“Lili”, otantik bir Sezai
Karakoç şiiri. Öyle bir şiir ki bu, okudukça daha fazla içine çekiyor insanı.
Her seferinde farklı bir şaşkınlık yaşıyoruz, afallıyoruz biraz. Anlamaya
çalışıyoruz, lakin bir şeyler hep eksik kalıyor. “Nasıl bir şiirdir bu?” “Ne
var bu şiirde?” “Neden Mona Roza gibi tokluk hissi vermiyor da tam tersine daha
fazla acıktırıyor bizi?” Sorular çoğalıyor zihnimizde.
İlk okuduğumda biraz
etkilenmiştim, itiraf etmeliyim fazla değil biraz. Sonra tekrar tekrar okudum
bu şiiri. Her okuma yeni bir okumayı davet etti. “Kan kesilince damardan sıcak
sımsıcak kelimeler boşandı” der ya İsmet Özel, aynen onun gibi aşkın poyraz
ikliminde aldatıcı bir serinliğin yakıcı dizeleriyle karşılaştım. Hüznün
bedenlenmesi, aşkın masumiyet çığlığı, ayrılığın imkânsızlığı, yeniden
kavuşmanın heyecanı… Bu şiirde bütün bunları yakalamak mümkündür, ancak yine de
her okuma bir şeyleri ıskalama duygusu uyandırır. Belki de budur çekici kılan
Lili’yi.
Şiir dili yaratıcıdır, şairin
nev-i şahsına münhasırdır. Bununla birlikte kimileri ilk okuyuşta “Bu da neyin
nesi?” duygusuna kapılabilir. Eğer şiirin “ne”liğine ve “nasıl”lığına ilişkin
katı kalıplarımız varsa “Lili” fazlasıyla yorar bizi. Dahası her kim “Şiir
şöyle olmalıdır.” diye bir stereotip geliştirirse Lili kırar atar o stereotipi.
Şiir sesi, bu bağlamda ritmi,
müzikalitesi ve seyyâliyeti ikircikli duygular bırakır insanda. İlk anda
gözümüze ve kulağımıza çarpan aşırı redif-kafiye yükü sanki şiiri boğuyormuş
gibi görünse de, yanıltıcı bir durumdur bu. “Besbelli” “yok mu” ve “Lili” sık
sık tekrarlanır. Hatta bazı dizelerin aynen bazılarının da çok küçük
farklılıklarla tekerrür ettiği görülür. Fakat şiir hâlâ dimdik ayaktadır. Aslında
bu tarz Kur’an-ı Kerim’de var olan redif-kafiye sisteminin Lili’de hayat bulmuş
şeklidir.
Lili’nin bizi en çok etkileyen
tarafı sinema ile şiir arasındaki ilişkide gizlidir. Yurt içinde ve yurt
dışında roman ve hikâye başta olmak üzere pek çok edebi ürünün beyaz perdeye aktarıldığını
biliyoruz. Az sayıda da olsa sinemaya ilham kaynağı olan şiirler de mevcut.
Örneğin “Fahriye Abla”. Ahmet Muhip Dıranas’ın bu şiiri 1984 yılında Yavuz Turgul
tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak
“Lili” bu düzlemden konuşmuyor, karşı kıyıdan sesleniyor. Bir sinema filmi
somutlaşıyor şiirde. Burada “somutlaşma” kavramını özellikle vurgulamak istiyorum,
çünkü bu kavram ikinci yeni şiirinin en bariz özelliklerinden birisi, hatta
olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Lili’yi anlamanın en iyi yolu,
kuşkusuz yönetmenliğini Charles Walters’ın yaptığı 1953 Amerikan yapımı “Lili”
isimli sinema filmini izlemekten geçer. Başrollerde Leslie Caron, Mel Ferrer ve
Jean Pierre Aumont’un oynadığı müzikal bir dramdır bu.
Filmin karakterleri oldukça etkileyicidir,
hikâyesi de. Aynı şeyi Lili’nin öyküsünü 1954’te dizeleriyle canlandıran Sezai Karakoç’un
şiiri için de söyleyebiliriz.
Filmin başkahramanı Lili sarı saçlı,
temiz kalpli, masum, ziyadesiyle utangaç, on altı yaşlarında oldukça güzel bir
kızdır. “O küçük bir çan gibidir” der Pool, “Nasıl vurursanız vurun o saf bir
ses verir.”
“Altın saçlarını yana atışı yok mu
Lili’nin
Lili’nin yağdan kıl çekercesine
inanışı,
Lili’nin yağdan kıl çekercesine
yaşayışı yok mu?”
…
“Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili,
Gönlün soğuk sular güzel aynalar
gibi ya Lili”
Babasının ölümü üzerine şehre gelen
Lili, hayatını devam ettirebilmek için kalacak bir yer ve iş aramaya koyulur. O
sırada şehirde kurulan “Cabaret de Paris” isimli bir sirkte çalışan yakışıklı sihirbaz
Markus ile tanışır. Bu durum onun için güzel bir iş imkânıdır. Sirkte garson olarak
işe alınır, böylece yeni bir dünyaya yolculuk başlar.
“Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret
de Paris’nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin
işte Lili
Ekmek ne kadar Allah’ınsa Lili de o
kadar Allah’ın Lili”
Lili hem sihirbaz Marcus’a hem de
onun yaptığı gösterilere hayrandır. Kutunun içinden çıkan mendilin şekilden
şekle, renkten renge girişini şaşkınlıkla izlemektedir. Ancak bu izleyiş onun
işten kovulmasına sebep olacaktır. Çünkü Markus’un gösterilerini uzun süre
seyre dalınca görevini layıkıyla yapamaz hale gelir.
Lili yakışıklı sihirbaz Marcus’a
âşık olmuştur. Ancak bu, tek taraflı bir aşktır.
“Anladın ya kutunun içinden çıkan
mendil
Olamaz Üsküdar’dan geçerken bulduğun
mendil”
Üsküdar’dan geçerken bulunan mendil,
aşka davet bildirir, hâlbuki sihirbazın mendili sadece bir aldatmaca, sadece
bir illüzyondur. Markus’un şekilden şekle, renkten renge bürünen o mendili
ilan-ı aşk içermemektedir.
Lili’ye gönlünü kaptıran sihirbaz
Markus değil kuklacı Pool’dür. Dıştan bakıldığı zaman kaba saba, sevimsiz,
öfkeli ve oldukça sert bir görünüme sahip olan Pool savaşta yaralanıp sakat
kalmadan önce çok iyi bir dansçıdır. Ancak sakatlanınca dans edemez olmuş, geçimini
sağlamak için sirkte kukla oynatmaya başlamıştır. Belki de öfkesi ve kızgınlığı
bu yüzdendir. Durumu kabullenmekte zorlanmaktadır. Karşıt tepki geliştirme
savunma mekanizması kullanarak “içi başka,
dışı başka” bir görüntü vermektedir. Gerçekte müşfik, adil, dürüst ve iyi
niyetli bir insan olmasına rağmen bütün bu iyi özelliklerini bastırmakta,
dışarıya sert mizaçlı, küfürbaz ve kaba bir insan görüntüsü vermektedir. Belki
bu da bir dikkat çekme biçimidir. Kuklaları çok güzel oynatmaktadır. Bu işte
oldukça ustalaşmıştır. Bedensel eksikliğini mesleğini icrada profesyonelleşerek
ödünlemektedir.
Lili’nin işten atılması umutsuzluk
ve depresyon halini beraberinde getirir. Hatta intihar etmeye karar verir. Hayatın
anlamını kaybetmiş gibidir. Çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Tam o sırada
perdenin arkasından Pool’un oynattığı havuç kafalı kukla görünüverir ve Lili’yi
yanına çağırır. Lili kuklayı oynatanın kim olduğunu bilmemektedir. Bununla
birlikte Lili ile kukla arasında sıcak bir dostluk, samimi bir sohbet başlar.
Bir insanla cansız bir kuklanın konuşmaları Markus başta olmak üzere
sirktekilerin ilgisini çeker. Lili yeniden işe alınır. Ancak bu sefer yapacağı
iş garsonluk değil, kuklalarla konuşmaktır. Bu bir gösteriye dönüşür. Lili her
akşam seyircinin karşısına kuklalarla konuşan birisi olarak çıkar. Lili oldukça
mutludur, hatta belki de onun en mutlu anları kuklalarla konuştuğu zamanlardır.
Lili, âşık olduğu Marcus’un evli
olduğunu öğrenince işten ayrılmaya karar verir. Bavulunu eline alıp sirki terk
etmeye hazırlanırken kuklalar ortaya çıkar ve Lili’ye seslenir: “Bize veda
etmeden mi gideceksin? Bizi de yanında götür” diye yalvarırlar.
“-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun
Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun
Lili”
Tam da bu sırada dikkat çekici bir sahne
girer devreye. Kukla arkadaşlardan birisi olan tilki (Bernardo), Lili’ye borçla
bir hediye kürk almıştır. Şayet borcunu ödeyemezse kendi kuyruğunu vereceğine
dair sözleşme yapmıştır. Lili’nin işi bırakıp gitmesi kukla tilkinin kuyruğunu
kaybetmesi anlamına gelmektedir.
“Demek gideceksin arkana dönüp
bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek
görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda
kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup
kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı
olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili”
Veda anında Lili kuklaların
kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiden çok etkilenir, onlara içini döker, sevgisini
sunar. Kuklalar Lili’nin kalbinden geçenleri okumakta, onun ne düşündüğünü, ne
hissettiğini hemen anlamaktadırlar.
“Bu kuklaların kukla olmadığı
besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek
besbelli”
Lili, gözyaşlarını tutamaz, ağlamaya
başlar. Bu sırada kuklalar Lili’ye sarılır. Lili şaşkındır “Ama canlarım benim,
siz titriyorsunuz!” der. Kuklalar gerçekten de titremektedir.
“Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın”
Kuklaların titrediğini fark eden Lili
perdeyi kaldırır. Dehşetli bir şaşkınlık yaşar.
“Perdeleri sıyırıp çirkin adamı
burnundan yakalayışı yok mu?”
Perdenin arkasında kaba, asabi ve sert
kişilikli olarak tanıdığı Pool’ü görür ve bağırır: “Ben kuklalara sarılıp
ağlıyorum. Onların sen olduğunu unuttum. Hangisi sensin söyle? Neden kuklaların
arkasına sığınıyorsun. Kimsin sen?”
Pool cevap verir: “O kuklalar benim.
Ben şefkatli ve akıllı olan havuç saçlıyım. Aynı zamanda Canavarım. Sevilmek
istiyorum. Margarit’im hassasım, kıskancım, kendimle kavgalıyım. Bernardo’yum,
bir hırsızım. Sözleri yalanlarla dolu fırsatçının biriyim. Evet, bütün bunların
hepsi benim.” Anlaşılan o ki iyisiyle kötüsüyle bu dört kukla insanı sembolize
etmektedir. Dahası da var. Kişilik (personality) denilen şey aslında farklı
durumlarda farklı şekillerde ortaya çıkan maskeler (person) değil midir? Maske yüzü
nasıl gizlerse perde de onu öylece örtmektedir. Perdenin arkasındaki kişi dört
farklı kişiliğe bürünmektedir kuklalar vasıtasıyla.
“Lili’nin çekip gideceği besbelli”
Kafası iyice karışan Lili eline
bavulunu alır, sirki terk ederek yollara koyulur.
“Eline bavulunu alışı yollara
koyuluşu yok mu?”
Lili, elinde bavuluyla giderken düşünür,
yaşadıklarına anlam vermeye çalışır. Kendisiyle hesaplaşmaktadır. Gerçeğin ve
yalanın ne olduğunu anlama peşindedir. Vakit yüzleşme vaktidir. Bu arada çarpıcı
ve şaşırtıcı bir vizyon yaşar ya da bir rüya görür. Kukla arkadaşlarıyla
yürürken onların her biri Pool’a dönüşmekte, Lili ile dans etmektedir. Bu
vizyon ya da rüya bir şeyi keşfettirir ona. Bu kuklalar basit birer kukla
değildir, ruhu ve duygusu olan gerçek varlıklardır. Zaten ruhu olmayanlarla
dans etmek imkânsızdır.
“kuklaların kukla olmadığı besbelli”
Onlar aslında Pool’dür. Lili
kalbinin en ücra yerlerinde, iç dünyasının en karanlık dehlizlerinde yeşermek
için bekleyen bastırılmış duygularıyla yüzleşir, Pool’ü sevdiğini fark eder.
Çirkin ve sevimsiz Pool bir anda tatlı bir sevgiliye dönüşür. Lili koşarak
sirke döner.
“Lili’nin dönüp geleceği besbelli”
Pool, sirkin kapısında Lili’yi
karşılar. Lili muhteşem bir sevinçle Pool’ e sarılır.
“Çirkin adamın güzel adam oluşu
yok mu?
Yaklaşıp onu saçlarından
yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok
mu?
Lili’nin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve
yıldırım gibi koşuşu yok mu?
Adam da tam o zaman kapıdan
çıkmaz mı dışarı,
Lili’nin adamın boynuna çocukça
ve çılgınca atılışı yok mu?”
Filimde uzun süre Pool’ün
doğrudan değil de kuklalar vasıtasıyla konuşması, aşkın duyulmayan çığlığının
kelimelerin arasına sıkıştırılması, şiirin finalinde “Ben konuşmasını bilmem Lili” diyerek ifadesini bulur. Bu dize ile şair
bir yandan “Ben konuşmam şiir yazarım.” derken bir yandan da “Kelam, aşkın dile
getirilişine yetmez” demektedir. Ancak yine film üzerinden gidilecek olursa,
kuklalar Pool’den daha güzel konuşmaktadır. Tabii burada sormak gerekir:
Konuşmak nedir? Konuşmayı bilmemek nedir?
Lili ahraz bir aşkın saflığını
ve büyüklüğünü anlatan hem bir gidiş hem de bir dönüş şiiridir. Temiz
kalplilik, kirlenmemişlik, çocuksuluk, hayal ve gerçekle yüzleşme, hiçbir şeyin
dıştan göründüğü gibi olmaması… Kısaca pek çok şey mevcuttur bu şiirde. En önemlisi
de Cemal Süreya der ya: “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız.” İşte
aynen onun gibi Diyarbakır’dan İstanbul’a oradan da dünyaya açılan bir şiire
dönüşmüştür Lili.
İkinci yeninin hem öncüsü hem
de gönülsüzü bir şairle karşı karşıyayız. Farkındayız ya da değiliz şiirde
geçen “Bakkal”, “Allah” ve “Üsküdar” kelimeleri evrensel içinde yerelin derin
izlerini sunmaktadır bize. Lili, aşkı kaybettiği yerde yeniden bulmakta, öldüğü
yerde yeniden doğmaktadır. “Diriliş”in bir anlamı da bu değil midir zaten?
Şiirin en kucaklayıcı mesajı
kanaatimce şudur:
Kimliğimizi kaybettiğimiz
yerde yeniden kendimizle buluşmak zorundayız, aynen Lili gibi.
Asım Yapıcı
Ayna İnsan Sayı:13
Kaynaklar
Can Doğan, M. (2011). İkinci
yeni söyleminin öncüsü, ikinci yeni şiirinin gönülsüzü: Sezai Karakoç. Turkish Studies 6 (3), 731-744.
Eroğlu, E. (1981). Sezai Karakoç’un Şiiri. İstanbul: Bürde
Yayınları.
Karakoç, S. (2012). Gün Doğmadan. İstanbul: Diriliş
Yayınları
Karataş, T. (1998). Doğu’nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç.
İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Tosun. N. (2005). Film Defteri. İstanbul: Dergah Yayınları.