4 Şubat 2015 Çarşamba

Coşkunluk ve Suskunluk Sarmalında Lili'nin Dirilişi


“Lili”, otantik bir Sezai Karakoç şiiri. Öyle bir şiir ki bu, okudukça daha fazla içine çekiyor insanı. Her seferinde farklı bir şaşkınlık yaşıyoruz, afallıyoruz biraz. Anlamaya çalışıyoruz, lakin bir şeyler hep eksik kalıyor. “Nasıl bir şiirdir bu?” “Ne var bu şiirde?” “Neden Mona Roza gibi tokluk hissi vermiyor da tam tersine daha fazla acıktırıyor bizi?” Sorular çoğalıyor zihnimizde.

İlk okuduğumda biraz etkilenmiştim, itiraf etmeliyim fazla değil biraz. Sonra tekrar tekrar okudum bu şiiri. Her okuma yeni bir okumayı davet etti. “Kan kesilince damardan sıcak sımsıcak kelimeler boşandı” der ya İsmet Özel, aynen onun gibi aşkın poyraz ikliminde aldatıcı bir serinliğin yakıcı dizeleriyle karşılaştım. Hüznün bedenlenmesi, aşkın masumiyet çığlığı, ayrılığın imkânsızlığı, yeniden kavuşmanın heyecanı… Bu şiirde bütün bunları yakalamak mümkündür, ancak yine de her okuma bir şeyleri ıskalama duygusu uyandırır. Belki de budur çekici kılan Lili’yi.

Şiir dili yaratıcıdır, şairin nev-i şahsına münhasırdır. Bununla birlikte kimileri ilk okuyuşta “Bu da neyin nesi?” duygusuna kapılabilir. Eğer şiirin “ne”liğine ve “nasıl”lığına ilişkin katı kalıplarımız varsa “Lili” fazlasıyla yorar bizi. Dahası her kim “Şiir şöyle olmalıdır.” diye bir stereotip geliştirirse Lili kırar atar o stereotipi.
Şiir sesi, bu bağlamda ritmi, müzikalitesi ve seyyâliyeti ikircikli duygular bırakır insanda. İlk anda gözümüze ve kulağımıza çarpan aşırı redif-kafiye yükü sanki şiiri boğuyormuş gibi görünse de, yanıltıcı bir durumdur bu. “Besbelli” “yok mu” ve “Lili” sık sık tekrarlanır. Hatta bazı dizelerin aynen bazılarının da çok küçük farklılıklarla tekerrür ettiği görülür. Fakat şiir hâlâ dimdik ayaktadır. Aslında bu tarz Kur’an-ı Kerim’de var olan redif-kafiye sisteminin Lili’de hayat bulmuş şeklidir.

Lili’nin bizi en çok etkileyen tarafı sinema ile şiir arasındaki ilişkide gizlidir. Yurt içinde ve yurt dışında roman ve hikâye başta olmak üzere pek çok edebi ürünün beyaz perdeye aktarıldığını biliyoruz. Az sayıda da olsa sinemaya ilham kaynağı olan şiirler de mevcut. Örneğin “Fahriye Abla”. Ahmet Muhip Dıranas’ın bu şiiri 1984 yılında Yavuz Turgul tarafından sinemaya uyarlanmıştı. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak “Lili” bu düzlemden konuşmuyor, karşı kıyıdan sesleniyor. Bir sinema filmi somutlaşıyor şiirde. Burada “somutlaşma” kavramını özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü bu kavram ikinci yeni şiirinin en bariz özelliklerinden birisi, hatta olmazsa olmazı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Lili’yi anlamanın en iyi yolu, kuşkusuz yönetmenliğini Charles Walters’ın yaptığı 1953 Amerikan yapımı “Lili” isimli sinema filmini izlemekten geçer. Başrollerde Leslie Caron, Mel Ferrer ve Jean Pierre Aumont’un oynadığı müzikal bir dramdır bu.

Filmin karakterleri oldukça etkileyicidir, hikâyesi de. Aynı şeyi Lili’nin öyküsünü 1954’te dizeleriyle canlandıran Sezai Karakoç’un şiiri için de söyleyebiliriz.

Filmin başkahramanı Lili sarı saçlı, temiz kalpli, masum, ziyadesiyle utangaç, on altı yaşlarında oldukça güzel bir kızdır. “O küçük bir çan gibidir” der Pool, “Nasıl vurursanız vurun o saf bir ses verir.”
“Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili’nin
Lili’nin yağdan kıl çekercesine inanışı,
Lili’nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu?”
“Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili,
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili”
Babasının ölümü üzerine şehre gelen Lili, hayatını devam ettirebilmek için kalacak bir yer ve iş aramaya koyulur. O sırada şehirde kurulan “Cabaret de Paris” isimli bir sirkte çalışan yakışıklı sihirbaz Markus ile tanışır. Bu durum onun için güzel bir iş imkânıdır. Sirkte garson olarak işe alınır, böylece yeni bir dünyaya yolculuk başlar.
“Ekmek ha bakkalın olmuş ha Cabaret de Paris’nin
Sen herhangi bir ekmek yiyeceksin işte Lili
Ekmek ne kadar Allah’ınsa Lili de o kadar Allah’ın Lili”

Lili hem sihirbaz Marcus’a hem de onun yaptığı gösterilere hayrandır. Kutunun içinden çıkan mendilin şekilden şekle, renkten renge girişini şaşkınlıkla izlemektedir. Ancak bu izleyiş onun işten kovulmasına sebep olacaktır. Çünkü Markus’un gösterilerini uzun süre seyre dalınca görevini layıkıyla yapamaz hale gelir.
Lili yakışıklı sihirbaz Marcus’a âşık olmuştur. Ancak bu, tek taraflı bir aşktır.
“Anladın ya kutunun içinden çıkan mendil
Olamaz Üsküdar’dan geçerken bulduğun mendil”
Üsküdar’dan geçerken bulunan mendil, aşka davet bildirir, hâlbuki sihirbazın mendili sadece bir aldatmaca, sadece bir illüzyondur. Markus’un şekilden şekle, renkten renge bürünen o mendili ilan-ı aşk içermemektedir.
Lili’ye gönlünü kaptıran sihirbaz Markus değil kuklacı Pool’dür. Dıştan bakıldığı zaman kaba saba, sevimsiz, öfkeli ve oldukça sert bir görünüme sahip olan Pool savaşta yaralanıp sakat kalmadan önce çok iyi bir dansçıdır. Ancak sakatlanınca dans edemez olmuş, geçimini sağlamak için sirkte kukla oynatmaya başlamıştır. Belki de öfkesi ve kızgınlığı bu yüzdendir. Durumu kabullenmekte zorlanmaktadır. Karşıt tepki geliştirme savunma mekanizması kullanarak “içi başka, dışı başka” bir görüntü vermektedir. Gerçekte müşfik, adil, dürüst ve iyi niyetli bir insan olmasına rağmen bütün bu iyi özelliklerini bastırmakta, dışarıya sert mizaçlı, küfürbaz ve kaba bir insan görüntüsü vermektedir. Belki bu da bir dikkat çekme biçimidir. Kuklaları çok güzel oynatmaktadır. Bu işte oldukça ustalaşmıştır. Bedensel eksikliğini mesleğini icrada profesyonelleşerek ödünlemektedir.

Lili’nin işten atılması umutsuzluk ve depresyon halini beraberinde getirir. Hatta intihar etmeye karar verir. Hayatın anlamını kaybetmiş gibidir. Çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Tam o sırada perdenin arkasından Pool’un oynattığı havuç kafalı kukla görünüverir ve Lili’yi yanına çağırır. Lili kuklayı oynatanın kim olduğunu bilmemektedir. Bununla birlikte Lili ile kukla arasında sıcak bir dostluk, samimi bir sohbet başlar. Bir insanla cansız bir kuklanın konuşmaları Markus başta olmak üzere sirktekilerin ilgisini çeker. Lili yeniden işe alınır. Ancak bu sefer yapacağı iş garsonluk değil, kuklalarla konuşmaktır. Bu bir gösteriye dönüşür. Lili her akşam seyircinin karşısına kuklalarla konuşan birisi olarak çıkar. Lili oldukça mutludur, hatta belki de onun en mutlu anları kuklalarla konuştuğu zamanlardır.

Lili, âşık olduğu Marcus’un evli olduğunu öğrenince işten ayrılmaya karar verir. Bavulunu eline alıp sirki terk etmeye hazırlanırken kuklalar ortaya çıkar ve Lili’ye seslenir: “Bize veda etmeden mi gideceksin? Bizi de yanında götür” diye yalvarırlar.
“-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili”
Tam da bu sırada dikkat çekici bir sahne girer devreye. Kukla arkadaşlardan birisi olan tilki (Bernardo), Lili’ye borçla bir hediye kürk almıştır. Şayet borcunu ödeyemezse kendi kuyruğunu vereceğine dair sözleşme yapmıştır. Lili’nin işi bırakıp gitmesi kukla tilkinin kuyruğunu kaybetmesi anlamına gelmektedir.
“Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili”
Veda anında Lili kuklaların kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiden çok etkilenir, onlara içini döker, sevgisini sunar. Kuklalar Lili’nin kalbinden geçenleri okumakta, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini hemen anlamaktadırlar.
“Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Ne söyledilerse tıpıtıpına gerçek besbelli”
Lili, gözyaşlarını tutamaz, ağlamaya başlar. Bu sırada kuklalar Lili’ye sarılır. Lili şaşkındır “Ama canlarım benim, siz titriyorsunuz!” der. Kuklalar gerçekten de titremektedir.
“Kuklalar titremesin ne yapsın
Adam konuşmasını bilmezse ne yapsın”
Kuklaların titrediğini fark eden Lili perdeyi kaldırır. Dehşetli bir şaşkınlık yaşar.
“Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu?”
Perdenin arkasında kaba, asabi ve sert kişilikli olarak tanıdığı Pool’ü görür ve bağırır: “Ben kuklalara sarılıp ağlıyorum. Onların sen olduğunu unuttum. Hangisi sensin söyle? Neden kuklaların arkasına sığınıyorsun. Kimsin sen?”
Pool cevap verir: “O kuklalar benim. Ben şefkatli ve akıllı olan havuç saçlıyım. Aynı zamanda Canavarım. Sevilmek istiyorum. Margarit’im hassasım, kıskancım, kendimle kavgalıyım. Bernardo’yum, bir hırsızım. Sözleri yalanlarla dolu fırsatçının biriyim. Evet, bütün bunların hepsi benim.” Anlaşılan o ki iyisiyle kötüsüyle bu dört kukla insanı sembolize etmektedir. Dahası da var. Kişilik (personality) denilen şey aslında farklı durumlarda farklı şekillerde ortaya çıkan maskeler (person) değil midir? Maske yüzü nasıl gizlerse perde de onu öylece örtmektedir. Perdenin arkasındaki kişi dört farklı kişiliğe bürünmektedir kuklalar vasıtasıyla.
“Lili’nin çekip gideceği besbelli”
Kafası iyice karışan Lili eline bavulunu alır, sirki terk ederek yollara koyulur.
“Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu?”
Lili, elinde bavuluyla giderken düşünür, yaşadıklarına anlam vermeye çalışır. Kendisiyle hesaplaşmaktadır. Gerçeğin ve yalanın ne olduğunu anlama peşindedir. Vakit yüzleşme vaktidir. Bu arada çarpıcı ve şaşırtıcı bir vizyon yaşar ya da bir rüya görür. Kukla arkadaşlarıyla yürürken onların her biri Pool’a dönüşmekte, Lili ile dans etmektedir. Bu vizyon ya da rüya bir şeyi keşfettirir ona. Bu kuklalar basit birer kukla değildir, ruhu ve duygusu olan gerçek varlıklardır. Zaten ruhu olmayanlarla dans etmek imkânsızdır.
“kuklaların kukla olmadığı besbelli”
Onlar aslında Pool’dür. Lili kalbinin en ücra yerlerinde, iç dünyasının en karanlık dehlizlerinde yeşermek için bekleyen bastırılmış duygularıyla yüzleşir, Pool’ü sevdiğini fark eder. Çirkin ve sevimsiz Pool bir anda tatlı bir sevgiliye dönüşür. Lili koşarak sirke döner.
Lili’nin dönüp geleceği besbelli”
Pool, sirkin kapısında Lili’yi karşılar. Lili muhteşem bir sevinçle Pool’ e sarılır.
“Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu?
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu?
Lili’nin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu?
Adam da tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı,
Lili’nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu?”
Filimde uzun süre Pool’ün doğrudan değil de kuklalar vasıtasıyla konuşması, aşkın duyulmayan çığlığının kelimelerin arasına sıkıştırılması, şiirin finalinde “Ben konuşmasını bilmem Lili” diyerek ifadesini bulur. Bu dize ile şair bir yandan “Ben konuşmam şiir yazarım.” derken bir yandan da “Kelam, aşkın dile getirilişine yetmez” demektedir. Ancak yine film üzerinden gidilecek olursa, kuklalar Pool’den daha güzel konuşmaktadır. Tabii burada sormak gerekir: Konuşmak nedir? Konuşmayı bilmemek nedir?
Lili ahraz bir aşkın saflığını ve büyüklüğünü anlatan hem bir gidiş hem de bir dönüş şiiridir. Temiz kalplilik, kirlenmemişlik, çocuksuluk, hayal ve gerçekle yüzleşme, hiçbir şeyin dıştan göründüğü gibi olmaması… Kısaca pek çok şey mevcuttur bu şiirde. En önemlisi de Cemal Süreya der ya: “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız.” İşte aynen onun gibi Diyarbakır’dan İstanbul’a oradan da dünyaya açılan bir şiire dönüşmüştür Lili.
İkinci yeninin hem öncüsü hem de gönülsüzü bir şairle karşı karşıyayız. Farkındayız ya da değiliz şiirde geçen “Bakkal”, “Allah” ve “Üsküdar” kelimeleri evrensel içinde yerelin derin izlerini sunmaktadır bize. Lili, aşkı kaybettiği yerde yeniden bulmakta, öldüğü yerde yeniden doğmaktadır. “Diriliş”in bir anlamı da bu değil midir zaten?
Şiirin en kucaklayıcı mesajı kanaatimce şudur:
Kimliğimizi kaybettiğimiz yerde yeniden kendimizle buluşmak zorundayız, aynen Lili gibi.

Asım Yapıcı
Ayna İnsan Sayı:13

Kaynaklar
Can Doğan, M. (2011). İkinci yeni söyleminin öncüsü, ikinci yeni şiirinin gönülsüzü: Sezai Karakoç. Turkish Studies 6 (3), 731-744.
Eroğlu, E. (1981). Sezai Karakoç’un Şiiri. İstanbul: Bürde Yayınları.
Karakoç, S. (2012). Gün Doğmadan. İstanbul: Diriliş Yayınları
Karataş, T. (1998). Doğu’nun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Tosun. N. (2005). Film Defteri. İstanbul: Dergah Yayınları.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder