. 17.yüzyıla gelindiğinde artık her şey daha çok somutlaştı ve akla dayalı düşünceler dogmatik düşüncelerin yerini alır hale geldi.

Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha oturmamış, bir arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefeyken, 17. yüzyıl felsefesi Rönesans'ın sağladığı birikimi derleyip toparlayarak, bundan birliği, bütünlüğü olan genel bir düşünce geliştirdi. Bilimin gelişmesine paralel olarak fizik ve matematik alanında önemli mesafeler kat edilmesi aynı zamanda evrenin niteliği, Tanrı, ruh, insan vb gibi konular felsefenin öznesi oldu. Tartışmalar ise matematik ve fizik konuları etrafında ele alınmaya başlandı.

17. yüzyıl felsefesinin başlatıcısı Descartes'tır (1596-1650). Descartes, felsefenin sorunlarını sistematik hale getirmiş ve soruları akla, fenne dayalı felsefi boyutuyla cevaplamaya çalışmıştır. Görüşlerini geometrik argümanlarla açıklama yolunu seçerek, aritmetiğin yöntemini geometriye uygulamakla analitik geometrinin kurucusu olmuştur. Ona göre, felsefe ile doğru bilgiye ulaşmak amaçlanıyorsa, analitik geometri ile matematik ve fiziğin yöntemi kullanılmalıdır.
Descartes, modern düşüncede sadece rasyonalizmin öncü ismi olarak anılmamakta, aynı zamanda modern düşüncenin kurucu isimlerinden birisi olarak değerlendirilmektedir. Felsefenin ilgisi dahilindeki temel konulara kendi yöntemini uygulayarak, düşüncelerini bir metod üzerinden anlatmıştır. Bu nedenle, onun sorunlara akli cevaplar arayış yöntemi Metodik şüphe diye adlandırılan yeni bir yöntem olmuştur.

Descartes şüpheyi doğru bilgiye ulaşmada bir araç olarak kullanmış ve şüpheler üzerinden doğru bilgiye ulaşmayı amaç edinmiştir. Olguların bilgisini vermede duyuların etkin rol oynadığını, bunun yanılmaya yol açacağını, bu nedenle doğru bilgiye şüphe üzerinden gitmenin zorunlu olduğunu ileri sürer. Akıl yürüterek önce kendi varlığını, sonra Tanrının varlığını, sonra genel varoluşu şüpheler üzerinden doğrulama yöntemiyle ortaya koyar. Bütün bunları yapan şeyin düşüncesi olduğundan yola çıkar ve varlığını düşünceye bağlar. “Düşünüyorum o halde varım.” sözünü, araçsız, doğrudan doğruya şüpheyle kavranan kesin bir bilgiye dayandığını anlatmak ister. Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar üzerinde toplanmıştır. Ortaya attığı düşüncelerle 16. yüzyılın son çeyreğinde dikkatleri üzerinde toplayan bir isim olsa da onun asıl etkisi 17. yüzyılda görülür. 17. yüzyılın düşünürlerini derinden etkileyen, Descartes’ten en çok etkilenen isim ise Spinoza’dır.
Spinoza, Yahudi bir aileye mensuptu. Ailesi Portekiz’den engizisyon baskıları nedeniyle Hollanda’ya göç etmişti. Ailesi onu dindar yetiştirmek istiyordu. Ancak görüşleri nedeniyle aforoza uğrar.
Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla (materyalistlik ve Tevrat'ı küçük görmek ile) ve Tanrı hakkındaki görüşleri nedeniyle Spinoza, hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır. Daha sonra da Yahudi cemaatinden kovulur.
Bu gelişmeler üzerine düşüncelerini kitaplaştırır ve “Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme” isimli kitabında görüşlerini ana hatlarıyla ortaya koyar.
Daha sonraki eserinde ise etkisinde kaldığı ünlü düşünür Descartes’i ele aldığı “”Descartes Felsefesi'nin İlkeleri “ isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde Metafizik Düşünceler adlı çalışması yer almaktadır.

1670'te basılan “Teolojik Politik İnceleme” adlı kitabı ise büyük yankı uyandırır. Bu kitapta yazdıklarıyla sadece dini çevrelerin değil, kimi siyasi çevrelerin de tepkisine yol açar.
Spinoza, bu kitabı yazmasındaki amacı, dini çevrelerin kendisi hakkındaki ön yargıları önlemek, kendisini sürekli ateistlikle suçlayanlara gerçek düşüncelerini anlatmak, Kutsal Kitab’ı gerçekçi bir şekilde yorumlamak olarak açıklar; “Felsefecilerin tartışmaları, Kilise’de ve Senato’da en tutkulu bir şekilde ortalığı birbirine katıyor. Şunu da fark ediyordum: Bu tartışmalar ortaya çıkarken, insanları kolayca ayaklanmalara sürükleyecek en acımasız kinler ve anlaşmazlıklar yanında, buraya aktarılması çok uzun olacak sayısız başka belayı da doğuruyordu. Bu nedenle, Kutsal Kitab’ı yeniden dürüst ve özgür bir kafayla ciddi olarak incelemeye ve ondan açıkça çıkarılamayacak hiçbir şeyi ona atfetmemeye ve öğreti olarak kabul etmemeye karar verdim.”
Spinoza, yazdıklarıyla dini, hurafelerden kurtaracağını ve bunun ne derece zor olduğunu şu cümlelerle belirtir. “Dine bağlılık görüntüsü altında insanların kucakladığı şu önyargıların zihne nasıl inatçı bir biçimde kazınmış olduğunu biliyorum. Sonra şunu da biliyorum: Yığınları hurafelerden kurtarmak, korkudan kurtarmak kadar imkansızdır.”

Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme adlı kitabı, dinin vazgeçilmez gördüğü önemli konuların eleştirisine dayanır. Kitapta, peygamberler, vahiy, Yahudilerin seçilmiş halk olup olmadığı, tanrısal yasanın niteliği, dini törenler, mucizeler, gibi konuların yanı sıra Kutsal Kitap'ı oluşturan metinlerin kimler tarafından yazıldığı, din ve özgürlük, devlet ve din/insan ilişkilerini, politik gücün temellerini sorgular. Görüşlerini bir yöntemle açıklayan Spinoza, yöntem olarak aklı kullanır. Kutsal Kitap'ın en yavaş çalışan kafanın bile kolayca anlayabileceği pek basit birkaç dogma öğrettiğini, inancın felsefi spekülasyonla uzaktan yakından ilgisi bulunmadığını, gerçek dinin buyruğunun adaleti ve hemcinsine karşı yardımseverliği uygulamaktan ibaret olduğunu, dolayısıyla Kutsal Kitap'ta aklı mahkum eden ya da ona karşı çıkan hiçbir şey bulunamayacağını ispata çalışır.
Spinoza, Tanrısal hukuku reddeder ve devletin teolojik bağlılıklarının olmaması gerektiğine dikkat çekerek, özgür düşüncenin en iyi devlet ve toplum modelini oluşturabileceğini öne sürer ve özgürlüğün güvence altına alınması gerektiğini anlatır.
Spinoza’nın kitabında konu ettiği ve çeşitli açılardan ele alarak yaptığı din değerlendirmesi genel itibarıyla Musevilikle ilgilidir. Tezlerini, “Kutsal Kitap(Tora)” üzerinden yaptığı yorumlamalarla ortaya koyar, zaman zaman Hıristiyanlığa değinse de bu konuda tahlillere girişmez.
“İsa hakkında bazı Kiliseler'in yaydıkları kanılara, onları reddetmek için bile olsa değinmiyorum. Çünkü içtenlikle itiraf edeyim ki onları anlamıyorum. Yukarıda ileri sürdüklerimi doğrudan Kutsal Kitap'tan çıkarıyorum.”
Spinoza, Tanrının kendi kendinin nedeni olan bir töz/cevher olduğunu, evrenin/doğanın Tanrının varlığına dayalı bir zorunluluk olduğunu, buradan yola çıkarak Tanrıyı anlayabileceğimizi belirtir. Spinoza’ya göre Tanrı tamamen içkindir; dolayısıyla tek bir ilahi sistemin içindeki bağlantılar mantıklı ilişkilerdir. Tüm sistem hakkındaki gerçeği bilerek, kişi bütün parçaların arasındaki bağlantıları anlayabilir. “Tanrı olmazsa hiçbir şey de var olamayacağına ve kavranamayacağına göre, kuşkusuz olan bir şey var: Tabiatta olan her şey, Tanrı kavramını, özü ve mükemmelliği ölçüsünde içerir ve dile getirir. Demek ki tabii şeyleri tanıdıkça, Tanrı hakkındaki bilgimiz de artar ve daha mükemmel olur.” Tanrıyı tabiat üzerinden anlamayı gerekli gören Spinoza, bu nedenle vahye ve Peygamberliğe yüklenen anlamları reddeder. Vahyin zihinsel olduğunu, peygamberlerin zihin yapılarının geniş hayallere açık olduğunu belirtir.
“Peygamberlik yapmak için daha yetkin bir zihne değil, yalnızca daha canlı bir hayal gücüne ihtiyaç var.”
“Peygamberler özel ve sıradışı bir erdeme sahip” oldukları için hayal güçlerinden aldıkları ilhamları topluma anlatıyor,” dine bağlılığı olağanüstü bir kararlılıkla uygulamaya koyuyorlardı. Sonra Tanrı'nın zihnini okuyor, yani kararlarını kavrıyorlardı.”
Tanrı'nın kararlarını ilettiği ölçüde, peygamberlerin hayal gücü de tanrısal zihin diye adlandırılabilir ve onların tanrısal zihne sahip oldukları söylenebilir.”
“Peygamberler Tanrı'nın vahiylerini yalnızca hayal gücünün yardımıyla kavradılar; yani ister gerçek ister hayali olsun, yalnızca sözlerle ya da görüntülerle… Peygamberler tanrısal vahiyleri hayal gücünün yardımıyla kavradıklarına göre, hiç kuşku yok, anlama yeteneğinin sınırları ötesindeki birçok şeyi de kavrayabildiler… Peygamberler hemen hemen her şeyi meseller ve bilmecelerle kavrayıp öğrettiler; ruhsal olan her şeyi de bedensel olarak dile getirdiler. Çünkü bütün bunlar hayal gücünün tabiatına daha uygundur… Kuşkusuz, başkaları gibi, vahyin tanrısal güç uyarınca indiğini söyleyebilirim. Ama boşuna gevezelik etmiş de olurum.”
Çok az insanda Peygamberlerde olduğu düzeyde hayal gücü olduğunu, zamanla onların hayal güçlerinde de bulanıklaşma olduğunu belirten Spinoza, bu nedenle Peygamberlerin sayısının az olduğunu, sık sık Peygamber çıkmadığını belirtir. “Son olarak da, hayal gücünün bulanık ve istikrarsız özelliği yüzünden, peygamberlik peygamberlerde uzun süreli olamıyordu. Sık sık ortaya çıkmak şöyle dursun, çok uzun aralıklarla görülüyordu. Pek az insanda, o da pek ender olarak peygamberliğe rastlanıyordu.”
Peygamberlerin sözlerinin hayal gücüne dayalı olması nedeniyle doğruluğunun kabul edilemeyeceğini belirten Spinoza, dine teslimiyetin akla uygun olmadığını öne sürer.
Spinoza, Yahudilerin Tanrının seçilmişleri olduğu düşüncesinin de Kutsal Kitabın yanlış yorumundan kaynaklandığını belirtir. Ayrıca; Yahudilikteki dini törenlerin de, Yahudilerin seçilmişliğini öne çıkarmak için hahamlar tarafından uydurulduğunu öne sürer, hiçbir ulusun, bir diğerinden üstün olmadığını ifade eder.
“Yahudiler bugün diğer ulusların üstünde kendilerine atfedebilecekleri hiçbir ayrıcalığa sahip değildirler… anlama yeteneği ya da gerçek erdem açısından, hiçbir ulus bir diğerinden farklı olamaz. Öyleyse bu alanda, Tanrı hiçbirini bir başkasına tercih ederek seçmez.”
Spinoza, inancın akılla kavranabileceğini, bunun için ise düşünce özgürlüğünün güvence altına alınmasını gerekli görür. Özgürlüğü, gerçek düşünceye ulaşmak için zorunluluk olarak görür, Tanrının ancak özgür düşünceyle anlaşılabileceğini, ancak bunun düşünmeye yönelik bir özgürlük olduğunu vurgulayarak, insan dahil sonlu olan hiçbir varlığın mutlak özgür olamayacağını, sadece kendini özgür sanabileceğini belirtir.
Ona göre; Özgür olmak bilgiyle mümkündür. Varlığını koruma ve varlığını sürdürme güdüsü kişinin temel hakkı ve güdüsüdür. Bunu yapabilmesi için yetkin ve güçlü olmak zorundadır. Kişi özgürlüğünü ancak devletle sağlayabilir. Devlet yapay bir örgütlenmedir. Devletin amacı bireylerin özgürlüklerini sağlamak ve bireylerin barış içinde ve güvenli şekilde yaşamalarını sağlamaktır. Devletin egemenlik biçimi demokrasi olmalıdır. Demokrasi akla dayalı sözleşmedir.
Spinoza, kitabında, Musevilik inancında önemli bir yeri olan mucize konusunun Yahudiliği yüceltmek için kullanıldığını, mucize inancının akla uygun olmadığına dikkat çeker.
“Mucizeler, Tanrı'nın özünü, varoluşunu ve esirgeyiciliğini anlamamızı sağlamaz. Tam tersine, tabiatın sabit ve değişmez düzeni bunları bize daha iyi kavratır. Tabii nedenleri olsun olmasın; mucize, nedeni gösterilerek açıklanabilecek bir eser değildir. Bir başka deyişle, insanın kavrama yeteneğini aşar. Ama kavrama yeteneğimizi aşan bir eserden ya da genel olarak böyle herhangi bir şeyden yola çıkarsak, hiçbir yere varamayız. Çünkü açık seçik anladığımız şeyi ya kendisi ya da onu kendinden açık seçik anladığımız bir başka şey aracılığıyla tanımış olmamız gerekir.”
“Genelde teologların umurunda olan tek şey, kutsal metinleri saptırmak için en uygun yolu bulmak, böylece ortaya attıkları uydurmaları onlara dayandırmak ve bunları tanrısal otoritenin kanatları altına sokmaktır.”
Kutsal Kitab’ın kaynağının ilahi olmadığını iddia eden Spinoza Yahudi inancının temel kitapları olan Tevrat, Yeşu, Hakimler, Rut, Samuel ve Krallar’ın Tanrı kelamı olmadığını belirtir.
“İncelemiş olduğumuz bütün kitaplar aslında başkaları tarafından yazılmış, içerdikleri olaylar da geçmiş olaylar olarak anlatılmıştır. Şimdi tüm bu kitapların art arda sıralanışını ve savlarını göz önüne alırsak, bundan kolayca çıkarılabilecek olan şu: Onların tamamı, başlangıcından Yeruşalim'in ilk yıkımına kadar Yahudiler'in tarihini kaleme almak isteyen tek bir tarihçi tarafından yazıldı.”
Tanrıya inancın özgür düşünce ile olabileceğini belirten Spinoza, bunun yanı sıra devletin de son derece önemli olduğunu söyler; “Özgür bir devlette her insan istediğini düşünebilir ve düşündüğünü söyleyebilir.”
“Tanrı'ya doğru dürüst itaat etmek istiyorsak, dışsal ibadet ve tüm dine bağlılık uygulamaları devletin huzuru ve korunmasıyla uyuşmalıdır”
“Dine bağlılığın göstergesi olan ve her insanın uymak zorunda olduğu ibadeti kamusal yarara uyarlayamayan, dolayısıyla da üstün gücün tüm kararlarına itaat etmeyen biri, Tanrı'ya da doğru dürüst itaat edemez.”
Spinoza’nın düşünceleri bugün için çok önemli görülmeyebilir ancak, içinde bulunduğu dönem Avrupa’sında düşünceleri son derece cesaret gerektiren, toplumdan dışlaşmaya neden olacak türden düşüncelerdi.

17. Yüzyılda özgür düşünmeye önemli katkılarda bulunduğu gibi, sonraki dönem, aydınlanma dönemi düşünürleri üzerinde de son derece etkin oldu. Düşünceleriyle Freud’u, Nietzche’yi, Einstein’i, Hegel’i, Goethe ve diğer düşünürleri etkileyen Spinoza, bu eseriyle kendilerini seçilmiş ulus olarak gören Yahudi inançlarına büyük darbe indirdi.
Teolojik-politik İnceleme adlı kitapta ele alınan konularda sıkça tekrarlar söz konusu. Spinoza’nın birbiriyle ilintili konuları yorumlarken bağlantılı konulara atıfta bulunması tekrarları kaçınılmaz kılmakta.

17. Yüzyıl ve sonrası düşüncesini daha iyi anlamak için Spinoza düşüncesini yakından tanımanın önemini anlatmaya bilmem gerek var mı?

Semiha Kavak
HECE Mayıs  2020



16 Mayıs 2020 Cumartesi

Brides


“benim sesimdir kıyısında soluklandığın uçsuz bucaksız ovaların sessizliğine saklanarak yokluğunun laciverdine karışan kırmızı isyan”

3 Mayıs 2020 Pazar

Yeni Şafak Pazar - SÖYLEŞİ


Salgın hastalığın bugüne kadar pek çok boyutunu ele aldık.Bilim insanları hastalığa çare arıyor. Toplum da bir yandan bu salgından kendilerini korurken diğer yandan da dünyayı kasıp savuran bu hastalığın açtığı manevi sarsıntıyı anlamaya çalışıyor. Ramazanı idrak ettiğimiz şu günlerde belki de salgın yüzünden en yalnız günlerimizi yaşıyoruz. Peki bu hastalığın manevi boyutunu inanmış bireyler olarak nasıl okuyup anlamamız gerekiyor? Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nde Din Psikolojisi alanında çalışmalarını yürüten Prof. Dr. Asım Yapıcı merak ettiğimiz soruları cevaplandırdı.



Semiha Kavak: Koronavirüs nedeniyle dünya adeta uzlete çekildi. Birçok ülkede savaş manzarasını andırır manzaralar var. Kutsal mekanlar kapalı kaldı ve bir Ramazan’a böyle girdik.
Bu virüs hakkında çok konuşuldu, herkes bir başka pencereden olayı yorumladı.
Koronavirüs küresel bir salgın, farklı inançlara sahip devletlerin neredeyse tümünde etkili. Bilimsel boyutu yanında ilahi boyutu da var. Bunu ilahi anlamıyla nasıl değerlendirirsiniz?

Manevi olarak bu hastalığa karşı nasıl bir mücadele vermemizi tavsiye edersiniz?

Asım Yapıcı: Modern bilim neden ve nasıl sorularına odaklanır. Kovid-19 neden ve nasıl çıktı, bilimin cevap araması gereken bir soru. Ancak niçin ortaya çıktığını bilim açıklayamaz. Zira niçin, gözlem ve deneyle izah edilemez. Niçin’i anlamak için ilahiyat ve felsefeye müracaat etmek, metafiziği dikkate almak gerekir. İnsanlar neden ve nasılla ikna olamadıkları vakit niçin sorusuna cevap arar. Depremler niçin olur, felaketler niçin yaşanıyor, Kovid-19 niçin var, soruları ilahi irade üzerinden açıklanır genellikle. Yaşanan olumsuz durumlar üzerinden Allah’ın bize ne dediğini bilmeyiz, ancak çeşitli yorumlarla ilahi iradenin mesajını anlamaya çalışırız. Buna dini atıflar ya da yüklemeler deniyor literatürde.

Kovid-19 meselesinde yapılan metafizik açıklamalar genellikle Allah’ın insanlara kendisini hatırlatması olarak yorumlanıyor. Burada geçen “kendisini” ifadesini iki türlü anlamak gerek. Birincisi Allah bizzat kendisini hatırlatıyor insanlığa, ikincisi insana insanlığını hatırlatıyor. “İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor?” (Kıyamet, 36) ayeti bu anlamda ilgi çekicidir. Kuşkusuz bu mesajı inanan insanlar alır. Doğrusunu söylemek gerekirse her inanan da derinlemesine alamaz, kimisinde sorgulama yüzeysel kalabilir. Eskilerin ifadesiyle satırdan sadra inmez. Yine de ‘niçin’i merak eden insanlar sürekli sorgular. Buldukları cevaplar şöyledir: Eğer bir olumsuzluk yaşanıyorsa bu durum kendilerinin, çevresindeki insanların ve topyekun insanlığın yapıp etmelerinden yani günahlarından kaynaklanmaktadır. Daha açık bir ifadeyle insanların kendilerine, sosyal çevrelerine ve doğaya adil davranmamaları, yani zulmetmeleri Kovid-19’un temel nedenidir. “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir” (Şura, 30) ayeti bu anlamda dikkat çekicidir. Kapitalizme eklemlenen, tüketim kültürü içinde boğulan, haz, hız ve deneyim hastalığına tutulan, hiçbir hakikat ve otorite tanımaz hale gelen insanlığa çeki düzen verme olarak da anlaşılabilir Kovid-19 küresel salgını.

Peki insanlık neler yaptı diye sorarsak, somut olarak Suriyeli göçmenleri, boğulup ölen çocukları, Irak’ı, Afrika’yı, Arakan’ı, Filistin’i, Doğu Türkistan’ı, başta ABD, Çin ve İsrail olmak üzere  sadece kâr arzusuyla her şeyin genetiğiyle, fıtratıyla oynayan şirketleri destekleyen ülkeleri, petrol ve değerli madenler için her türlü zulmü yapan emperyalistleri sayabiliriz. Zulüm küresel, Kovid-19 da küresel. İnanan insanlar arasında bu şekilde yaşanan hadiseleri bu şekilde izaha çalışanlar var. Sadece bireysel olarak kendilerini suçlayanlar da var. Biz nerde yanlış yaptık diyerek kendi hayatlarını gözden geçirenler ve tövbe edenler de mevcut. İnanan insan Kovid-19’u birbiri içine girmiş iki şekilde anlıyor: Her şey bizim yapıp etmelerimiz yüzünden ve her şey ilahi bir ikaz, bir imtihan.


Semiha Kavak: Bu pandemi sonrasında sizce dünya nereye savrulur, dinin önemi artar mı azalır mı?

Asım Yapıcı: Bugünlerde birçok düşünür, pandemi sonrası hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kanaatinde. Bence de şu an geçici gibi görünen pek çok alışkanlığımız kalıcı şekilde değişecek gibi. Moderniteden postmoderniteye evrildikçe yükselen bireyselleşme daha da artabilir. Sosyal yapı ve zihniyetler değişince dini düşüncelerin, dini pratiklerin ve alışkanlıkların az ya da çok değişmesi kaçınılmaz. Kuşkusuz değişim bir anda olmaz sürece yayılacaktır. Yeni kuşaklar farklı bir dini yaşantıyı tercih edebilir.

Bu bağlamda, koruyucu tedbirler kapsamında kullanılan sosyal mesafe kavramına hassaten dikkat çekmek isterim. Fiziksel mesafe demek gerekirken sosyal mesafe deniyor. Sosyal mesafe duygusal ve düşünsel olarak da uzaklaşmak demek. Korona sonrası dünyada insanlar sadece fiziksel değil sosyal olarak da uzaklaşacak gibi. Bu açıdan kurumsal ve geleneksel dinler açısından çok kolay olmayacak zamanlar geliyor. Yeni insan ve yeni tip dindarlıklar şekillenecek gibi. Postmodernite ile birlikte zaten filizlenmiş olan bireysel din, kurumsal temeli zayıf maneviyat, “evde din” ve “ait olmadan inanmak” eğilimleri ön plana çıkarken; kurumsal din ve dindarlık-maneviyat bütünlüğünü vurgulayan dini anlayışlar zayıflayacak gibi görünüyor.

Semiha Kavak: Bu salgının yaralarının sarılması için Müslümanlar olarak üzerimize düşen görevler nelerdir? Bu aşamada ve bundan sonrası için neler yapmalıyız?

Bilim ve zihniyetin paradigma (bakış açısı), enigma (muamma) ve new-paradigma (yeni bakış açısı) olarak ilerlediğinden bahsedilir. Modernite bir paradigmaydı, kullanım süresi doldu, postmodernite ile insanlık muamma ya da bilmece dönemini yaşamaya başladı. Kovid-19 tam da bu süreçte devreye girdi. Artık yeni paradigmalar kuruluyor.

Müslümanlar olarak öncelikle şunu söylememiz gerekiyor. Yeni paradigmalar kurulurken kendimize özgü bilgi üretme, üretilen bilgiyi uluslararası dolaşıma sunma ve bunu dünyaya kabul ettirme bakımından ne yaptık, neler yapıyoruz? Eğer biz hala sadece geleneğe ya da sadece yeniye saplanıp kalırsak birilerinin kurdukları dünyayı en az 200 yıl daha seyrederiz. İslam’ın tevhit ve vahdet ilkesini temel prensip edinerek gelenek ile moderni harmanlayıp yeni bir medeniyet inşasına doğru gidemezsek hem bilimsel, hem sosyal hem de dini anlamda başkalarının çizdiği rotayı benimseriz de haberimiz olmaz.

Covid-19’u İslam dünyası açısından fırsata dönüştürmek mümkün. İnsanların pek çok şeye güven ve inancı sarsılmışken, sağlık ve güvenlik pahasına özgürlüklerinin kısıtlanmasını talep ederken, birçok meselemizi masaya yatırıp esaslı bir şekilde ele almamız gerekir. Bunu başarabilmek için her şeyden önce İslam’ın ve Müslümanların insanlığa söyleyecek sözü var diyerek yola çıkmalıyız. Ancak bu yolda sosyal medyada görünürlük kazanan kuru hamasetten öteye geçmeli; din bilimleri, fen bilimleri ve sosyal bilimler ayrımı yapmaksızın entelektüel bir bakışla; siyasi, ekonomik ve kültürel boyutları düşünülmüş bütüncül bir vizyon ortaya koymamız gerekiyor.

Semiha Kavak: Biliyorsunuz, şu an içerisinde yaşadığımız koronavirüs sebebiyle vefat eden mümin insanların şehit olduğuna dair farklı kesimlerden görüşler var. Bu konuda bize biraz daha ayrıntılı açıklama yapabilmeniz mümkün mü? Bunun ölçüsü nedir?

Asım Yapıcı: İslam alimleri arasında şehitliği hakiki ve hükmi olarak iki kısımda ele alanlar mevcut. Hakiki şehitlik İslam için, vatan için, millet için canlarını verenlerdir. Doğal felaketlerde ve salgın hastalıklarda ölenler ise hükmen şehit kabul edilir. Bu bağlamda Hz. Peygamberin çeşitli hadisleri var. Bununla birlikte hükmi şehitliğin sosyopsikolojik bir kavram olduğunu söylemek gerekir. Zira hükmi şehitlik ünvanı, vefat eden kişilerin yakınlarına bir teselli olur, onların yaşadıkları acıyla başa çıkmalarını kolaylaştırır. Şehit olunca onlara yönelik rahmet dileme ve dua daha fazla yapılır. Bunlar dini-sosyal destek bağlamında önemlidir.

Burada şu hususu özellikle vurgulamak isterim: Vatanı ve milleti için canını veren sağlık çalışanları neden hakiki şehit olmasın? Bunlar da bir düşmana hem de görünmeyen bir düşmana karşı savaşmaktadırlar. Eğer onlar koronaya karşı savaşmazlarsa ölümler artacak, ekonomik ve toplumsal sorunlar yükselecek, hülasa insanlık daha çok acı çekecektir. Bunlar yaşanmasın diye canını dişine takarak mücadele eden, bu arada virüs kaparak vefat eden sağlık çalışanları hükmi değil hakiki şehit olarak değerlendirilebilir, kanaatindeyim.

Yeni Şafak Gazetesi - Pazar Eki
 https://www.yenisafak.com/hayat/musluman-paradigma-uretmeli-3537724?fbclid=IwAR2laoxaciPd19T37wsEtW_bQ6aC8PKEp-bRt2r8NoTuja86PtGqFXnV6l8