29 Haziran 2014 Pazar

rûyet


Salvador Dali

Bilmek



hayatımız, bilmecelerle doludur: suyun berisinde bir adam öldüren katildir de ötekisindekini öldüren neden kahramandır? her tezlil her küçük düşürme ahlaksızlıktır da müsabaka neden meşrudur? vurmak neden zulümdür de yenmek niçin şereftir? millette birlik neden saadettir de düşmanı yenen alkışlanır? tanrı neden birçoklarınca yoktur da taşlanır? tarih neden menfur bir dramdır da yine tekrarlanır? ölüm niçin en kuvvetli derstir de hepimiz için manasız kalır? 

insan kendi ölçüsü ile kainatı ölçüyor ve kainat sahnesinde yalnız kendini görüyor, yalnız kendini anlıyor. içimizdekinden başkasını da anlamasını bilen yok gibidir. varsa da o hükümdardır. artık o insan yani başkasını anlamasını bilen insan, ne korkaktır, ne haristir, ne acizdir, ne fanidir, ne de yalnızdır. bütün bir varlık kalabalığı arasında hepimizin yalnız yaşadığı bu dünyada o, var olan gerçekle beraberdir. bilmek, gerçekten bilmek onun bilgisidir. bilen kendi varlığından yukarılara tırmanan insandır.

herkesin her şey hakkında bilgisi değişiyor. kimine az gelen kimine çok geliyor. birine güzel görünen başkasına çirkindir. birisine uzakta sanılan bir başkasının ta yanında duruyor. bir insanın sevdiğini öbürü zem ediyor... bir kalbin merhametle eridiği nesne başkası için kin kaynağıdır. bir zümrenin alkışları karşı zümrenin matem teraneleri halinde aksediyor. bir varlığa insanlığın bir kısmı kutsal diyerek taparken başka zümreler nefretle ürperiyorlar. bütün bu anlaşmazlıkların sebebi bütün insanlar için selamet yollarının başka başka oluşudur. hedef bir: selamet gayesi. layık yollar başka. zira insan yapıları başkadır. işte bu başkalık, içimizdeki şeytan ve şeytanlardır. şaşırtıcı nefistir. gerçek şudur ki, bizimle bizim gayemiz arasında hadsiz hesapsız perdeler gerilmiş, bizim ilmimiz ve kemalimiz, gayemiz olan selamete giderken bizi şaşırtan engelleri ortadan kaldırmak içindir.

nurettin topçu


26 Haziran 2014 Perşembe

Soru


Yaşamak kalın bir örtüye gizlenmek mi? Ya da kanatlarını kırmak gülüşün...

s.kavak

ŞİİRDE İMGE GERÇEKLİĞİ


İmge, felsefeye ait olan bir terimdir. Felsefede imge “duyulur bir kaynaktan gelen her tasarım” anlamına gelir. (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar 1977) Psikolojide, “duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri; duyusal bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar” olarak tanımlanan imge; edebiyatta, “anlatılmak isteneni daha canlı, daha duyulur biçimde anlatmak için onunla başka şeyler arasında bağlantı kurarak tasarlanan yeni biçimler” (A.Özkırımlı); olarak tanımlanmakta. 

Zihinde bir tasavvur biçimi olan imge; şiirde anlama ulaşma yolunu daha canlı ve görünür hale getiren, anlamla gerçek nesneler arasında ilinti kurarak zihindeki derinliği aktif kılmanın, sonsuz bir anlatımı dışa vurmanın biçimidir. 
Aslında şiirde imge kadar şiirin kendisi de dil üzerinden özel bir anlam yaratma sanatıdır. Michael Riffater, “Şiir dildir, ama gündelik konuşmanın sürekli üretmediği etkiler üreten bir dildir” der şiir için.

İsmet Özel ise; “İnsanoğlunun en sahici dili şiirdir ve insan en soyutlanmış ve fakat en somut görünümüyle şiir çerçevesi içerisinde belirginleşir. Şiirin nesneler dünyasındaki çok renkli, çok biçimli yüzünün merkezinde ‘beşeri olan’ bulunur. Dolayısıyla beşeri olanın soyut ifadesinin yoğunca gerekli olduğu her yerde şiir kelimesi insanların yardımına koşmuştur.” der, şiir için. (Şiir Okuma Kılavuzu. s.30-38)

Şiirin kullandığı asıl madde insan yaşantısı ve onun ilintilerine dayalı olduğu için bu yaşantıyı şiirleştirmek işinde imge etkin rol alır. Şair, imge yoluyla kullandığı sözcüklerle algıların zihindeki bazı resimlerle eşleşmesini sağlar. Bunu başarabilen bir imgeye de biz iyi imge diyebiliriz. Örneğin;  “Aynalar” şiirinde Necip Fazıl yaşlanmayı imgeleriyle şöyle dile getirir;

Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.

Üstad imge’lerle ördüğü bu şiirin son dörtlüğünde de şöyle der;

Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.

Şimdi burada şair aynaların dik dik kendine baktığını söyleyerek güzelliğinin kaybolduğunu imgelerle vurguluyor ve bunun anlaşılmaz bir şekilde önüne çıkarak kendisine ağır bir darbe vurduğunu belirtiyor.

Son dörtlüğünde de gençken kendisinden beklenenleri artık bugün yapmasının mümkün olmadığını, bu yönde kendisinden beklentileri olanların beklentilerinin boşa çıkacağını, gençlik şeylerinin sadece bir heves olduğunu vurguluyor.

Şiirde imgenin temel olarak iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi dilsel niteliklidir ve şiirin içinde yer alan dize veya dizelerde iki ya da daha çok sözcük arasında, somut-soyut, bileşimlere dayalı bir ilintiyle, örnekseme (analoji) yapılmasıyla oluşturulur. Şiirde imgenin ikinci boyutu dilsel nitelikli dizelerin algılanmasından sonra bilinçte oluşan düşsel yapıdır ki okur, imgeyi anlamlandırırken imgenin düşsel karşılığını  da zihninde üretmeye başlar.

‎ “Gün kısalıyor, körlük başlıyor şimdi
silinmiş düşlerin sevgilisiyim şimdi.”

diyen Radovan Pavlovski, dizelerinde imgelerle kendine ait bir gerçeklik kurar. Bu dize de kullandığı “günün kısalması”, “körlüğün başlaması”, “silinmiş düşlerin sevgilisi” bir umutsuz sevgiliyi dile getirmektedir. Şimdi Pavlovski, bunları imge dışında bu kadar güzel neyle anlatabilirdi? İşte imge var olan sözcüklere giydirdiği yeni giysilerle somut bir gerçeği soyut sözcüklerle yeniden somutlaştırıyor.

Şiirde “imgelem ve düşlem koşullandırılmış yaşamdan olduğu kadar, biçem ve izlekleri yasallaştırılmış bir yazından da kurtulmanın olanaklarını açar.” Ahmet Oktay (Yazın, İletişim, İdeoloji s.112 ) Böylece şair başka yolla anlatamayacağı kendine ait bir gerçekliği imgelerin gücüyle anlatır.

“İmge, farklı gerçeklik kategorileri arasında yaşar; bir ayağı soyuta bir ayağı somutta durur; bir yanıyla kurmaca, dünyanın malıdır. Amacı, bu farklı düzlemleri birbirine yaklaştırmak, birbirinin içinde eritmek, onlardan yeni bir dünya yaratmaktır.” (Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar)

İmge, aynadaki resmi andırır; asıl olan ne üzerindeki görüntüdür ne de aynanın kendisi. Görüntünün varlığının ortaya çıkmasını sağlar ayna. Yani resmin varlığının hissedilmesi ancak ayna sayesindedir. Resim ve ayna yeni bir gerçeklik sunar bize.

İmge, şiir dilinin araçlarından biri olarak, şiirin oluşmasında önemli işleve sahiptir. Şairler, duyular alanına girmeyen gerçeklikleri imge yoluyla somutlaştırarak şiirlerin gücünü artırırlar. İmge, o nedenle, şiirin ‘us’ dışından ilerleyen bir gücüdür adeta. Şiirde kendi gerçekliğini kurarak, kendisiyle birlikte, daha önce var olmayan bir şey olarak ortaya çıkar. Bu başlı başına yeni bir gerçekliktir. Sanatın diğer dallarında olduğu gibi şiir sanatında da şair bu gerçekliği kendi bilincinde yaratır. Bu gerçeklikler üzerinden şiirini besler. Örneğin;”Yıldızlar uçup gidiyordu, akan gökyüzünden” diye kurduğumuz bir dizede biz dışsal gerçekliğe aykırı bir şey söylemiş oluruz ama şiirde burada kullanılan ‘uçup giden yıldız’ ‘akan gökyüzü’ bir sevinç ya da derin bir üzüntü halinde gökyüzüne bakan birisinin duygu ve düşüncelerini yansıtan bir gerçeklik sunar bize.

 “Hep koşarmış şehirlerin demir dağlarına
Uyuyunca toprak beşiğinde
Sahipsiz kalan
Ellerimizden kayan
Aydınlık günlerimiz”

Şiirlerinde imgeye en sık başvuran şairlerden biri olan Cahit Zarifoğlu bu dizelerinde."toprak beşikle" sosyal yaşamdan, insanlardan bahsediyor ve sosyal yaşam dinginleştiğinde boşta kalan ellerimizin yani bizim biraz uzağımızdaki dünyanın bizi güzel anlardan zorla çekip çıkarmak istediğine vurgu yapar ve güzel günleri yakalamak için koşan insanın önündeki engellere vurgu yapar imgeleriyle.

Bir başka şiirinde de;
“çıkıyor gibiydi sanki sesleri
Kaya döşeli ağızlarından devlerin” diyen Zarifoğlu bir yolculuk masalında yüksek kayalarla insanların anlık ilişkisine gel-git ine dikkat kestiriyordu okuyucuyu.

Şiirin kalelerinden biri olan Jacoues Prevert de bir şiirinde şöyle der;

“uyudum mu açıyorum gözlerimi
bahçelerinde uykunun
tutunuyoruz eli elimde
yeşilinde
sonsuzun
dolaştırıyor beni uzun
boylu güzel şeyler göstermeye” (Ay Operası)

Prevert “uykuda gözü açmak” gibi bir deyimle sevgilisiyle uykuda buluştuğunu, onunla el ele sonsuz yeşillerde gezindiğini ve sevgilisinin ona uçsuz bucaksız güzellikler göstermek istediğini vurgulamak ister bu dizelerinde. Burada uyku-rüya gerçekliğinden yola çıkarak rüya soyutluğundan, somut olan sevgiliye, oradan da hayal dünyasına yol alır. Ve böylece sevgilisine olan derin özlemi, onunla buluşma isteğini gerçekçi kılar.

İmge için çıkış noktası açısından belirli modern ayrımlar yapılabilir. Örneğin şizofren imge ve sanatsal imge betimlemeleri modern şiirin tanımlamalarında kullanılır hale gelmiştir. Şizofren imge, dışsal kaynaklı ve bireysel dert tasa ve çelişkileri dışavurumda kullanılan imgedir. Böyle bir imgeyi algılayabilmenin yolu o kişinin yaşamına inmektir ancak. Bu tür imge, kişinin kendi durumundan ortaya çıkar ama ortaya çıkan şeylerde kişinin kendi içsel durumlarıyla birlikte, başkalarının kendisine dıştan uyguladığı edimler vardır.

İmge işlevi açısından bazen simgeyle (sembol) de karıştırılır. İmge ile simge (sembol) arasında belirgin bir fark mevcuttur. Simge, bir sözcüğü bir başka sözcüğe taşımak durumudur. Yani bir nevi saklanması gereken bir sözcüğün bir başka sözcük kullanılarak perdelenmesi durumu veya tercih edilen bir şeyin; bir başka tercih edilen’le birlenmesi durumudur. Örneğin metafizik şiirde “deniz” ruhun sonsuzluğa varmayı amaçladığı “tanrısal evren”i simgeler. Yine sık kullanılan “ayna” ilahi aşkın gerçekleştiği gönüldür. “Billur avize” bir simge olarak somuttan soyuta içselleştirilmiş “zaman”dır.

İmge’de ise semboller yerine, kişisel kendi deneyimler ya da canlandırmalar sonucu ortaya çıkan bir tür duygunun dışa vurumu söz konusudur.

Bazı şiirlerde imge hem şairin kendi deneyimini ve iç dünyasını hem de “öteki”nin duygu ve düşüncelerine yönelir.

“Susarak anlattım bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak

Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı”

 Akif İnan “Zaman” adlı bu şiirinde her dizesinde var ettiği imgelerle hem kendinin yaşamakta olduğunu anlatır, hem de “öteki”nin içinde bulunduğu olası durumları imgelerle ortaya koymaya çalışır. Bir başka şiirinde de; 
“Soyundum çileye dönmemesine
Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla

Acılar umudu buldurur bize
Bir zırha büründüm bu çağa karşı

Edep senin sabır benim derimdir
Askerler üretir sessiz ve derin” 
diyerek, yine bu doğrultuda örnekler sunar.

Burada şair çıktığı kutlu yolculukta kararlı olduğunu, içinde bulunduğu çağın ne derece zorlu olduğunu bildiğini belirterek, kendini çağın bu sorunlarına karşı hazır hale getirdiğini vurgulamaktadır. 
Kendisini ve bağlı olduğunu imgelerle tarif eden İnan, kimsenin dikkatini çekmeyen bir atmosfer içinde çağın kötülüklerine karşı yapılan olumlu yönelişlere dikkat çeker.

“Sen esirliğim ve hürriyetimsin
Sen çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin.”

Dizelerinde de Nâzım Hikmet sevgilisinin kendisinde yarattığı etkiyi simgelerle dile getirmekte, kendinin içinde bulunduğu durumu sevgiliyle bütünleştirmektedir. Bütün acılarının kaynağına sevgilisine olan aşkı yerleştirir bu dizelerinde. 
Bazı şiirlerde imge ve simge iç içe geçmiş durumdadır. 
 “İstanbul bir denizdir lâle gemileriyle taşınan
Savaşlara, üzüntüye ve çocuklara taşınan,
Silahlara sandıklara saklandıkları evlere,
Ve insanlara, açıkça yaralanan;
İstanbul bir sudur akşamların aradığı” 
Ülkü Tamer’in “İstanbul” başlıklı şiirinin dizelerinde kullandığı İstanbul, lâle, çocuk sözcükleri eskiyi çağrıştıran birer simge, su temizleyici ve arındırıcı özelliğiyle dinginliği çağrıştıran imgedir. Üzüntü ve çocuk birlikte yan yana düşünülmeyecek iki zıt kavram gibi görünse de şair bu dizelerinde birbirinin dramatik karşıtlığından beslenen bir kurguyu tercih etmiştir.

Şiirde imge, her ne kadar şairin bilinciyle örülmüş ‘us’ dışı bir söylem olarak ortaya çıksa da; şiirle var ettiği gerçeklik onu us’sal bir duruma sokar. Sonuçta us’la iç içe geçmiş mantık-duygu birlikteliği oluşur. Eğer, şiirde imge, mantığa dayanmıyor bir gerçeklikten gücünü almıyor veya bir gerçekliğe yaklaşarak örülmüyorsa ortaya çıkan şey şiir olmaz.

Wellek; imgenin şiirdeki yerini belirlerken,“Bir şiir konu veya tema bakımından değil de, nasıl bir söyleyişe sahip olduğu açısından irdelendiğinde istiare, sembol ve mitle birlikte şiirin merkezî yapısını kuran dört temel öğeden birisini de imge oluşturmaktadır.”der. 
Şiirsel imge şiirin gücünü artıran bir öğe olarak önümüze çıkarken onu düşünsel imge gibi göremeyiz. Çünkü şiirsel imge bir somutlandırma aracıyken, düşünsel imge bir soyutlandırma aracıdır.

“Sevgililerinize de
Verin bunu oğullarım
Buğday şiirle yetişti
alınteri bağlamında”

diyen Nuri Pakdil, şiire yüklediği imgesel anlamla onu başağa yani insanı var eden üretime denk tutuyor. Bunun nesilden nesile anlatılması gereken bir gerçek olduğunu vurgulayan Pakdil, bu şiirinde imgelerle bir düşünce aktarımında bulunuyor. 
Düşünsel imgeler bir benzeştirme olarak us dünyamızda yerini alırken, şiirsel imge somut benzeştirmelerden uzaklaşarak ötelerden bir gerçeklik çağrışımı yaptırır ve bir somutluk üretir. Örneğin; dünyanın biçimini topa benzettiğimizde bu bir düşünsel imgedir, dünya yerine topu kullanarak bir düşünsel çağrışım yapmış oluruz, ancak bu imgeyi alarak salt şekliyle şiir için kullanamayız. Eğer dünya’yı çağrıştıracak bir şiirsel imge kullanmak isteseydik, “havası iniyordu dünyanın” diyebilirdik. Burada kullandığımız “havası inme” imgesi bize, dünyanın yavaş yavaş yaşanmaz hale geldiğini, cazibiyetini kaybettiğini anlatmış olan bir gerçeklik sunardı. 
Şiirsel imge “benzeştirme” ve “eğretileme” de değildir. Bunlar daha dar kalıplı anlatımlar olduğu gibi, daha mekanik imkânlar sunarlar şiire. Şiirsel imgenin bunlara ihtiyacından bahsetmekten daha çok, benzeştirme ve eğretilemenin imge üzerinden ifade edilmesi söz konusudur. Çünkü yalnızca bir şiirsel imge üzerinden bile şiiri var etmek mümkündür. 
Şiirsel imge ile absürd söylem arasında bağ kuranlar da bir başka yanlışlık içindedirler. Mantıktan soyutlanmış bir duyguyla şiirsel imge’ye ulaşılamayacağı gibi, duygudan soyutlanmış bir mantıkla da şiirsel imge’ye ulaşılamaz. Şiirde imge, soyuttan yola çıkarak kendi gerçekliğine dayalı yeni bir varlık oluştururken,”saçma” her hangi bir mantığa dayanmaz. 
Şiirde sembol gibi alegori (yerine) de imgeye yakın kullanıma sahiptir. Şiirde sembol(simge) nesnel gerçekliği görüngülerle somutlaştırmak amacıyla kullanılan bir araç olduğu için bir çeşit imgedir. Ancak, şiirde sembol doğrudan bir gerçeklik oluşturmak yerine benzeştirme metoduna daha yakındır. Genel anlamda sembol, kendi başına bağımsız bir benzeştirmeden yola çıkmakta, sonra çağrışım üzerinden bir tarz oluşturmaktadır. 
Şiirde alegori ise görüngelerle bir gerçeklik oluşturması nedeniyle bir imgedir. Alegori asıl nesne ya da ilişkinin karşılığında başka bir nesne koyarak kendine ait yeni bir görünge oluşturur. Alegori sembolden farklı olarak benzetme ve eğretileme gibi ussallığa dayalı bir dil oluşturur ama bu dil şiirden daha çok masal türünde işlerlik sağlar. “Kral aslan, aptal karga” gibi nitelendirmeler alegoriye uygun nitelendirmeler olup, bir tür masalımsı imgelerdir. Alegori o nedenle daha çok mitolojilerde kullanılmaktadır.

Son olarak şunu söyleyebiliriz; Şiirde imge vazgeçilemez bir gerçekliktir. Her kim ki şiirlerini geniş imgelerle kurma yetisine sahiptir; o, dile hâkim, yetkin bir şairdir.
“İmgelem gücünün gelişmesi toplumsal değişime bağlıdır; onlar karşılıklı olarak zorunlu kılarlar birbirlerini. Dünyayı imgelem değiştirir. İmgelemsiz şair, imgelemsiz kaşif, mucit ve hatta devlet adamından çok daha fazla değil artık. Bu dünyanın kraliçesi imgelem, ilerlemenin annesidir” (Paul Eluard-Ozan ve Gölgesi-Bugün Şiir. s.141)

İlhan Berk’in imge üzerine yazmış olduğu aforizmaları aktararak kapatalım konumuzu:

İmge sözsel olanı duymaz.
Bir dolaylı yollar yolcusu.

İmgeler düşüncenin olduğu yerde susmayı yeğlerler.

Görünmeze doğrudur çünkü imgelerin yolculuğu.
Varlığın gölgesi mi diyordu Levinas?

Elma dediğimde usumda kalandır imge.
Gündelik, verili dile arkasını döner.

Anlamı bilmez imge.
Niçin bilsin.

İmadır imge.
Şiirde her şeydir.



Semiha KAVAK
Temrin Dergisi

23 Haziran 2014 Pazartesi

PAVESE İLE SON GECE SÖYLEŞİSİ



bir otel odası yanlışlığı başlıyor
çevirip çevirip okuyoruz aynı geçmişi
dünya iyileşmiyor, dönüp geldiğimiz kapılarda
aşk iki kere mağlup. çok geçtik bu meydanlardan
bu unutma provalarından
bütün anılardan silinmek arzusuyla

günlükler, şiirler, üst üste söz savaşları
bir gölgelik yerimiz kalıyor, göğe ıslık
boyu kadar uzak. nelerden vazgeçmiyor ki insan
en çok da kendine dönmekten
biz de duruyoruz geceyi duymak için
gül şenliğinin sustuğu yerde

bir cümle daha kuralım, hazırız vedalaşmaya
zaman, hızla geçilen yolların annesi
biliyorum, uğursuzluk diyecekler
arkamızdan dökülen yüzler için. kâbus günleri
yağmurlu taşlar, aklımız bembeyazken
yan yana geçtiğimiz sokaklar
bir kuşun ağzında senli benli

yaz, tuz ve üç kara kutu. yorgun bir sesle perdeyi
titreten rüzgâr, orada güne ait her şey, kıyılar
ayrı fotoğraflara bakıyorsak da bu gece
külümüze üfleyen keder aynı. uzun öyküler
giriyor rüyamıza, açelyalar, anıt mezarlar
yoklukla varlık sarışın bir babadan doğuyor
perdeyi çektik, karanlığı içimize

ne diyorduk, bir otel odası yanlışlığı başlıyor
ve herkese bir bakışı var ölümün, ah! pavese


ömer turan


Kış Uykusu



'Kış Uykusu'ndaki o yeşil tornavida gibiyiz. Her an bir işe yarayacak gibi ortada ama hiç bir şeyi tamir edemeyecek kadar yetersiz...'


22 Haziran 2014 Pazar

It's a Man's Man's World




Böyle Buyurdu Zerdüşt



Kendinizin üzerinde seveceksiniz günün birinde! Bu yüzden önce öğrenin sevmeyi!

Bu yüzden de içmelisiniz sevginizin acı kupasından!

En iyi sevginin bile kupası acı doludur!

Nietzsche

Türk Sineması ve Tiyatrosunun Tanrıçaları



Türkiye’nin sinemayla tanışmasının pek kolay başladığını söyleyemeyiz. Türkiye, sosyolojik olarak Müslüman Türk kadınlarının temaşa sanatlarında ön planda görünmesine henüz hazır değildi. Bir gün bu muhafazakâr kapalılık, yüzünün perdelerini halkına açacaktı. Müslüman Türk kadınlarını Ermeni kadınlar canlandırırken, 17 yaşında genç bir kadın bütün toplum yasağına rağmen sahneye çıkma cesaretini gösterdi. Adı daha sonra ‘Afife Jale’ olarak anılacak olan bu kadının yürüyeceği yol, pek rahat olmayacaktı. Darûl Beda-i’ deki oyunları polis tarafından basılıp, sahneye çıkmaması kendisine tembih edilmesine rağmen, Afife Jale sahneye çıkmaya devam etti. ‘Tatlı Sır’ adlı oyunu polis tarafından basıldığında arka bahçeden bir suçlu gibi kaçırıldı. Resmi kanunda böyle bir yasak olmamasına rağmen polis, toplum baskısını uygulamaya çalışıyordu. Afife Jale sahneye çıkmaya devam edince İçişleri Bakanlığı yayınladığı bir resmi bildiriyle Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkmalarını yasakladı. Afife Jale bu yasağa da uymayıp sahneye çıkmaya devam edince yakalanıp, tekrar tekrar hapse atıldı. Bu kadar sık hapse girip çıkması sağlığını olumsuz yönde etkiliyordu. Darûl Beda-i yöneticileri devlet baskısına dayanamayarak Afife Jale’ nin ücretli görevine son verdi. Yaşadığı maddi sıkıntılar Afife Jale’ de şiddetli baş ağrıları yaratmıştı, çektiği azabı azaltmak adına doktorun yaptığı morfine bağımlı oldu.

"Nereden Sevdim O Zalim Kadını" 
1923 yılında Cumhuriyetin kurulmasının ardından Atatürk, Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağını kaldırdı. Anadolu tiyatro ekibiyle, Anadolu turnesine çıkan Afife Jale’nin sağlık durumu iyice bozulmuştu. Bu yüzden tiyatroyu bırakmak zorunda kaldı. Ünlü Tamburi ve bestekar Selahattin Pınar ile tanışıp evlendi. Bu aşktan çok ünlü besteler çıkacaktı : “Nereden sevdim o zalim kadını” gibi. Sağlığı günden güne kötüye giden Afife Jale, henüz 39 yaşındayken vefat etti. Bir ülkenin kapanmış sahne kapılarını açan, sahne sanatlarının Jan Dark’ ı adına düzenlenen ve gelenekselleşmiş hale gelen ‘Afife Jale Tiyatro Ödülleri’ her yıl sanatçının anısına düzenlenmektedir.        
                      
Son Yolculuk!
Afife Jale, kimsesizliğin, terk edilmişliğin, yoksulluğun son durağı Balıklı Rum Hastanesi’nde bir deri bir kemik veda etti hayata…Ölümü gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu. Selahattin Pınar, Afife’ nin ölümünün ardından paraladı kendini…Nice, hicran dolu besteye imza attı. Son katıldığı radyo programında ‘Hatıralar’ şarkısını seslendirdi; ‘Beni de alın koynunuza hatıralar/Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar…’ Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine gitti, doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı donattı. Rakısını yudumlarken, son nefesini verdi. ‘Her yıl ölüm yıldönümümde mezarıma bir büyük rakı dökün.’ Diye vasiyet etti. Son yolculuğuna mezarlıkta kendi bestesi çalınarak uğurlandı; ‘Söndü yadımda akisler gibi aşkın seheri…’


Büyük Bir Oyuncu 
Afife Jale sahneye çıktığı ilk geceyi şu sözlerle anlatıyor: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş;  ben çıkarken durdu, alnımdan öptü: ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin’ dedi.        

1987 yılında, fotoğraf sanatçısı Şahin Kaygun, Müjde Ar’ ın başrolde oynadığı,  Afife Jale’ nin hayatını anlatan ‘Dolunay’ filmini çekerek, bir nevi Afife Jale’ nin yaşantısını günümüze aktarmış ve bu büyük oyuncuyu yad etmiştir.      

Afife Jale’nin Müslüman kadın oyuncuların sahne yasağını kırmasından sonra onun yarattığı bu zeminde, Müslüman Türk kadınları oyuncu olarak Darûl Beda-i’de görülmeye başlandı. Bedia Muvahit, Şaziye Moral gibi kadın oyuncular mesleklerini özgürce icra ediyorlardı. Atatürk’ün kadın haklarını destekleyici yaklaşımı Afife Jale ile sınırlı kalmamış, 1934′te kadınlara ‘Seçme ve Seçilme Hakkı’ nı vererek devam etmiştir. Atatürk bununla da yetinmeyip Türk Edebiyatının altın dönemini yaşatacak olan insanlar yetiştiren Köy Enstitülerini kurmuştur.

"Bataklı Damın Kızı Aysel" 
Cahide Sonku, Türk Sinemasının bir dönemine damga vurmuş, kimine göre ‘Azize’ kimine göre de ‘Tanrıça’ diye adlandırılan Cahide Sonku devri yaşanmıştır. 16 yaşında Darûl Beda-i’ye giren Sonku, İstanbul Şehir Tiyatrolarının star oyuncusu olmuştur. Dönemin tiyatro dünyasının tek adamı, Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini yaptığı “Söz Bir Allah Bir” filmiyle Cahide Sonku, 1933′te sinemaya adım atmıştır. Ünü hızla artıp, peş peşe filmlerde oynadıkça herkesin görmek, dokunmak, konuşmak istediği bir star olmuş; Tanrıçalık mertebesine erişmiştir. Fakat bu büyük ün, Sonku’ nun, Muhsin Ertuğrul ile çatışmasına neden olmuştur. ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’ adlı filmiyle ünlenen Cahide Sonku, Türk Sinemasında adeta bir fetiş olmuştu. Hemen her filmde, erkeklerin kalbini kırıp kaçan güzel kadın rolüyle hayranlarının karşısına çıktı. Baş döndürücü yükseliş Cahide Sonku’ ya büyük yanlışlar yaptırmaya başlatacaktı. Tanrıça, tiyatro provalarına geç gelen, daima alkol alan ve küstah bir kadına dönüşmüştü. Rivayete göre,  bir gün Cahide Sonku tiyatroya gelir ve yine Muhsin Ertuğrul sarhoştur, Muhsin Ertuğrul onu provaya almaz ve tiyatrodan kovar. Buna çok alınan Sonku, çok zengin olan fabrikatör İhsan Doruk’tan tiyatro binasını satın almasını ve ruhsatı kendisine vermesini ister. Bir zaman sonra Cahide Sonku tiyatroya gelir, prova  yapmakta olan Muhsin Ertuğrul’ a elindeki ruhsatı göstererek “Sen beni tiyatrodan kovmuştun, şimdi ben seni tiyatromdan kovuyorum” der. Muhsin Ertuğrul hiç reaksiyon göstermez, sessizce portmantoya gider, paltosunu alır ve fötr şapkasını kafasına koyarak Cahide Sonku’ya döner: “Siz tiyatroyu satın almadınız, bu binayı satın aldınız. Benim tiyatrom nerede oynanıyorsa, orası benim tiyatromdur, buyurun, şimdi binanızda güle güle oturun” der ve çıkar, arkasından da tüm oyuncular tiyatroyu terk ederler. Cahide Sonku sahnenin ortasında, yalnız başına kalakalmıştır… 

Anadolu'da Tiyatro Turneleri 
Cahide Sonku, o dönemin tiyatro starlarından Talat Artemel ile evlenip ayrılır. Daha sonra Fabrikatör İhsan Doruk ile evlenen Sonku’ nun bu evlilikten Ender adında bir kızı olur. Sonku’ nun kızı Ender Doruk bir müddet sinemaya devam etse de -ki bunların bazılarında kamera asistanıydım, evlenip sinemadan uzaklaşmıştır. Cahide Sonku, İhsan Doruk’tan boşandıktan sonra, çılgınca, fırtınalı bir aşk yaşayacağı şair, aktör, yönetmen Cahit Irgat ile yolları kesişir. Beraber Cahitler Tiyatrosu’nu kurarak Anadolu’da tiyatro turneleri yapmışlardır. Uzun yıllar süren bu fırtınalı beraberlik bir gün her ikisinin de yollarını ayrılmasıyla son bulmuştur…

1950 yılında Sonku, kendi film şirketini kurar. Filmlerin bir kısmını kendisi, bir kısmını da şair Orhon Arıburnu yönetir. Cahide Sonku eşi Talat Artemel ve Sami Ayanoğlu ile birlikte ‘Vatan ve Namık Kemal’ filmini  yönetir. Yıldız Dergisinin 1951 yılında açtığı yarışmada Vatan ve Namık Kemal ‘En İyi Film’ , Cahide Sonku da ‘En İyi Kadın Oyuncu seçilir.

Filmlerin Çoğu Kül Oldu 
Beklenmeyen son, “Beklenen Şarkı” filminden sonra gelir. Zeki Müren’ in yükselişine karşın bu filmden kazanılan başarı ve ün, Cahide Sonku için sonun başlangıcı olur. Cahide Sonku’ nun tiyatroya yeniden dönme çabaları sonuç vermez.  O dönemde bütün film şirketlerinin negatifleri ve kopyaları Kasımpaşa’da bir depoda saklanırdı. Bir gece bu depoda çıkan yangınla filmlerin çoğu kül olmuştu. O dönemdeki filmlerin kimyasalında yanıcı madde bulunduğundan, filmler çıra gibi alev almıştı. Bu yangında Türk Sinema Tarihinin temelini işgal eden birçok film yok olmuştur. Bu yangında kendisine ait olan tüm filmler yandığı için, bütün mal varlığı giden Cahide Sonku iflas eder. Türkiye’de bugüne kadar hiçbir tiyatro ve sinema oyuncusu Cahide Sonku kadar şöhret ve servetin şahikasına çıkamamış ve yine hiç bir ünlü yıldız onun kadar sefalet ve yokluk çukuruna birden bire inmemiştir. Bir zamanlar memleketin en güzel ve en zengin sanatçısı olarak yaşayan Cahide Sonku milyoner kocalarını ve milyonlarca lira kâr getiren film firmalarını kaybetmiş, yanında çalışan en fakir kimselerin merhametini çekecek hale düşmüştür.

Sinema Tarihine İlk Kadın Star 
1979 yılında Sinema Yazarları Derneği, düzenledikleri bir törenle Cahide Sonku’ya hizmet ödülü sundu. Cahide Sonku 1981 yılında Alkazar Sinemasında fenalaştı; 64 yaşında öldü. Cahide Sonku Türk Sinema Tarihine ilk kadın star, ilk kadın yapımcı ve ilk kadın yönetmen olarak damgasını vurmuştur. Ölmeden önceki son sohbetlerinden alıntılar yaparsak; birinci kocası Talat Arseven’ den içkiyi, ikinci kocası İhsan Doruk’ tan gücü ve sadakatsizliği, üçüncü hayat arkadaşı Cahit Irgat’ tan da aşkı ve starlığı öğrendiğini söyleyen Cahide Sonku, seçimleri ve tercihleriyle hem yenilgilerin hem de zaferlerin kadını olmuştur. Kadın kahramanların, azınlıkta ve hatta o dönemde nerdeyse hiç olmayan sinemamızda Cahide Sonku, apoletleri sökülmüş bir general gibi, starlık düşleri kuran, star kalabilmek için her yol mübahtır diyenlerin karşısında, Cahide Sonku, kendi yaşamına işaret etmiştir.

Aytekin Çakmakçı
Ayna İnsan Sayı: 11

20 Haziran 2014 Cuma

Bir Aşkın Somutluğu Üzerine



Ben bu kış değildim
Önceki kışlardan biriydim
Adam veya kadın gibi kışlardan
Öyleydi
Üstü başı açık soğuklardan gelmiştim sana
Bildiğin tüm kelimelerin tekillik halleri gibi soğuk

Ve bilmediklerin gibi de soğuk…

Her haline yaşamak denirken dünyanın
Ona denmezdi
Yeni ben, bilesin diye kayıt düşüyorum:
Bu güneşli kışlardan değilim.
Kışını gömmüş bir katil...

Şu gözlerimin rengini bana diyen olmadı
Karım her gün ayrı bir rengin ismiyle çağırıyor:hep sıcak
Hanidir aşktan bahseden şairler de yazamaz oldu

Ölmek bir kere, unutmak sonsuz yara…

Bütün iyi şiirler yazıldı
Hem de her dilde
Sen zaten şiirisin hepimizin
Dediklerimiz hep aynı, hep aynı,hep…

Bu vakitten sonra aşk diye yaşadığım:
İkiye biçip ruhumu seni gömmek her yanıma…


İshak Altundağ
Ayna İnsan Sayı: 11

Yazarının Lanetlendiği Kitap




60 Yıl Sonra, gerçek yazarı tarafından lanetlenmiş, edebiyat dünyasındaki pek çok isim tarafından ise aforoz edilmiş bir yazarın “kitabı."

Kitabı sözcüğünü tırnak içine almamızın nedeni bu kitabın gerçek anlamda ana karakterinin kurgusunu yapanın, düzenleyenin o kişi olmaması yatmaktadır.

Edebiyat tarihinde devam (sequel) niteliğinde yazılan eserlerle başlayan tartışmalar oldukça fazla. Devam romanlarının tarihine bakıp birkaç örnek verecek olursak; Mark Twain’in romanı Huckleberry Finn’in devamı, 2007 yılında Finn adıyla Amerikalı romancı John Clinch tarafından yazıldı ve eleştirmenler tarafından övgüye değer bulundu. George Orwell'in 1984 adlı romanı ise, Macar romancı György Dalos tarafından 1985 adıyla sürdürüldü.

Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanının devamını yazdığı için Françoise Ceresa mahkemeye verilerek yüklü bir tazminat talebiyle karşı karşıya kaldı. Ancak Fransız mahkemesi Hugo’nun ölümünden 50 yıldan fazla bir zaman geçtiği ve kitap artık kamu malı sayıldığı için Ceresa’nın lehine karar verdi.

J.D. Salinger İrlandalı bir anne ve Yahudi bir babanın çocuğu. 1951 yılında basılan “Çavdar Tarlasında Çocuklar” (Gönülçelen) adlı kitabıyla okuyucuların yoğun ilgisini çeker, fakat kitap bazı ülkelerde içerdiği argo yüklü dili yüzünden yasaklanır. Daha sonra “Franny ve Zooney”, “Dokuz Öykü” ve “Yükseltinin Tavan Kirişini Kıranlar” adlı kitapları yayınlanır. Salinger, gözlerden uzak yaşantısı ve eserlerinin yayımlanması konusundaki inatçı tutumuyla dikkat çekerek, edebiyat tarihinde “gizemli yazar”lardan biri olarak hatırlanmaya devam edecektir.

İsveçli yazar Frederick Colting, Salinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabının başkahramanı Holden’in hikâyesini yeni bir kurguyla yeniden kaleme alır. Üstelik J.D. Salinger’e benzer bir isim olan J.D. California takma adıyla.
Yazın dünyasında etik açıdan pek de hoş karşılanmayan bu durum karşısında zaten fazlasıyla katı tutumuyla bilinen Salinger eserlerini korumak adına bu devam kitabının izinsiz yazılmasıyla ilgili bir dava açar. Colting’in röportajlarında bunun bir devam kitabı niteliğinde olmadığını, iki romanın birbirinden çok farklı olduğuna dair açıklamalarını öne sürmesine rağmen kitabın satışı durdurulur. Fakat bir süre sonra Colting’le birlikte farklı yayın gruplarının da açıklamalarıyla kitap raflarda tekrar yerini alır.

Colting’in 60 Yıl Sonra adlı kitabı, vasat bir hikâye olmakla birlikte yine de Salinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabıyla bağlantılı olması bakımından okuyucuyu kitaba götüren en önemli detay olarak görülebilir.

Colting, 60 Yıl Sonra adlı kitabında Holden Caulfield’ı kendi ağzından iki ayrı anlatımla kaleme alır.
Kitap, Caulfield’ın bir yaşlılar yurdunda uyanışıyla başlar. Tanımadığı bir odada bir rüyada olduğunu sanarak, neye inanacağını bilemeyen bir yabancı gibi hisseder kendini.
“Neredeyim ve bu daireye nasıl geldim? Belki bir yangın çıkmıştır, herkesi acilen tahliye etmek zorunda kalmışlardır ve beni uyandıramayınca tutup buraya taşımışlardır. Bu mümkün; ama yin ede hangi cehennemdeyim ben?”

Aynaya baktığında yaşlandığı fikrinin üzerinde sorgulamaları yoğunlaşır. Artık öğrenmesi gereken daha çok şey olduğuna inanır. Şimdiye dek hiç düşünmediği, hissetmediği duygularla karşı karşıya kalır.
“Sanırım yaşlılığı, artık kimsenin umurunda olmayan metruk bir ev gibi düşünebilirsiniz. İnsanların gıcırdayan döşeme tahtalarını ve yağmur sızdıran çatısını onarmak yerine yıkılmaya terk edeceği türden bir ev. Ama yine sanırım ki, kendiniz yaşamadan bunun nasıl bir şey olduğunu asla tam olarak anlayamazsınız.”

Oğlu Harry tarafından Yaşlılar Yurdu Sunnyside’e yatırılan Mr. C., içindeki gitme düşüncesini her geçen gün yoğunlaştırarak buradan kaçmaya karar verir. Kapıdan çıkarken son sözleri gelir aklına; “Güneye uçuyorum. Lütfen Harry’ye iletin!”

Şimdi New York sokaklarında kendisiyle birlikte her şeyin eskisi gibi olmadığını görmek ona acı verecektir. Eskiden oturduğu yere gelir, ailesiyle geçirdiği eski günlerini hatırlar. Artık her attığı adımda geçmişiyle olan bağın sorguları peşini bırakmaz. Hayata karşı farkındalığı eskisinden daha yoğun hale gelir. Hazin kararsızlıklar içinde yaşlılığın zorluklarının belki de birçok şeyi aniden önemsiz bir hale getirebildiğini düşünür; “Belli bir yaştan sonra bir şeylere önem vermeyi bırakıyorsunuz. Bu berbat bir durum doğrusu, ama gerçek işte. Yaşlılar seviyor bunu; bahse girerim ateşe atsanız bağırmazlar bile.”

Böyle bir kurgunun Salinger’in devam kitabını zorunlu kılması gerekmezdi. Dolayısıyla bu kitap, yasak kitaplar arasından çıkmak yerine kendi serüvenini kuran ve yaşayan okura tattıran bir kulvarda ilerleyebilirdi. 
Çünkü çok çetrefilli bir kurgusu yok. Ve vasat olarak algılanan ve öyle yorumlanan böyle bir kitabın yazın dünyasındaki etik olmayan kulvara sokulması da gerekmezdi. Bu yönüyle kitap herhangi bir orjinalliği olmayan kurgusuyla okurun karşısına çıkıyor.

Semiha KAVAK

http://www.timeturk.com/tr/2010/12/13/yazarinin-lanetlendigi-kitap.html#.U5x7E_l_utY

19 Haziran 2014 Perşembe

Ahid Kulesi




AŞK

Hârikadır ilk cümle yazıldığında
Koşmaya başlasın da o zaman gör sen

Nuri Pakdil



18 Haziran 2014 Çarşamba

Aşırı Belki



"Öpülürken ve öldürülürken sessiz kalacağıma söz veriyorum."

osman konuk


14 Haziran 2014 Cumartesi

Kişilik


karanlık ormanlar biliyorum sonu olan sokaklar
çıplak ayaklarımla geçeceğim yerler de oluyor önümde 
ateşe inanıyorum ateşin sarıp sarmalayıp yok etmesine

karanlıkta uyuyamayan ilaçlar biliyorum.
uyudukça serpilen acılar
iki dudağının arasındaki aşk oluyorum bazen
bazen bir ırmağın kenara bıraktığı kuru dal
biraz Eylül yakışıyor bana biraz Mayıs
bir yıl kaç günden oluyor bilmiyorum bir ay kaç günden
yaşam kaç günden oluyor sevgilim bilmiyorum

nasıl birikiyor sözcükler dokundukça
ne çok öğretiyorlar acıyı sırayla

biliyor musun sevgilim herkes aşkı bir duygu sanıyor
oysa sevgilim; aşk bir duygu değildir

sevgilim
aşk 
bir kişidir

Abdullah Eraslan

TANRININ KURALTANIMAZ KULLARI




OSMANLI COĞRAFYASINDA SAPKIN TOPLULUKLAR


Türklerin 10.yüzyılın başında İslamiyeti kabulünden sonra gerek tasavvuf dünyasında gerekse Orta Asya’nın Şaman inancında varolan birtakım tasavvufî eğilimlerin en damıtılmış halini İç Asya Türkmenistanı’nda görebiliriz. 

Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler. 
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler. 
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.

İçerisinde tarikatlar, dervişler, şeyhler ve babaların bulunduğu bu yapı, büyük bir zühd hareketi eşliğinde akınlar yaparak, aynı zamanda Hint’ten getirdikleri tasavvuf  edebiyatını ve düşüncesini dinle bütünleştirerek halk arasında yaymaya başladılar. 
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.

Fakat bu dönemde birtakım sapkın tarikatlar da baş gösterir. Zahidlik yoluyla baş gösteren bu hareket “Zühd Hareketi” adını alır. Bu tarikata mensup olanlar; derviş görüntüsü altında, hayatta hiçbir çaba göstermeden dilenerek insanlardan yiyecek ve giyecek alan, fakat bunu asla biriktirmeyen, çoğu yalın ayak, tıraşsız hatta bazıları punkçılara benzeyen saç modelleri ile sıra dışı olan kişilerdir. “Sapkın derviş, bir yalnızlık yaşamı gütmek için vahşi doğaya çekilmiyor, tersine amansız toplum karşıtı etkinliğiyle toplumun Tanrıya ulaşma başarısızlığını ayıltıcı bir biçimde eleştirmek amacında olduğu için kendisine toplumun kalbinde ‘toplumsal bir vahşilik’ yaratıyordu.”

Zahidlerin temel felsefesi ise şudur; “Yeryüzündeki her şey herkesindir… Bunun için hiçbir şey hiç kimsenin değildir.”

Bunun da temelinde İslam kültüründeki “Yeryüzündeki her şey insanların mirasıdır.” anlayışının olduğunu görüyoruz. Çünkü hiçbir şeyi mülkiyet olarak kabul etmezler.

Bu hareketin içerisindeki tarikatlardan en önemlileri ise Kalenderiyye ve Haydariye tarikatlarıdır.

Tanrının Kuraltanımaz Kulları’nda ele alınan bu tarikatlar İslam coğrafyasında Osmanlı hâkimiyetinin olduğu topraklarda baş gösteren Hint kaynaklı tasavvuf akımlardan en marjinal olanıdır.

Daha sonraki çoğalmalar bu iki gruptan oluşarak, Kalenderi ve Haydariler’in çeşitli kollarından türemiştir.

Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından kabul edilmese de bunun kökeninde Hint mistisizmi vardır. Biz bunu kabul etmemelerinin temelinde tek bir noktanın yattığını görürüz; Hint mistisizminin yeterince bilinmemesi.

Kitap 16.yüzyılın ortalarına kadar bu sapkın topluluklarla devletin nasıl mücadele ettiğini de anlatıyor. 

Toplum tarafından tutarlı bulunmayan hareketlerinden dolayı insanların nefretine maruz kalan dilenci, zahid ve oğlancılara bir dönem ağır cezalar veren devlet, daha çok onları tolere etmeye yönelik meşru tasavvuf zeminlerinin içine çekme politikaları takip ederek, onları etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.

Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kuraltanımaz Kulları isimli kitabıyla aslında Türk Tasavvuf Edebiyatında önemli tartışmaları beraberinde getirebilecek bir çalışmaya imza atmıştır.

Fakat mevcut kültürel yapı sessizliğe bürünmüş kendi problemleriyle meşgulken tartışma yaratacak sağlam zeminlerde bulunmamak gibi bir eksikliği de kendi üzerinde taşımayı başarmaktadır.

Kısaca kültürel düzlemimiz bu tür tartışmalar için yeterli değildir.

Bu tartışmalar daha entelektüel ortamların tartışmalarıdır.

Semiha Kavak
STAR Gazete



13 Haziran 2014 Cuma

Akşam ve Elem



Gustave Moreau

Yedinci Sanat




Tarkovski filminden bir replikle; "Bir insan yalnızken mi iyidir?" sorusuyla asıl iyiliğin ne olduğunu sorgular."İyilik asla yalnızlıktan hoşlanmaz. Kalabalığa ihtiyacı vardır. Günaha, şehre, çarşıya... Korunmaya muhtaç görünecek denli saf ve masum ruhlara, zannedildiği gibi, zırhsız dolaştıkları için değil, zırha ihtiyaç duymadıkları için kötülük bir zarar veremez."

Semiha Kavak / Aklın Görüntüye Teslimiyeti
Hece 

12 Haziran 2014 Perşembe

Minyatür



Noah's Arc
(Nuh'un Gemisi)



The devil on the Noah's Arc.
(Nuh'un Üzerinde Şeytan)


Bilmece


asla ağlamamalısın,
der bir şarkı.
Onun dışında
bir şey diyen
kimse yok.

Ingeborg Bachmann


Görünürün Kesişimi



"Kendi görünmez bakışımla, benim yüzüme bakan görünmez bir bakışa bakarım." 
Jean-Luc Marion