29 Kasım 2019 Cuma
22 Kasım 2019 Cuma
bakış
İnce sızılarla dokunur göz
Bakmak serinliğidir aklın
Bir ötede olan ne ise bilmek
Kalbin dokunuşu aşkla
Semiha Kavak
18 Kasım 2019 Pazartesi
ANCAK ANNELER BİN YIL BEKLER
Merhametin
okları döküldü göğsümden
Yol bin yıldı
Döküldü
yelelerinden kanatlanan beyaz kısraklar
Karıştı atların
köpükleri tenimden akıp
Annelerin
kırgın bekleyişine
Yarıklar
yayıldı sessizliğin yüzüne
Annelerin
kırgın bekleyişine karıştı
atların
köpükleri tenimden akıp
Döküldü
yelelerinden
kanatlanan
beyaz kısraklar
Cehennemin yedi
kat altına sindi zulüm
Yol bin yıldı
Merhametin
okları döküldü göğsümden
Merhamet
Merhemdir
Yine de
“İyileşmiyor
işte dosta gösterilmeyen yara”
Semiha Kavak
17 Kasım 2019 Pazar
HEGEL’İN, BATIDA DİNİN YENİDEN KEŞFİNE TEMEL OLUŞTURAN DÜŞÜNCELERİ
Din olgusu insanlık tarihine kadar uzanan bir olgu. İnsanoğlu var oldukça da din olgusu var olmaya devam edecek.
İnsanoğlu,
her dönem bir üstün güce, yaratıcı bir güce ihtiyaç duymuş, o gücün gazabına
uğramamak, onu memnun etmek için kendine kimi görevler yüklemiştir. Kuşkusuz,
bundan böyle de bu durum gerçekliğini koruyacak. Kendilerini bir dine ait
görenler, o dinin yücelttiklerini yüceltecek, önerdiklerini yerine getirmeye
çalışacak, yasakladıklarından kaçınmaya özen gösterecekler.
Tarihi süreç
içerisinde din olgusu çeşitli evrelerden geçti. Çok Tanrılı dinlerden, tek
Tanrılı dinlere geçilmesi uzun bir döneme uzanmış olup, bu dönemlerle ilgili
net bilgilere sahip değiliz. Ancak, ilk çağlardan kalan bulgulara baktığımızda
insanoğlunun o dönemlerde de bir üst varlığa inandığını görmekteyiz. Elbet o
günün inanç sistemleriyle ilerleyen dönemlerin inanç sistemlerini bir değerlendiremeyiz.
Her ne kadar Tevhidî dinlerin varlığı ilk insana kadar götürülse de, dinlerin
toplumsal olarak ilahiliği Hz. İsa dönemiyle açıklanmaktadır.
Hz. İsa’nın peygamberliğiyle birlikte din hayatın her alanında hakim olmaya başladı ve gitgide güçlenerek kimi toplumları yönetir hale geldi. Buradan bakıldığında dinin hayata hakim olduğu, en uzun bir alanı kapsamaya başladığı dönem Hıristiyanlık dönemi olarak görülmektedir.
Gerek, Tek Tanrılı dinlerin dönemlerinde, gerekse önceki dönemlerde din, hep filozofların tartıştığı ana konular arasındaydı. Tanrı’nın varlığı-yokluğu, hayata ne derece müdahil olduğu-olması gerektiği gibi konular dönemin filozoflarının temel konuları içinde yer aldılar.
Tek Tanrılı
dinlerle birlikte ise tartışmalar özgün olarak devam etmenin yanı sıra dinin sınırları
içerisinde şekillenen bir din düşüncesi de belirgin hale geldi.
Aydınlanmayla
birlikte kilise önemini kaybedip, dinin toplumsal etkisi hızla düşüşe geçince,
din konusunda çağa uygun düşüncelerin ortaya çıkmasının gereği hissedildi. Dini
felsefi açıdan ele alıp, savunan filozoflar, düşünürler ortaya çıktı. Bunlar, dine
karşı gelişen akımları gerilettiler. Böylece din konusu modern düşünürlerin de
kafa yorduğu önemli konulardan biri olarak yerini korudu.
İşte bütün
bu tartışma süreçlerinin oluşturduğu düşünceler bir düşünce sistematiğine, bir
felsefeye dayanmakta. Diğer düşünce konularında olduğu gibi dini konularda bir
temele dayandığı için felsefenin alanı içinde yer almış oldu. Din düşüncesinin
bir sistematiğe, bir disipline kavuşması Rönesans sonrasında söz konusu
olabildi. Tek Tanrılı dinler sonrasında o dine bağlı olan düşünürlerin dinin
sınırları içerisinde yürüttüğü bu düşünceler, din felsefesi kavramı içinde yer
aldı.
Bu
çerçeveden bakıldığında; Din felsefesi, dinin temel unsurları hakkında
rasyonel, kapsamlı ve tutarlı bir şekilde düşünmek ve dinin önerdiklerini akla
uygun temellendirmek, dinin doğası, özü, değeri hakkında akıl yürütmektir.
Özetle; Din
felsefesi felsefenin yöntemini kullanarak dini değerlendiren bir disiplindir.
Din felsefesi denince akla ilk gelen isim Hegel’dir. Bu kavramı ilk kullanan isim olan Hegel, Rönesans ve reform hareketleriyle dinin toplumsal etki alanını kaybetmeye başlaması üzerine din ile bilim arasında köprüler kurmaya çalışan bir çabayla ortaya çıktı. Kendinden önceki filozofların parça parça dile getirdiği din olgusunu felsefi bir ekol haline getirdi.
Hegel’in din
felsefesi hakkındaki görüşlerinin derlendiği “Din Felsefesi Dersleri” adlı
eser, onun Berlin Üniversitesinde 1821, 1824, 1827 ve 1831 yıllarında din
konusunda verdiği dersleri kapsıyor.
Hegel, din
olgusunu felsefenin de ana öğesi olan düşünceye bağlar. Düşünce ile felsefe
arasında nasıl bir bağ var ise, düşünce ile din arasında da öylesine bir bağın
olduğunu öne sürer. İnsanı diğer varlıklardan ayıran şeyin duyuların yanı sıra
düşünebilme yeteneği olduğuna dikkat çekerek, hayvanların o nedenle dinlerinin
olmadığını, dinin ancak insana ait olduğunu belirtir. “İnsanın düşünen bir
varlık olduğu ve hayvandan bu sayede ve yalnız bu sayede ayrıldığı, evrensel ve
kadim bir ön-yargıdır. Hayvan duygulara, ama sadece duygulara sahiptir. İnsan
düşünen varlıktır ve dine sahip olan yalnızca insandır. Dinin ikametgâhının
düşünce olduğu bundan çıkarılabilir.”
“İnsan,
bilinç sayesinde, düşünmesi sayesinde ve ruh olması sayesinde insandır. Felsefe
daha önce adlandırıldığı gibi dünyevi bilgelik değildir; imanla karşıtlık
içinde olduğundan böyle adlandırılmıştır. Ama felsefe gerçekte dünyanın
bilgeliği değildir; dünyevi olmayanın bilişsel bilgisidir, dışsal varoluşun, ampirik
hayatın ya da yapısal evrenin bilgisi olmayıp sonsuz diye adlandırdığımız ne
varsa hepsinin bilgisidir- Tanrının olduğu şeyin ve kendini ortaya koyduğu ve
geliştirdiği haliyle Tanrının doğasının bilgisidir.”
Burada şunu
açıklamakta yarar var; Hegel’in din ile felsefe arasında kurmaya çalıştığı
köprü aslında Hıristiyanlıkla, felsefe arasında bir köprüydü. Hegel için Hıristiyanlık,
din olgusunu tümüyle karşılayan, tamamlanmış bir din hükmündeydi.
“Hıristiyanlık dini zamanı gelince ortaya çıkmıştır. Bu, olumsal bir zaman,
isteğe bağlı ya da keyfi bir seçim olmayıp asli, ebedi takdiri ilahiye
dayanır.”
Bu nedenle; Hegel, Hıristiyanlık öncesi semavi bir din olan Museviliği soyut,
tamamlanmamış, inanç olgusunu tam olarak karşılamayan bir din olarak görür.
Museviliğin Tanrı anlayışını semavi olmayan dinlerin Tanrısının seviyesine
indirir, onu Hıristiyanlığın Tanrısından çok aşağılarda tanımlar. “Yahudi
Tanrısı kıskanç bir Tanrıdır. O bir belirlenim, bir soyutlamadır; ruh içinde
Tanrıdır ama henüz ruh olarak Tanrı değildir. Yahudi Tanrısı tıpkı Brahma
gibidir, suretsiz ve duygusaldır.”
Hegel, din ile bilim çatışmalarının temelsizliğini ortaya koyarken kilise ile bilim arasındaki karşıtlıkları ele alır ve buradan İsevi bir doğruluk üretmeye çalışır. Vaktiyle kilisenin dine karşı oluşunu, kilisenin felsefi bir din savunusu üretememesinden kaynaklı endişelere bağlar.
“Akıl ve
inanç arasındaki karşıtlık, bir zamanlar adlandırıldığı gibi, Hıristiyan
kilisesinde üretilen eski bir karşıtlıktır. Kilise, felsefenin kendi doktrinini
yıkmasından korkmuş ve bu yüzden ona düşman olmuştur.”
Hegel, felsefesiyle adeta bu eksikliği gidermeye çalışır ve teorisini Hıristiyanlığın üç ana teması olan; Baba(Tanrı), Oğul (İsa/Mesih) ve Tanrının Ruhu (Kutsal Ruh) yani teslis üzerine kurar. Tanrı, Hegel’e göre ruh’tur. Her şey o ruhtan var olmuştur, bizler de Tanrıyı ruhla kavrarız.“Tanrının kendi içinde Ruh olduğunu belirtmek gerekir; yani o öncelikli bizim için Ruhtu ona ilişkin kavramamız budur. Diğer şey, onun Ruh olarak varsayılması gerektiğidir.”
“Tanrı
konuştuğunda onun söylediği şey ruhanidir, zira ruh kendisini sadece ruha ifşa
eder.” “Din mutlak ruhun öz-bilincidir.”
Hegel, bu
yaklaşımıyla panteizme yakın düşse de düşüncesinin panteizme karşılık
içerdiğini öne sürer. “Bu tür bir görüşte, söz konusu felsefi spekülatif
görüşün panteist doğaya sahip olduğu suçlaması akla gelebilir. Son zamanlarda,
bu tür bir felsefi özdeşliğin panteizm olduğu yönünde ortak bir kanaat
mevcuttur.”
“Panteizm
‘her şey ilahidir’ demektir ve bu da her şeyi tikel olarak Tanrı yapmakla eştir.
Biz varlığı ve Tanrıyı karşı karşıya
koyduk.”
Hegel, din felsefesinde din ile devlet arasında da bir bağ kurar. Devleti, Tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görür, devleti son derece önemser ve tarihin başlangıcını da devletle başlatır.
Hegel’e göre
“din ve devletin temeli birdir, aynı şeydir. İnsan yasalara ve devlet
otoritesine yani devleti bir arada tutan iktidarlara riayet ederek Tanrıya
itaat eder.” der. Ancak, buna rağmen din devletini savunmaz, özgürlüğün öne
çıktığı bir devlet yapısını savunur.
Din, devlet
ve özgürlük Hegel’de iç içe bir bütünlük oluşturur. Ona göre Tanrıyı bilen,
onun yüceliğine uygun düşünen insanların oluşturduğu devlet ideal devlettir.
“Dinde insan
Tanrının huzurunda özgürdür. İnsan kendi iradesini ilahi iradeye uyumlu hale
getirirse, o zaman o en yüce iradeye karşı olmaz; tam aksine kendine o irade
içinde sahip olur. O bölünmenin ortadan kalkmasına külte ulaştığı için özgürdür.
Devlet sadece dünyada, fiiliyatta özgürdür. Burada asıl mesele, bir halkın
kendi öz bilincinde taşıdığı özgürlük kavramıdır; zira özgürlük kavramı
devletle gerçekleşir.”
Kilise
üzerinden dini sorgulayan Rönesans ve reform dönemi filozoflarının ve ardından
gelen aydınlanma çağı düşünürlerinin din karşıtı düşüncelerine karşı önemli bir
savunu geliştiren Hegel, Batı düşünce dünyasında, din felsefesiyle önemli bir
çığır açmıştır. Bu nedenle, onun düşünceleri daha çok Batı düşüncesini
oluşturan din dışı düşüncelere karşı önemli bir reddiye olarak
değerlendirilmeli.
Doğan Naci Kadıoğlu tarafından çevirisi yapılan kitap, tekrarları nedeniyle yer yer okuyucuya sıkıcı gelebilir. Ancak Hegel’in ders notlarından derlendiği için her bölümde bir önceki bölümlerle benzer konulara değinilmiş olması ve anlatıların birbirine yakın olması kaçınılmaz bir durum.
Din
Felsefesi Dersleri
G.W.E. HEGEL
PİNHAN
YAYINLARI
222 SAYFA
13 Kasım 2019 Çarşamba
8 Kasım 2019 Cuma
Le Premier Pas
Le premier pas
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
Je sais, cela ne se fait pas
Pourtant j'aimerais que ce soit elle qui vienne à moi
Car voyez vous je n'ose pas
Rechercher la manière
De la voir, de lui plaire
L'approcher lui parler
Et ne pas la brusquer
Lui dire des mots d'amour
Sans savoir en retour
Si elle aimera
Ou refusera ce premier pas
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
Je sais, cela ne se fait pas
Pourtant j'aimerais que ce soit elle qui vienne à moi
Car voyez vous je n'ose pas
Rechercher la manière
De la voir, de lui plaire
L'approcher lui parler
Et ne pas la brusquer
Lui dire des mots d'amour
Sans savoir en retour
Si elle aimera
Ou refusera ce premier pas
Le premier pas
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
On peut s'attendre longtemps comme ça
On peut rester des années à se contempler
Et vivre chacun de son coté
Je la rencontrerai
Au bas de l'escalier
Puis comme tous les jours
Elle me dira bonjour
Seulement cette fois
Elle me prendra le bras
Me conduira dans sa maison
Ou nous ferons
Le premier pas d'amour
Dans…
J'aimerais qu'elle fasse le premier pas
On peut s'attendre longtemps comme ça
On peut rester des années à se contempler
Et vivre chacun de son coté
Je la rencontrerai
Au bas de l'escalier
Puis comme tous les jours
Elle me dira bonjour
Seulement cette fois
Elle me prendra le bras
Me conduira dans sa maison
Ou nous ferons
Le premier pas d'amour
Dans…
4 Kasım 2019 Pazartesi
ŞİAR Kasım-Aralık 2019
ŞİAR Dergisi Kasım-Aralık 2019 25. Sayı.
Merhum Nuri Pakdil'e ithaf edilerek...
Merhum Nuri Pakdil'e ithaf edilerek...
Benim de bu sayıda, "ANCAK ANNELER BİN YIL BEKLER" isimli bir şiirim yer alıyor.
2 Kasım 2019 Cumartesi
YENİ ŞAFAK Kitap
TİMUÇİN’İN ÖLÜMSÜZLÜK YELEĞİ
Semiha Kavak
İnsanoğlu, tüm
canlıların ölümünün kaçınılmaz olduğunu bilse de, doğası gereği ölüm gerçeği
karşısında varlığını korumak isteyerek
ölümsüzlüğü arzular. Buradan bakıldığında, ölümsüzlük arayışı, sonsuza dek
yaşamak arzusunun dışa vurumu olarak görülebilir.
Günümüzde
bilimsel araştırmaların en önemli konularından biri olan yaşam süresini uzatmak
ve ölümsüzlük, antik çağlardan bu yana önemini korumuş bir olgu.
Tarihi süreç
içerisinde ölümsüzlük arayışları mitolojilerin, destanların, edebiyat ve
sanatın, kutsal metinlerin, simya çalışmalarının önde gelen konusu oldu.
Bunun en
ilgi çekici örneklerinden birisini, tarihin en eski destanı olarak kabul edilen
Gılgamış Destan’ında görmek mümkün. Kardeşinin ölümünden çok etkilenen ve
ölümden korkmaya başlayan Gılgamış, ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için oldukça
uzun ve ölümcül tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkar, yolculuk esnasında
karşılaştığı tanrılar kendisine ölümsüzlüğün ancak tanrıya ait olduğunu
söylerler. Ancak, onun arayışı bunun imkânsızlığını anlayana kadar sürer.
Dünyaya
hükmetmeye kalkan krallar, hükümdarlar, imparatorlar hep bu arayışın içinde
oldular. Dünyayı titreten hükümdardan biri olan Moğol hükümdarı Cengiz Han da
ölümsüzlük iksirinin peşinde olanlardan biriydi. Cengiz Han, Moğol kabilelerini
askeri dehasıyla bir araya getirip önce Orta Asya’yı, buradan da ulaşabildiği
her yeri ele geçirdi. Hedefi dünyanın hükümdarı olmaktı. O nedenle ölümsüzlüğün
sırrına erişmek istiyordu.
Bu konuda
ona yardımcı olabilecek biri olarak gördüğü çok uzak diyarlardan Taoist keşiş
Ch’ang Ch’un’u bir mektupla otağına davet etti. Amacı, ölümsüzlüğün sırrına
eriştiğini sandığı bu Taocu keşişten ölümsüzlüğün sırrını öğrenmekti.
“Cengiz Han
Hırıstiyanlık, Budizm, Taoizm ve İslam gibi çeşitli dinlerin temsilcileri ile
bağlantı kurmuş fakat onların inanç ve öğretileriyle pek fazla ilgilenmemişti.
Örneğin, Üstad Ch’ang Ch’un’u davet etme amacı, ondan Taoizm hakkında dersler
almak değil, ölümsüzlük iksirini elde etmekti.”
“Üstad Ch’ang
Ch’un ömrünü Tao felsefesine adamış; ruhun gizemi, hayatın kökeni ve ebedi
yaşam gibi konular üzerinden yoğunlaşmıştı. Cengiz Han ise üstadın kendisini
kurtaracağını düşünmüş ve en yakın adamı olan danışmanı Yeh-lü Ch’u-ts’ai
tarafından kaleme alındığı tahmin edilen bir davet mektubu üstada yollamıştı”
Diğer
dinlerin alimlerine karşı oldukça müsamahakar davranan Cengiz Han’ın Moğollar
üzerinde geniş bir etki oluşturan Budist
bir keşiş yerine Toacu bir keşişe bu derece ilgi göstermesi Taoizmin ölüme
karşı yaklaşımıyla ilgiliydi. “Taoistler insan bedenini ölümsüz kılmak için
girişimlerde bulunmuşlar ve Çin simyası, ilk kez büyü tekniklerinden,
geleneksel doğa felsefesinden ve Taoistlere ait metafiziğin harmanlanmasından
ortaya çıkmıştı. Yaşlanmayı engelleyecek yollar arayan Taoistler, beden
eğitimi, nefes alıp verme alıştırmaları ve mineral içerikli iksirlerin yapımı
için epey uğraşmışlardı. Ruh anlayışlarına paralel olarak ölümsüzlük iksirleri
hazırlamaya çalışmışlar, dualar ederek perhizler yapmışlardı. Temel simgeleri
olan “ying-yang” anlayışıyla ruhun beden dışı ölümsüzlüğünü değil, ölümsüz bir
beden içerisinde varlıklarını devam ettirme arayışına girmişlerdi.”
“Cengiz
Han’ın Ölümsüzlük Arayışı” adlı kitap, Taoist Simyacı Ch’ang Ch’un en yakın
müritleriyle birlikte Cengiz Han’ın otağına ulaşmak için yaptıkları yolculukta
elde ettiği izlenimleri anlatan bir seyahatname. Uzun yıllar sonra bir
manastırda bulunan bu seyahatname o günlere ışık tutan gerçekçi bir belge gibi.
1221-1224 yılları arasında Türkistan’ı gezen Ch’ang Ch’un ve müritlerinin
izlenimleri pek çok Türk boyunun gelenekleri ve görenekleri, coğrafyası, o coğrafya
içerisinde yer alan canlılar hakkında ilginç bilgiler sunmakta, Moğolların
yaşamlarına ait bilgiler vermekte.
“Bu memleket
sabahları soğuk, akşamları sıcaktır; sarı çiçeklerle birlikte pek çok bitki vardır. Kerulen ırmağı
kuzey doğuya doğru akar. Irmağın her iki kıyısında da çok sayıda yüksek söğüt
ağaçları bulunur. Moğollar yurtlarının çatı iskelelerini bunlardan yaparlar.”
“Altıncı
ayın on üçüncü günü (4 Temmuz 1221) Yüksek Çam Dağları’na ulaştık ve geceyi
buranın karşısında geçirdik. Bu memleket, hâlihazırda bulutlara meydan okuyan,
güneş ışınlarını sızdırmayan; koyu gölgeli, sık, yüce çam ve köknar ağaçları
ile kaplıdır. Üstad bu dağların ismini değiştirerek onlara “Muazzam Soğuk
Dağlar” adını verdi.”
Ch’un’un 1227 yılında ölümünü müteakip müridi Li Chih-Ch’ang (1193-1256) marifetiyle kaleme alınan seyahat notları uzun süre unutulmuş ve asırlar sonra, 1795 yılında, Çin’deki bir manastırda keşfedilmiş. 1848 yılına gelindiğinde Çince neşri, sonrasında Rusça ve İngilizce çevirileri yapılmış. Gülşah Hasgüçmen’in İngilizce’den çevirisiyle dilimize kazandırdığı “Cengiz Han’ın Ölümsüzlük Arayışı: Taoist Simyacı Bir Keşişin Türkistan Seyahatnamesi (1221-1224)” dört yılda tamamlanmış bir eser.
Kitapta,
sadece seyahatname yer almıyor. Seyahatname öncesindeki özel bölümde çevirmen, çeşitli kaynaklardan elde edilen
önemli bilgiler ışığında o coğrafyada mevcut olan dinleri, dinler ve mezhepler
arasındaki ilişkileri, Cengiz Han’ın din alimlerine yaklaşımlarını da gözler
önüne seriyor.
“Cengiz Han’ın
nezdinde din adamları pek muteberdi. Onların istedikleri her şeyi yapmalarına
izin veriyor ve arzularını reddetmiyordu.”
“Cengiz Han
yabancı dinleri mensuplarına hem vergi muafiyeti tanıdı ve hem de ayrıcalıklar
verip bu kişileri “Tarhan” konumuna yükseltti.”
Eser, Moğol
coğrafyasını resmettiği gibi, Cengiz Han gibi tarihin en önemli hükümdarlarından
birinin iç dünyasını ve arayışlarını da ortaya koyuyor.
Gerek tarihe
ışık tutan gerçekçi bir seyahatname olması, gerekse o günlere ait önemli
bilgiler vermesi nedeniyle önerilecek
kitaplar arasında çok özel bir kaynak eser.
Kitapta yer
yer Ch’ang Ch’un’un mistik dokulu
şiirleri de yer almakta. Bu şiirlerden en duygu yüklü olanlarından biri ölüm gününden birkaç saat önce yazdığı veda şiiri;
“Yaşam ve ölüm sabah ve akşam gibidir
Faniler
köpüğe benzer, gelir geçerler fakat ırmaklar durgun akar
Bir
çatlaktan ışık sızdığında insan karga ile tavşanın üzerinden atlayabilir
Onların
sihirli güçleri tamamen ortaya çıktığında dağları ve denizleri kuşatır
Sanki bir
ayak ötedeymişçesine dünyanın en uzak köşelerine uzanabilir
Hayatın
kilit yayıymış gibi pek çok şeye nefes verir
Fırçamdan
gereği gibi anlamayan dünyevi insanların ellerine düşünce.”
YENİ ŞAFAK Gazete - Kitap
1 Kasım 2019 Cuma
TEK BAŞINA
Ölürken çocuklarımı unuttum
Küçük deniz kirpileriyle sabah
Denedim bütün sabahları.
Sana sürgünümün şarabını bıraktım
al
Mumlarını güzelliğin ve hiçliğin
Bir de kaygumun soluk ellerini.
Mumlarını güzelliğin ve hiçliğin
Bir de kaygumun soluk ellerini.
Denedim bütün ölümleri
Ama görmedim büyülü ağaç
Ezilmiş sevdaların giysileri.
Ama görmedim büyülü ağaç
Ezilmiş sevdaların giysileri.
Sana ayrılığın yayını bıraktım al
Bir de adını bilmediğim gökyüzünü
Lamalar gibi koşar bozkırda.
Bir de adını bilmediğim gökyüzünü
Lamalar gibi koşar bozkırda.
Oysa ölümsüzlük şuracıkta, kar
Güneşi gibi doldurmuş odayı, basit,
Anlamsız ve tek başına.
Güneşi gibi doldurmuş odayı, basit,
Anlamsız ve tek başına.
Ayaklarım hayvan, üstüm başım
bitki
Denedim bütün vakitleri al
Başka türlü geçmeyen bir vakitti.
Denedim bütün vakitleri al
Başka türlü geçmeyen bir vakitti.
Melih Cevdet Anday
gene/sis
TAHİR UZUN
Süvariler geçiyordu önümüzden,
Biz fotograf çekiyorduk.
Bütün atlar birbirine benziyordu
Ve kadraja girmiyordu süvari.
Hava mı kararmıştı;
Atlar mıydı siyah olan,
O vakitler bilmiyorduk.
Biz fotograf çekiyorduk.
Bütün atlar birbirine benziyordu
Ve kadraja girmiyordu süvari.
Hava mı kararmıştı;
Atlar mıydı siyah olan,
O vakitler bilmiyorduk.
Gözü; açık bir yara,
Ağzı kara bir sinekti kadının,
Durmadan vızıldıyordu.
Gülü öpen dudaklarla
Bedduada çarpılan aynı dudaklardı ah!
Kadın ağzıyla her yere konuyordu.
Ağzı kara bir sinekti kadının,
Durmadan vızıldıyordu.
Gülü öpen dudaklarla
Bedduada çarpılan aynı dudaklardı ah!
Kadın ağzıyla her yere konuyordu.
Öylece duruyorduk seninle karşılıklı,
Kokluyorduk havayı.
Kısrakların ense kökünde rüzgâr
Gökyüzünden çekik gözlü atlar sarkıtıyordu
Ve İp gibi bir kişnemeydi yağmur.
Kokluyorduk havayı.
Kısrakların ense kökünde rüzgâr
Gökyüzünden çekik gözlü atlar sarkıtıyordu
Ve İp gibi bir kişnemeydi yağmur.
Derken;
Erimiş gökkuşağı olduk aynı kâsede
Sonra atlara doğru koştuk:
Renklere ad verildi,
"Belki de" dedi bir ses,
"Belki de asıl ayrılık budur!"
Çünkü ad verilmezden önce,
Her erkeğin kaburgasında bir kadın uyur.
Erimiş gökkuşağı olduk aynı kâsede
Sonra atlara doğru koştuk:
Renklere ad verildi,
"Belki de" dedi bir ses,
"Belki de asıl ayrılık budur!"
Çünkü ad verilmezden önce,
Her erkeğin kaburgasında bir kadın uyur.
İma C. Çelik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)