30 Haziran 2014 Pazartesi
29 Haziran 2014 Pazar
Bilmek
hayatımız, bilmecelerle doludur: suyun berisinde bir adam öldüren katildir de ötekisindekini öldüren neden kahramandır? her tezlil her küçük düşürme ahlaksızlıktır da müsabaka neden meşrudur? vurmak neden zulümdür de yenmek niçin şereftir? millette birlik neden saadettir de düşmanı yenen alkışlanır? tanrı neden birçoklarınca yoktur da taşlanır? tarih neden menfur bir dramdır da yine tekrarlanır? ölüm niçin en kuvvetli derstir de hepimiz için manasız kalır?
insan kendi ölçüsü ile kainatı ölçüyor ve kainat sahnesinde yalnız kendini görüyor, yalnız kendini anlıyor. içimizdekinden başkasını da anlamasını bilen yok gibidir. varsa da o hükümdardır. artık o insan yani başkasını anlamasını bilen insan, ne korkaktır, ne haristir, ne acizdir, ne fanidir, ne de yalnızdır. bütün bir varlık kalabalığı arasında hepimizin yalnız yaşadığı bu dünyada o, var olan gerçekle beraberdir. bilmek, gerçekten bilmek onun bilgisidir. bilen kendi varlığından yukarılara tırmanan insandır.
herkesin her şey hakkında bilgisi değişiyor. kimine az gelen kimine çok geliyor. birine güzel görünen başkasına çirkindir. birisine uzakta sanılan bir başkasının ta yanında duruyor. bir insanın sevdiğini öbürü zem ediyor... bir kalbin merhametle eridiği nesne başkası için kin kaynağıdır. bir zümrenin alkışları karşı zümrenin matem teraneleri halinde aksediyor. bir varlığa insanlığın bir kısmı kutsal diyerek taparken başka zümreler nefretle ürperiyorlar. bütün bu anlaşmazlıkların sebebi bütün insanlar için selamet yollarının başka başka oluşudur. hedef bir: selamet gayesi. layık yollar başka. zira insan yapıları başkadır. işte bu başkalık, içimizdeki şeytan ve şeytanlardır. şaşırtıcı nefistir. gerçek şudur ki, bizimle bizim gayemiz arasında hadsiz hesapsız perdeler gerilmiş, bizim ilmimiz ve kemalimiz, gayemiz olan selamete giderken bizi şaşırtan engelleri ortadan kaldırmak içindir.
nurettin topçu
26 Haziran 2014 Perşembe
ŞİİRDE İMGE GERÇEKLİĞİ
İmge, felsefeye ait
olan bir terimdir. Felsefede imge “duyulur bir kaynaktan gelen her tasarım” anlamına
gelir. (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi Kavramlar ve Akımlar 1977) Psikolojide,
“duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri;
duyusal bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar”
olarak tanımlanan imge; edebiyatta, “anlatılmak isteneni daha canlı, daha
duyulur biçimde anlatmak için onunla başka şeyler arasında bağlantı kurarak
tasarlanan yeni biçimler” (A.Özkırımlı); olarak tanımlanmakta.
Zihinde
bir tasavvur biçimi olan imge; şiirde anlama ulaşma yolunu daha canlı ve
görünür hale getiren, anlamla gerçek nesneler arasında ilinti kurarak zihindeki
derinliği aktif kılmanın, sonsuz bir anlatımı dışa vurmanın biçimidir.
Aslında şiirde imge kadar şiirin
kendisi de dil üzerinden özel bir anlam yaratma sanatıdır. Michael Riffater, “Şiir
dildir, ama gündelik konuşmanın sürekli üretmediği etkiler üreten bir dildir”
der şiir için.
İsmet Özel ise; “İnsanoğlunun en
sahici dili şiirdir ve insan en soyutlanmış ve fakat en somut görünümüyle şiir
çerçevesi içerisinde belirginleşir. Şiirin nesneler dünyasındaki çok renkli, çok
biçimli yüzünün merkezinde ‘beşeri olan’ bulunur. Dolayısıyla beşeri olanın
soyut ifadesinin yoğunca gerekli olduğu her yerde şiir kelimesi insanların
yardımına koşmuştur.” der, şiir için. (Şiir Okuma Kılavuzu. s.30-38)
Şiirin kullandığı asıl madde
insan yaşantısı ve onun ilintilerine dayalı olduğu için bu yaşantıyı
şiirleştirmek işinde imge etkin rol alır. Şair, imge yoluyla kullandığı
sözcüklerle algıların zihindeki bazı resimlerle eşleşmesini sağlar. Bunu
başarabilen bir imgeye de biz iyi imge diyebiliriz. Örneğin; “Aynalar” şiirinde Necip Fazıl yaşlanmayı
imgeleriyle şöyle dile getirir;
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Üstad imge’lerle ördüğü bu şiirin
son dörtlüğünde de şöyle der;
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
Şimdi burada şair aynaların dik
dik kendine baktığını söyleyerek güzelliğinin kaybolduğunu imgelerle vurguluyor
ve bunun anlaşılmaz bir şekilde önüne çıkarak kendisine ağır bir darbe
vurduğunu belirtiyor.
Son dörtlüğünde de gençken
kendisinden beklenenleri artık bugün yapmasının mümkün olmadığını, bu yönde
kendisinden beklentileri olanların beklentilerinin boşa çıkacağını, gençlik
şeylerinin sadece bir heves olduğunu vurguluyor.
Şiirde imgenin
temel olarak iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi dilsel niteliklidir ve
şiirin içinde yer alan dize veya dizelerde iki ya da daha çok sözcük
arasında, somut-soyut, bileşimlere dayalı bir ilintiyle, örnekseme (analoji)
yapılmasıyla oluşturulur. Şiirde imgenin ikinci boyutu dilsel
nitelikli dizelerin algılanmasından sonra bilinçte oluşan düşsel yapıdır ki okur,
imgeyi anlamlandırırken imgenin düşsel karşılığını da zihninde üretmeye
başlar.
“Gün kısalıyor, körlük başlıyor
şimdi
silinmiş düşlerin sevgilisiyim
şimdi.”
diyen Radovan Pavlovski, dizelerinde
imgelerle kendine ait bir gerçeklik kurar. Bu dize de kullandığı “günün
kısalması”, “körlüğün başlaması”, “silinmiş düşlerin sevgilisi” bir umutsuz
sevgiliyi dile getirmektedir. Şimdi Pavlovski, bunları imge dışında bu kadar
güzel neyle anlatabilirdi? İşte imge var olan sözcüklere giydirdiği yeni
giysilerle somut bir gerçeği soyut sözcüklerle yeniden somutlaştırıyor.
Şiirde “imgelem ve düşlem koşullandırılmış yaşamdan olduğu kadar, biçem ve izlekleri yasallaştırılmış bir yazından da kurtulmanın olanaklarını açar.” Ahmet Oktay (Yazın, İletişim, İdeoloji s.112 ) Böylece şair başka yolla anlatamayacağı kendine ait bir gerçekliği imgelerin gücüyle anlatır.
“İmge, farklı gerçeklik
kategorileri arasında yaşar; bir ayağı soyuta bir ayağı somutta durur; bir
yanıyla kurmaca, dünyanın malıdır. Amacı, bu farklı düzlemleri birbirine
yaklaştırmak, birbirinin içinde eritmek, onlardan yeni bir dünya yaratmaktır.”
(Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar)
İmge, aynadaki resmi andırır;
asıl olan ne üzerindeki görüntüdür ne de aynanın kendisi. Görüntünün varlığının
ortaya çıkmasını sağlar ayna. Yani resmin varlığının hissedilmesi ancak ayna
sayesindedir. Resim ve ayna yeni bir gerçeklik sunar bize.
İmge, şiir dilinin araçlarından
biri olarak, şiirin oluşmasında önemli işleve sahiptir. Şairler, duyular
alanına girmeyen gerçeklikleri imge yoluyla somutlaştırarak şiirlerin gücünü
artırırlar. İmge, o nedenle, şiirin ‘us’ dışından ilerleyen bir gücüdür adeta.
Şiirde kendi gerçekliğini kurarak, kendisiyle birlikte, daha önce var olmayan
bir şey olarak ortaya çıkar. Bu başlı başına yeni bir gerçekliktir. Sanatın
diğer dallarında olduğu gibi şiir sanatında da şair bu gerçekliği kendi
bilincinde yaratır. Bu gerçeklikler üzerinden şiirini besler. Örneğin;”Yıldızlar
uçup gidiyordu, akan gökyüzünden” diye kurduğumuz bir dizede biz dışsal
gerçekliğe aykırı bir şey söylemiş oluruz ama şiirde burada kullanılan ‘uçup
giden yıldız’ ‘akan gökyüzü’ bir sevinç ya da derin bir üzüntü halinde
gökyüzüne bakan birisinin duygu ve düşüncelerini yansıtan bir gerçeklik sunar
bize.
“Hep koşarmış şehirlerin demir dağlarına
Uyuyunca toprak beşiğinde
Sahipsiz kalan
Ellerimizden kayan
Aydınlık günlerimiz”
Şiirlerinde imgeye en sık başvuran
şairlerden biri olan Cahit Zarifoğlu bu dizelerinde."toprak beşikle"
sosyal yaşamdan, insanlardan bahsediyor ve sosyal yaşam dinginleştiğinde boşta
kalan ellerimizin yani bizim biraz uzağımızdaki dünyanın bizi güzel anlardan
zorla çekip çıkarmak istediğine vurgu yapar ve güzel günleri yakalamak için
koşan insanın önündeki engellere vurgu yapar imgeleriyle.
Bir başka şiirinde de;
“çıkıyor gibiydi sanki sesleri
Kaya döşeli ağızlarından
devlerin” diyen Zarifoğlu bir yolculuk masalında yüksek kayalarla insanların
anlık ilişkisine gel-git ine dikkat kestiriyordu okuyucuyu.
Şiirin kalelerinden biri olan Jacoues
Prevert de bir şiirinde şöyle der;
“uyudum mu açıyorum gözlerimi
bahçelerinde uykunun
tutunuyoruz eli elimde
yeşilinde
sonsuzun
dolaştırıyor beni uzun
boylu güzel şeyler göstermeye” (Ay
Operası)
Prevert “uykuda gözü açmak” gibi
bir deyimle sevgilisiyle uykuda buluştuğunu, onunla el ele sonsuz yeşillerde
gezindiğini ve sevgilisinin ona uçsuz bucaksız güzellikler göstermek istediğini
vurgulamak ister bu dizelerinde. Burada uyku-rüya gerçekliğinden yola çıkarak
rüya soyutluğundan, somut olan sevgiliye, oradan da hayal dünyasına yol alır. Ve
böylece sevgilisine olan derin özlemi, onunla buluşma isteğini gerçekçi kılar.
İmge için çıkış noktası açısından
belirli modern ayrımlar yapılabilir. Örneğin şizofren imge ve sanatsal imge
betimlemeleri modern şiirin tanımlamalarında kullanılır hale gelmiştir.
Şizofren imge, dışsal kaynaklı ve bireysel dert tasa ve çelişkileri dışavurumda
kullanılan imgedir. Böyle bir imgeyi algılayabilmenin yolu o kişinin yaşamına
inmektir ancak. Bu tür imge, kişinin kendi durumundan ortaya çıkar ama ortaya
çıkan şeylerde kişinin kendi içsel durumlarıyla birlikte, başkalarının
kendisine dıştan uyguladığı edimler vardır.
İmge işlevi açısından bazen
simgeyle (sembol) de karıştırılır. İmge ile simge (sembol) arasında belirgin
bir fark mevcuttur. Simge, bir sözcüğü bir başka sözcüğe taşımak durumudur.
Yani bir nevi saklanması gereken bir sözcüğün bir başka sözcük kullanılarak
perdelenmesi durumu veya tercih edilen bir şeyin; bir başka tercih edilen’le
birlenmesi durumudur. Örneğin metafizik şiirde “deniz” ruhun sonsuzluğa varmayı
amaçladığı “tanrısal evren”i simgeler. Yine sık kullanılan “ayna” ilahi aşkın
gerçekleştiği gönüldür. “Billur avize” bir simge olarak somuttan soyuta
içselleştirilmiş “zaman”dır.
İmge’de ise semboller yerine,
kişisel kendi deneyimler ya da canlandırmalar sonucu ortaya çıkan bir tür
duygunun dışa vurumu söz konusudur.
Bazı şiirlerde imge hem şairin kendi
deneyimini ve iç dünyasını hem de “öteki”nin duygu ve düşüncelerine yönelir.
“Susarak anlattım bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak
Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı”
Akif İnan “Zaman” adlı bu şiirinde her
dizesinde var ettiği imgelerle hem kendinin yaşamakta olduğunu anlatır, hem de
“öteki”nin içinde bulunduğu olası durumları imgelerle ortaya koymaya çalışır. Bir
başka şiirinde de;
“Soyundum çileye dönmemesine
Bilendim ışıktan gözyaşlarıyla
Acılar umudu buldurur bize
Bir zırha büründüm bu çağa karşı
Edep senin sabır benim derimdir
Askerler üretir sessiz ve derin”
diyerek, yine bu doğrultuda
örnekler sunar.
Burada şair çıktığı kutlu
yolculukta kararlı olduğunu, içinde bulunduğu çağın ne derece zorlu olduğunu
bildiğini belirterek, kendini çağın bu sorunlarına karşı hazır hale getirdiğini
vurgulamaktadır.
Kendisini ve bağlı olduğunu
imgelerle tarif eden İnan, kimsenin dikkatini çekmeyen bir atmosfer içinde
çağın kötülüklerine karşı yapılan olumlu yönelişlere dikkat çeker.
“Sen esirliğim ve hürriyetimsin
Sen çıplak bir yaz gecesi gibi
yanan etimsin.”
Dizelerinde de Nâzım Hikmet
sevgilisinin kendisinde yarattığı etkiyi simgelerle dile getirmekte, kendinin
içinde bulunduğu durumu sevgiliyle bütünleştirmektedir. Bütün acılarının
kaynağına sevgilisine olan aşkı yerleştirir bu dizelerinde.
Bazı şiirlerde imge ve simge iç
içe geçmiş durumdadır.
“İstanbul bir denizdir lâle gemileriyle
taşınan
Savaşlara, üzüntüye ve çocuklara
taşınan,
Silahlara sandıklara
saklandıkları evlere,
Ve insanlara, açıkça yaralanan;
İstanbul bir sudur akşamların
aradığı”
Ülkü Tamer’in “İstanbul” başlıklı
şiirinin dizelerinde kullandığı İstanbul, lâle, çocuk sözcükleri eskiyi
çağrıştıran birer simge, su temizleyici ve arındırıcı özelliğiyle dinginliği çağrıştıran
imgedir. Üzüntü ve çocuk birlikte yan yana düşünülmeyecek iki zıt kavram gibi
görünse de şair bu dizelerinde birbirinin dramatik karşıtlığından beslenen bir
kurguyu tercih etmiştir.
Şiirde imge, her ne kadar şairin
bilinciyle örülmüş ‘us’ dışı bir söylem olarak ortaya çıksa da; şiirle var
ettiği gerçeklik onu us’sal bir duruma sokar. Sonuçta us’la iç içe geçmiş
mantık-duygu birlikteliği oluşur. Eğer, şiirde imge, mantığa dayanmıyor bir
gerçeklikten gücünü almıyor veya bir gerçekliğe yaklaşarak örülmüyorsa ortaya
çıkan şey şiir olmaz.
Wellek; imgenin şiirdeki yerini
belirlerken,“Bir şiir konu veya tema bakımından değil de, nasıl bir söyleyişe
sahip olduğu açısından irdelendiğinde istiare, sembol ve mitle birlikte şiirin
merkezî yapısını kuran dört temel öğeden birisini de imge oluşturmaktadır.”der.
Şiirsel imge şiirin gücünü
artıran bir öğe olarak önümüze çıkarken onu düşünsel imge gibi göremeyiz. Çünkü
şiirsel imge bir somutlandırma aracıyken, düşünsel imge bir soyutlandırma
aracıdır.
“Sevgililerinize de
Verin bunu oğullarım
Buğday şiirle yetişti
alınteri bağlamında”
diyen Nuri Pakdil, şiire
yüklediği imgesel anlamla onu başağa yani insanı var eden üretime denk tutuyor.
Bunun nesilden nesile anlatılması gereken bir gerçek olduğunu vurgulayan Pakdil,
bu şiirinde imgelerle bir düşünce aktarımında bulunuyor.
Düşünsel imgeler bir benzeştirme
olarak us dünyamızda yerini alırken, şiirsel imge somut benzeştirmelerden
uzaklaşarak ötelerden bir gerçeklik çağrışımı yaptırır ve bir somutluk üretir.
Örneğin; dünyanın biçimini topa benzettiğimizde bu bir düşünsel imgedir, dünya
yerine topu kullanarak bir düşünsel çağrışım yapmış oluruz, ancak bu imgeyi
alarak salt şekliyle şiir için kullanamayız. Eğer dünya’yı çağrıştıracak bir
şiirsel imge kullanmak isteseydik, “havası iniyordu dünyanın” diyebilirdik. Burada
kullandığımız “havası inme” imgesi bize, dünyanın yavaş yavaş yaşanmaz hale
geldiğini, cazibiyetini kaybettiğini anlatmış olan bir gerçeklik sunardı.
Şiirsel imge “benzeştirme” ve
“eğretileme” de değildir. Bunlar daha dar kalıplı anlatımlar olduğu gibi, daha
mekanik imkânlar sunarlar şiire. Şiirsel imgenin bunlara ihtiyacından
bahsetmekten daha çok, benzeştirme ve eğretilemenin imge üzerinden ifade
edilmesi söz konusudur. Çünkü yalnızca bir şiirsel imge üzerinden bile şiiri
var etmek mümkündür.
Şiirsel imge ile absürd söylem
arasında bağ kuranlar da bir başka yanlışlık içindedirler. Mantıktan
soyutlanmış bir duyguyla şiirsel imge’ye ulaşılamayacağı gibi, duygudan
soyutlanmış bir mantıkla da şiirsel imge’ye ulaşılamaz. Şiirde imge, soyuttan
yola çıkarak kendi gerçekliğine dayalı yeni bir varlık oluştururken,”saçma” her
hangi bir mantığa dayanmaz.
Şiirde sembol gibi alegori (yerine)
de imgeye yakın kullanıma sahiptir. Şiirde sembol(simge) nesnel gerçekliği
görüngülerle somutlaştırmak amacıyla kullanılan bir araç olduğu için bir çeşit
imgedir. Ancak, şiirde sembol doğrudan bir gerçeklik oluşturmak yerine
benzeştirme metoduna daha yakındır. Genel anlamda sembol, kendi başına bağımsız
bir benzeştirmeden yola çıkmakta, sonra çağrışım üzerinden bir tarz
oluşturmaktadır.
Şiirde alegori ise görüngelerle
bir gerçeklik oluşturması nedeniyle bir imgedir. Alegori asıl nesne ya da
ilişkinin karşılığında başka bir nesne koyarak kendine ait yeni bir görünge
oluşturur. Alegori sembolden farklı olarak benzetme ve eğretileme gibi
ussallığa dayalı bir dil oluşturur ama bu dil şiirden daha çok masal türünde
işlerlik sağlar. “Kral aslan, aptal karga” gibi nitelendirmeler alegoriye uygun
nitelendirmeler olup, bir tür masalımsı imgelerdir. Alegori o nedenle daha çok
mitolojilerde kullanılmaktadır.
Son olarak şunu söyleyebiliriz; Şiirde
imge vazgeçilemez bir gerçekliktir. Her kim ki şiirlerini geniş imgelerle kurma
yetisine sahiptir; o, dile hâkim, yetkin bir şairdir.
“İmgelem gücünün gelişmesi
toplumsal değişime bağlıdır; onlar karşılıklı olarak zorunlu kılarlar
birbirlerini. Dünyayı imgelem değiştirir. İmgelemsiz şair, imgelemsiz kaşif,
mucit ve hatta devlet adamından çok daha fazla değil artık. Bu dünyanın
kraliçesi imgelem, ilerlemenin annesidir” (Paul Eluard-Ozan ve Gölgesi-Bugün
Şiir. s.141)
İlhan Berk’in imge üzerine yazmış
olduğu aforizmaları aktararak kapatalım konumuzu:
İmge sözsel olanı duymaz.
Bir dolaylı yollar yolcusu.
İmgeler düşüncenin olduğu yerde
susmayı yeğlerler.
Görünmeze doğrudur çünkü
imgelerin yolculuğu.
Varlığın gölgesi mi diyordu
Levinas?
Elma dediğimde usumda kalandır
imge.
Gündelik, verili dile arkasını
döner.
Anlamı bilmez imge.
Niçin bilsin.
İmadır imge.
Şiirde her şeydir.
Semiha KAVAK
Temrin Dergisi
25 Haziran 2014 Çarşamba
23 Haziran 2014 Pazartesi
PAVESE İLE SON GECE SÖYLEŞİSİ
bir
otel odası yanlışlığı başlıyor
çevirip
çevirip okuyoruz aynı geçmişi
dünya
iyileşmiyor, dönüp geldiğimiz kapılarda
aşk
iki kere mağlup. çok geçtik bu meydanlardan
bu
unutma provalarından
bütün
anılardan silinmek arzusuyla
günlükler,
şiirler, üst üste söz savaşları
bir
gölgelik yerimiz kalıyor, göğe ıslık
boyu
kadar uzak. nelerden vazgeçmiyor ki insan
en
çok da kendine dönmekten
biz de duruyoruz
geceyi duymak için
gül
şenliğinin sustuğu yerde
bir
cümle daha kuralım, hazırız vedalaşmaya
zaman,
hızla geçilen yolların annesi
biliyorum,
uğursuzluk diyecekler
arkamızdan
dökülen yüzler için. kâbus günleri
yağmurlu
taşlar, aklımız bembeyazken
yan
yana geçtiğimiz sokaklar
bir
kuşun ağzında senli benli
yaz,
tuz ve üç kara kutu. yorgun bir sesle perdeyi
titreten
rüzgâr, orada güne ait her şey, kıyılar
ayrı
fotoğraflara bakıyorsak da bu gece
külümüze
üfleyen keder aynı. uzun öyküler
giriyor
rüyamıza, açelyalar, anıt mezarlar
yoklukla
varlık sarışın bir babadan doğuyor
perdeyi
çektik, karanlığı içimize
ne
diyorduk, bir otel odası yanlışlığı başlıyor
ve
herkese bir bakışı var ölümün, ah! pavese
ömer turan
Kış Uykusu
'Kış Uykusu'ndaki o yeşil tornavida gibiyiz. Her an bir işe yarayacak gibi ortada ama hiç bir şeyi tamir edemeyecek kadar yetersiz...'
22 Haziran 2014 Pazar
Böyle Buyurdu Zerdüşt
Kendinizin üzerinde seveceksiniz günün birinde! Bu yüzden önce öğrenin sevmeyi!
Bu yüzden de içmelisiniz sevginizin acı kupasından!
En iyi sevginin bile kupası acı doludur!
Nietzsche
Türk Sineması ve Tiyatrosunun Tanrıçaları
Türkiye’nin sinemayla tanışmasının pek
kolay başladığını söyleyemeyiz. Türkiye, sosyolojik olarak Müslüman Türk
kadınlarının temaşa sanatlarında ön planda görünmesine henüz hazır değildi. Bir
gün bu muhafazakâr kapalılık, yüzünün perdelerini halkına açacaktı. Müslüman
Türk kadınlarını Ermeni kadınlar canlandırırken, 17 yaşında genç bir kadın
bütün toplum yasağına rağmen sahneye çıkma cesaretini gösterdi. Adı daha sonra
‘Afife Jale’ olarak anılacak olan bu kadının yürüyeceği yol, pek rahat
olmayacaktı. Darûl Beda-i’ deki oyunları polis tarafından basılıp, sahneye
çıkmaması kendisine tembih edilmesine rağmen, Afife Jale sahneye çıkmaya devam
etti. ‘Tatlı Sır’ adlı oyunu polis tarafından basıldığında arka bahçeden bir
suçlu gibi kaçırıldı. Resmi kanunda böyle bir yasak olmamasına rağmen polis,
toplum baskısını uygulamaya çalışıyordu. Afife Jale sahneye çıkmaya devam
edince İçişleri Bakanlığı yayınladığı bir resmi bildiriyle Müslüman Türk
kadınlarının sahneye çıkmalarını yasakladı. Afife Jale bu yasağa da uymayıp
sahneye çıkmaya devam edince yakalanıp, tekrar tekrar hapse atıldı. Bu kadar
sık hapse girip çıkması sağlığını olumsuz yönde etkiliyordu. Darûl Beda-i
yöneticileri devlet baskısına dayanamayarak Afife Jale’ nin ücretli görevine
son verdi. Yaşadığı maddi sıkıntılar Afife Jale’ de şiddetli baş ağrıları
yaratmıştı, çektiği azabı azaltmak adına doktorun yaptığı morfine bağımlı oldu.
"Nereden
Sevdim O Zalim Kadını"
1923 yılında Cumhuriyetin kurulmasının
ardından Atatürk, Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağını kaldırdı. Anadolu
tiyatro ekibiyle, Anadolu turnesine çıkan Afife Jale’nin sağlık durumu iyice
bozulmuştu. Bu yüzden tiyatroyu bırakmak zorunda kaldı. Ünlü Tamburi ve
bestekar Selahattin Pınar ile tanışıp evlendi. Bu aşktan çok ünlü besteler
çıkacaktı : “Nereden sevdim o zalim kadını” gibi. Sağlığı günden güne kötüye
giden Afife Jale, henüz 39 yaşındayken vefat etti. Bir ülkenin kapanmış sahne
kapılarını açan, sahne sanatlarının Jan Dark’ ı adına düzenlenen ve
gelenekselleşmiş hale gelen ‘Afife Jale Tiyatro Ödülleri’ her yıl sanatçının
anısına düzenlenmektedir.
Son
Yolculuk!
Afife Jale, kimsesizliğin, terk
edilmişliğin, yoksulluğun son durağı Balıklı Rum Hastanesi’nde bir deri bir
kemik veda etti hayata…Ölümü gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi
katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti.
Unutuldu. Selahattin Pınar, Afife’ nin ölümünün ardından paraladı kendini…Nice,
hicran dolu besteye imza attı. Son katıldığı radyo programında ‘Hatıralar’
şarkısını seslendirdi; ‘Beni de alın koynunuza hatıralar/Dolanıp kalayım bir an
boynunuza hatıralar…’ Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine gitti,
doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı donattı. Rakısını
yudumlarken, son nefesini verdi. ‘Her yıl ölüm yıldönümümde mezarıma bir büyük
rakı dökün.’ Diye vasiyet etti. Son yolculuğuna mezarlıkta kendi bestesi
çalınarak uğurlandı; ‘Söndü yadımda akisler gibi aşkın seheri…’
Büyük
Bir Oyuncu
Afife Jale sahneye çıktığı ilk geceyi şu
sözlerle anlatıyor: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği
güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama
sahnesi… Orada taşkın bir saadetle ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı;
açıldı, bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat
Bey) kuliste bekliyormuş; ben çıkarken
durdu, alnımdan öptü: ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o
fedaisin’ dedi.
1987 yılında, fotoğraf sanatçısı Şahin
Kaygun, Müjde Ar’ ın başrolde oynadığı,
Afife Jale’ nin hayatını anlatan ‘Dolunay’ filmini çekerek, bir nevi
Afife Jale’ nin yaşantısını günümüze aktarmış ve bu büyük oyuncuyu yad
etmiştir.
Afife Jale’nin Müslüman kadın
oyuncuların sahne yasağını kırmasından sonra onun yarattığı bu zeminde,
Müslüman Türk kadınları oyuncu olarak Darûl Beda-i’de görülmeye başlandı. Bedia
Muvahit, Şaziye Moral gibi kadın oyuncular mesleklerini özgürce icra
ediyorlardı. Atatürk’ün kadın haklarını destekleyici yaklaşımı Afife Jale ile
sınırlı kalmamış, 1934′te kadınlara ‘Seçme ve Seçilme Hakkı’ nı vererek devam
etmiştir. Atatürk bununla da yetinmeyip Türk Edebiyatının altın dönemini
yaşatacak olan insanlar yetiştiren Köy Enstitülerini kurmuştur.
"Bataklı
Damın Kızı Aysel"
Cahide Sonku, Türk Sinemasının bir
dönemine damga vurmuş, kimine göre ‘Azize’ kimine göre de ‘Tanrıça’ diye
adlandırılan Cahide Sonku devri yaşanmıştır. 16 yaşında Darûl Beda-i’ye giren
Sonku, İstanbul Şehir Tiyatrolarının star oyuncusu olmuştur. Dönemin tiyatro
dünyasının tek adamı, Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini yaptığı “Söz Bir Allah
Bir” filmiyle Cahide Sonku, 1933′te sinemaya adım atmıştır. Ünü hızla artıp,
peş peşe filmlerde oynadıkça herkesin görmek, dokunmak, konuşmak istediği bir
star olmuş; Tanrıçalık mertebesine erişmiştir. Fakat bu büyük ün, Sonku’ nun,
Muhsin Ertuğrul ile çatışmasına neden olmuştur. ‘Bataklı Damın Kızı Aysel’ adlı
filmiyle ünlenen Cahide Sonku, Türk Sinemasında adeta bir fetiş olmuştu. Hemen
her filmde, erkeklerin kalbini kırıp kaçan güzel kadın rolüyle hayranlarının
karşısına çıktı. Baş döndürücü yükseliş Cahide Sonku’ ya büyük yanlışlar
yaptırmaya başlatacaktı. Tanrıça, tiyatro provalarına geç gelen, daima alkol
alan ve küstah bir kadına dönüşmüştü. Rivayete göre, bir gün Cahide Sonku tiyatroya gelir ve yine
Muhsin Ertuğrul sarhoştur, Muhsin Ertuğrul onu provaya almaz ve tiyatrodan
kovar. Buna çok alınan Sonku, çok zengin olan fabrikatör İhsan Doruk’tan
tiyatro binasını satın almasını ve ruhsatı kendisine vermesini ister. Bir zaman
sonra Cahide Sonku tiyatroya gelir, prova
yapmakta olan Muhsin Ertuğrul’ a elindeki ruhsatı göstererek “Sen beni
tiyatrodan kovmuştun, şimdi ben seni tiyatromdan kovuyorum” der. Muhsin
Ertuğrul hiç reaksiyon göstermez, sessizce portmantoya gider, paltosunu alır ve
fötr şapkasını kafasına koyarak Cahide Sonku’ya döner: “Siz tiyatroyu satın
almadınız, bu binayı satın aldınız. Benim tiyatrom nerede oynanıyorsa, orası
benim tiyatromdur, buyurun, şimdi binanızda güle güle oturun” der ve çıkar,
arkasından da tüm oyuncular tiyatroyu terk ederler. Cahide Sonku sahnenin
ortasında, yalnız başına kalakalmıştır…
Anadolu'da
Tiyatro Turneleri
Cahide Sonku, o dönemin tiyatro
starlarından Talat Artemel ile evlenip ayrılır. Daha sonra Fabrikatör İhsan
Doruk ile evlenen Sonku’ nun bu evlilikten Ender adında bir kızı olur. Sonku’
nun kızı Ender Doruk bir müddet sinemaya devam etse de -ki bunların bazılarında
kamera asistanıydım, evlenip sinemadan uzaklaşmıştır. Cahide Sonku, İhsan
Doruk’tan boşandıktan sonra, çılgınca, fırtınalı bir aşk yaşayacağı şair,
aktör, yönetmen Cahit Irgat ile yolları kesişir. Beraber Cahitler Tiyatrosu’nu
kurarak Anadolu’da tiyatro turneleri yapmışlardır. Uzun yıllar süren bu
fırtınalı beraberlik bir gün her ikisinin de yollarını ayrılmasıyla son
bulmuştur…
1950 yılında Sonku, kendi film şirketini
kurar. Filmlerin bir kısmını kendisi, bir kısmını da şair Orhon Arıburnu
yönetir. Cahide Sonku eşi Talat Artemel ve Sami Ayanoğlu ile birlikte ‘Vatan ve
Namık Kemal’ filmini yönetir. Yıldız
Dergisinin 1951 yılında açtığı yarışmada Vatan ve Namık Kemal ‘En İyi Film’ ,
Cahide Sonku da ‘En İyi Kadın Oyuncu seçilir.
Filmlerin
Çoğu Kül Oldu
Beklenmeyen son, “Beklenen Şarkı”
filminden sonra gelir. Zeki Müren’ in yükselişine karşın bu filmden kazanılan
başarı ve ün, Cahide Sonku için sonun başlangıcı olur. Cahide Sonku’ nun
tiyatroya yeniden dönme çabaları sonuç vermez.
O dönemde bütün film şirketlerinin negatifleri ve kopyaları Kasımpaşa’da
bir depoda saklanırdı. Bir gece bu depoda çıkan yangınla filmlerin çoğu kül
olmuştu. O dönemdeki filmlerin kimyasalında yanıcı madde bulunduğundan, filmler
çıra gibi alev almıştı. Bu yangında Türk Sinema Tarihinin temelini işgal eden
birçok film yok olmuştur. Bu yangında kendisine ait olan tüm filmler yandığı
için, bütün mal varlığı giden Cahide Sonku iflas eder. Türkiye’de bugüne kadar
hiçbir tiyatro ve sinema oyuncusu Cahide Sonku kadar şöhret ve servetin
şahikasına çıkamamış ve yine hiç bir ünlü yıldız onun kadar sefalet ve yokluk
çukuruna birden bire inmemiştir. Bir zamanlar memleketin en güzel ve en zengin
sanatçısı olarak yaşayan Cahide Sonku milyoner kocalarını ve milyonlarca lira
kâr getiren film firmalarını kaybetmiş, yanında çalışan en fakir kimselerin merhametini
çekecek hale düşmüştür.
Sinema
Tarihine İlk Kadın Star
1979 yılında Sinema Yazarları Derneği,
düzenledikleri bir törenle Cahide Sonku’ya hizmet ödülü sundu. Cahide Sonku
1981 yılında Alkazar Sinemasında fenalaştı; 64 yaşında öldü. Cahide Sonku Türk
Sinema Tarihine ilk kadın star, ilk kadın yapımcı ve ilk kadın yönetmen olarak
damgasını vurmuştur. Ölmeden önceki son sohbetlerinden alıntılar yaparsak;
birinci kocası Talat Arseven’ den içkiyi, ikinci kocası İhsan Doruk’ tan gücü
ve sadakatsizliği, üçüncü hayat arkadaşı Cahit Irgat’ tan da aşkı ve starlığı
öğrendiğini söyleyen Cahide Sonku, seçimleri ve tercihleriyle hem yenilgilerin
hem de zaferlerin kadını olmuştur. Kadın kahramanların, azınlıkta ve hatta o
dönemde nerdeyse hiç olmayan sinemamızda Cahide Sonku, apoletleri sökülmüş bir
general gibi, starlık düşleri kuran, star kalabilmek için her yol mübahtır
diyenlerin karşısında, Cahide Sonku, kendi yaşamına işaret etmiştir.
Aytekin Çakmakçı
Ayna İnsan Sayı: 11
20 Haziran 2014 Cuma
Bir Aşkın Somutluğu Üzerine
Ben bu kış değildim
Önceki kışlardan biriydim
Adam veya kadın gibi kışlardan
Öyleydi
Üstü başı açık soğuklardan gelmiştim sana
Bildiğin tüm kelimelerin tekillik halleri gibi soğuk
Ve bilmediklerin gibi de soğuk…
Her haline yaşamak denirken dünyanın
Ona denmezdi
Yeni ben, bilesin diye kayıt düşüyorum:
Bu güneşli kışlardan değilim.
Kışını gömmüş bir katil...
Şu gözlerimin rengini bana diyen olmadı
Karım her gün ayrı bir rengin ismiyle çağırıyor:hep sıcak
Hanidir aşktan bahseden şairler de yazamaz oldu
Ölmek bir kere, unutmak sonsuz yara…
Bütün iyi şiirler yazıldı
Hem de her dilde
Sen zaten şiirisin hepimizin
Dediklerimiz hep aynı, hep aynı,hep…
Bu vakitten sonra aşk diye yaşadığım:
İkiye biçip ruhumu seni gömmek her yanıma…
İshak Altundağ
Ayna İnsan Sayı: 11
Yazarının Lanetlendiği Kitap
60 Yıl Sonra, gerçek yazarı tarafından lanetlenmiş, edebiyat dünyasındaki pek çok isim tarafından ise aforoz edilmiş bir yazarın “kitabı."
Kitabı sözcüğünü tırnak içine almamızın nedeni bu kitabın gerçek anlamda ana karakterinin kurgusunu yapanın, düzenleyenin o kişi olmaması yatmaktadır.
Edebiyat tarihinde devam (sequel) niteliğinde yazılan eserlerle başlayan tartışmalar oldukça fazla. Devam romanlarının tarihine bakıp birkaç örnek verecek olursak; Mark Twain’in romanı Huckleberry Finn’in devamı, 2007 yılında Finn adıyla Amerikalı romancı John Clinch tarafından yazıldı ve eleştirmenler tarafından övgüye değer bulundu. George Orwell'in 1984 adlı romanı ise, Macar romancı György Dalos tarafından 1985 adıyla sürdürüldü.
Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanının devamını yazdığı için Françoise Ceresa mahkemeye verilerek yüklü bir tazminat talebiyle karşı karşıya kaldı. Ancak Fransız mahkemesi Hugo’nun ölümünden 50 yıldan fazla bir zaman geçtiği ve kitap artık kamu malı sayıldığı için Ceresa’nın lehine karar verdi.
J.D. Salinger İrlandalı bir anne ve Yahudi bir babanın çocuğu. 1951 yılında basılan “Çavdar Tarlasında Çocuklar” (Gönülçelen) adlı kitabıyla okuyucuların yoğun ilgisini çeker, fakat kitap bazı ülkelerde içerdiği argo yüklü dili yüzünden yasaklanır. Daha sonra “Franny ve Zooney”, “Dokuz Öykü” ve “Yükseltinin Tavan Kirişini Kıranlar” adlı kitapları yayınlanır. Salinger, gözlerden uzak yaşantısı ve eserlerinin yayımlanması konusundaki inatçı tutumuyla dikkat çekerek, edebiyat tarihinde “gizemli yazar”lardan biri olarak hatırlanmaya devam edecektir.
İsveçli yazar Frederick Colting, Salinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabının başkahramanı Holden’in hikâyesini yeni bir kurguyla yeniden kaleme alır. Üstelik J.D. Salinger’e benzer bir isim olan J.D. California takma adıyla.
Yazın dünyasında etik açıdan pek de hoş karşılanmayan bu durum karşısında zaten fazlasıyla katı tutumuyla bilinen Salinger eserlerini korumak adına bu devam kitabının izinsiz yazılmasıyla ilgili bir dava açar. Colting’in röportajlarında bunun bir devam kitabı niteliğinde olmadığını, iki romanın birbirinden çok farklı olduğuna dair açıklamalarını öne sürmesine rağmen kitabın satışı durdurulur. Fakat bir süre sonra Colting’le birlikte farklı yayın gruplarının da açıklamalarıyla kitap raflarda tekrar yerini alır.
Colting’in 60 Yıl Sonra adlı kitabı, vasat bir hikâye olmakla birlikte yine de Salinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar kitabıyla bağlantılı olması bakımından okuyucuyu kitaba götüren en önemli detay olarak görülebilir.
Colting, 60 Yıl Sonra adlı kitabında Holden Caulfield’ı kendi ağzından iki ayrı anlatımla kaleme alır.
Kitap, Caulfield’ın bir yaşlılar yurdunda uyanışıyla başlar. Tanımadığı bir odada bir rüyada olduğunu sanarak, neye inanacağını bilemeyen bir yabancı gibi hisseder kendini.
“Neredeyim ve bu daireye nasıl geldim? Belki bir yangın çıkmıştır, herkesi acilen tahliye etmek zorunda kalmışlardır ve beni uyandıramayınca tutup buraya taşımışlardır. Bu mümkün; ama yin ede hangi cehennemdeyim ben?”
Aynaya baktığında yaşlandığı fikrinin üzerinde sorgulamaları yoğunlaşır. Artık öğrenmesi gereken daha çok şey olduğuna inanır. Şimdiye dek hiç düşünmediği, hissetmediği duygularla karşı karşıya kalır.
“Sanırım yaşlılığı, artık kimsenin umurunda olmayan metruk bir ev gibi düşünebilirsiniz. İnsanların gıcırdayan döşeme tahtalarını ve yağmur sızdıran çatısını onarmak yerine yıkılmaya terk edeceği türden bir ev. Ama yine sanırım ki, kendiniz yaşamadan bunun nasıl bir şey olduğunu asla tam olarak anlayamazsınız.”
Oğlu Harry tarafından Yaşlılar Yurdu Sunnyside’e yatırılan Mr. C., içindeki gitme düşüncesini her geçen gün yoğunlaştırarak buradan kaçmaya karar verir. Kapıdan çıkarken son sözleri gelir aklına; “Güneye uçuyorum. Lütfen Harry’ye iletin!”
Şimdi New York sokaklarında kendisiyle birlikte her şeyin eskisi gibi olmadığını görmek ona acı verecektir. Eskiden oturduğu yere gelir, ailesiyle geçirdiği eski günlerini hatırlar. Artık her attığı adımda geçmişiyle olan bağın sorguları peşini bırakmaz. Hayata karşı farkındalığı eskisinden daha yoğun hale gelir. Hazin kararsızlıklar içinde yaşlılığın zorluklarının belki de birçok şeyi aniden önemsiz bir hale getirebildiğini düşünür; “Belli bir yaştan sonra bir şeylere önem vermeyi bırakıyorsunuz. Bu berbat bir durum doğrusu, ama gerçek işte. Yaşlılar seviyor bunu; bahse girerim ateşe atsanız bağırmazlar bile.”
Böyle bir kurgunun Salinger’in devam kitabını zorunlu kılması gerekmezdi. Dolayısıyla bu kitap, yasak kitaplar arasından çıkmak yerine kendi serüvenini kuran ve yaşayan okura tattıran bir kulvarda ilerleyebilirdi.
Çünkü çok çetrefilli bir kurgusu yok. Ve vasat olarak algılanan ve öyle yorumlanan böyle bir kitabın yazın dünyasındaki etik olmayan kulvara sokulması da gerekmezdi. Bu yönüyle kitap herhangi bir orjinalliği olmayan kurgusuyla okurun karşısına çıkıyor.
Semiha KAVAK
http://www.timeturk.com/tr/2010/12/13/yazarinin-lanetlendigi-kitap.html#.U5x7E_l_utY
19 Haziran 2014 Perşembe
18 Haziran 2014 Çarşamba
14 Haziran 2014 Cumartesi
Kişilik
çıplak ayaklarımla geçeceğim yerler de oluyor önümde
ateşe inanıyorum ateşin sarıp sarmalayıp yok etmesine
karanlıkta uyuyamayan ilaçlar biliyorum.
uyudukça serpilen acılar
iki dudağının arasındaki aşk oluyorum bazen
bazen bir ırmağın kenara bıraktığı kuru dal
biraz Eylül yakışıyor bana biraz Mayıs
bir yıl kaç günden oluyor bilmiyorum bir ay kaç günden
yaşam kaç günden oluyor sevgilim bilmiyorum
nasıl birikiyor sözcükler dokundukça
ne çok öğretiyorlar acıyı sırayla
biliyor musun sevgilim herkes aşkı bir duygu sanıyor
oysa sevgilim; aşk bir duygu değildir
sevgilim
aşk
bir kişidir
Abdullah Eraslan
TANRININ KURALTANIMAZ KULLARI
OSMANLI COĞRAFYASINDA SAPKIN TOPLULUKLAR
Türklerin 10.yüzyılın başında
İslamiyeti kabulünden sonra gerek tasavvuf dünyasında gerekse Orta Asya’nın
Şaman inancında varolan birtakım tasavvufî eğilimlerin en damıtılmış halini İç
Asya Türkmenistanı’nda görebiliriz.
Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler.
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler.
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.
Türkmenistan’da bu gruplar akınlar halinde Cengizhan’ın Moğol istilası ile birlikte bir hareketlilik göstererek, Batıya doğru göçle İran’a geldiler.
Zerdüşt bir yapıya sahip olan İran bu yapıyı çok fazla tolere edebilecek kapasitede olmadığından, İran’ın kuzeyinden yol alarak Anadolu’ya geçen bu gruplar Anadolu’da Rum kültürüyle birlikte bir sentez oluşturarak senkretik bir yapı meydana getirdiler.
İleride İslam heterodoksisini oluşturacak olan bu yapı aslında o dönemin bu akınlarıyla Anadolu’ya geçen kişilerin attıkları tohumun bir sonucudur.
İçerisinde tarikatlar, dervişler,
şeyhler ve babaların bulunduğu bu yapı, büyük bir zühd hareketi eşliğinde akınlar
yaparak, aynı zamanda Hint’ten getirdikleri tasavvuf edebiyatını ve düşüncesini dinle
bütünleştirerek halk arasında yaymaya başladılar.
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Hatta bu dönemde Müslüman olan din bilginlerine keşiş dahi denmiştir. Öylesine bir sentez oluşturmuşlardır ki “biz” kavramının yok olup “hepimiz” kavramının varedilmeye çalışıldığı bir senkretik yapı içerisinde bu bütünlük sağlanmaya çalışılmıştır.
Fakat bu dönemde birtakım sapkın
tarikatlar da baş gösterir. Zahidlik yoluyla baş gösteren bu hareket “Zühd
Hareketi” adını alır. Bu tarikata mensup olanlar; derviş görüntüsü altında,
hayatta hiçbir çaba göstermeden dilenerek insanlardan yiyecek ve giyecek alan,
fakat bunu asla biriktirmeyen, çoğu yalın ayak, tıraşsız hatta bazıları
punkçılara benzeyen saç modelleri ile sıra dışı olan kişilerdir. “Sapkın
derviş, bir yalnızlık yaşamı gütmek için vahşi doğaya çekilmiyor, tersine
amansız toplum karşıtı etkinliğiyle toplumun Tanrıya ulaşma başarısızlığını
ayıltıcı bir biçimde eleştirmek amacında olduğu için kendisine toplumun
kalbinde ‘toplumsal bir vahşilik’ yaratıyordu.”
Zahidlerin temel felsefesi ise
şudur; “Yeryüzündeki her şey herkesindir… Bunun için hiçbir şey hiç kimsenin
değildir.”
Bunun da temelinde İslam
kültüründeki “Yeryüzündeki her şey insanların mirasıdır.” anlayışının olduğunu
görüyoruz. Çünkü hiçbir şeyi mülkiyet olarak kabul etmezler.
Bu hareketin içerisindeki
tarikatlardan en önemlileri ise Kalenderiyye ve Haydariye tarikatlarıdır.
Tanrının Kuraltanımaz Kulları’nda
ele alınan bu tarikatlar İslam coğrafyasında Osmanlı hâkimiyetinin olduğu
topraklarda baş gösteren Hint kaynaklı tasavvuf akımlardan en marjinal
olanıdır.
Daha sonraki çoğalmalar bu iki
gruptan oluşarak, Kalenderi ve Haydariler’in çeşitli kollarından türemiştir.
Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından
kabul edilmese de bunun kökeninde Hint mistisizmi vardır. Biz bunu kabul
etmemelerinin temelinde tek bir noktanın yattığını görürüz; Hint mistisizminin
yeterince bilinmemesi.
Kitap 16.yüzyılın ortalarına
kadar bu sapkın topluluklarla devletin nasıl mücadele ettiğini de
anlatıyor.
Toplum tarafından tutarlı
bulunmayan hareketlerinden dolayı insanların nefretine maruz kalan dilenci,
zahid ve oğlancılara bir dönem ağır cezalar veren devlet, daha çok onları
tolere etmeye yönelik meşru tasavvuf zeminlerinin içine çekme politikaları takip
ederek, onları etkisiz hale getirmeye çalışmıştır.
Ahmet T. Karamustafa, Tanrının
Kuraltanımaz Kulları isimli kitabıyla aslında Türk Tasavvuf Edebiyatında önemli
tartışmaları beraberinde getirebilecek bir çalışmaya imza atmıştır.
Fakat mevcut kültürel yapı
sessizliğe bürünmüş kendi problemleriyle meşgulken tartışma yaratacak sağlam
zeminlerde bulunmamak gibi bir eksikliği de kendi üzerinde taşımayı
başarmaktadır.
Kısaca kültürel düzlemimiz bu tür
tartışmalar için yeterli değildir.
Bu tartışmalar daha entelektüel ortamların
tartışmalarıdır.
Semiha Kavak
STAR Gazete
13 Haziran 2014 Cuma
Yedinci Sanat
Tarkovski filminden bir replikle; "Bir insan yalnızken
mi iyidir?" sorusuyla asıl iyiliğin ne olduğunu sorgular."İyilik asla
yalnızlıktan hoşlanmaz. Kalabalığa ihtiyacı vardır. Günaha, şehre, çarşıya...
Korunmaya muhtaç görünecek denli saf ve masum ruhlara, zannedildiği gibi,
zırhsız dolaştıkları için değil, zırha ihtiyaç duymadıkları için kötülük bir
zarar veremez."
Semiha Kavak / Aklın Görüntüye Teslimiyeti
Hece
12 Haziran 2014 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)