27 Ağustos 2023 Pazar

SİNEMA VE TARİH - SÖYLEŞİ




Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı. Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. Peki, “Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?” sorunun cevabını Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cüneyt Kanat veriyor. Tarihçilerin birbirinden farklı okumalar yapmasının gayet normal olduğunu ifade eden Kanat, “İnsan duygusal bir varlıktır. Birinci el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir” diyor. Bu duygusallık sebebiye tarihçilerin objektif olduklarından daha fazla subjektif olduklarının altını çizen Kanat, “Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz! Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır” açıklamasını yapıyor.

Orta Çağ Orta Doğu (Yakın Doğu) Türk Devletleri Tarihi, Ortaçağ İslam Medeniyeti Tarihi, Psiko-Tarih, Tarih-Edebiyat ve Medya ilişkisi gibi çeşitli alanlardaki çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Cüneyt Kanat ile sinema ve tarih ilişkisi üzerine konuştuk.

Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı.  Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. İlk sorumu bununla ilgili olarak sormak istiyorum; tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?

Öncelikle tarihin ne olduğu üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın tarih öğrenme ihtiyacı, kendisini tanımaya ve kim olduğunu bilmeye duyduğu gereksinimden kaynaklanır. İnsan kimdir? Kendisine sorulmadan fırlatıldığı bu ay altı âlemde bulunma nedeni nedir? Kendisini kendisi yapan, bir başkası değil de olduğu “kişi” olmasını sağlayan şey ya da şeyler nedir? Bunlar ve bunlara benzer başka sorular, insanın tarih ile ilişki kurmasının ve ona gereksinim duymasının temelinde yatan dürtülerin kaynağı, bu dürtüleri görünür kılan anlam formlarıdır. Kendisini tanımak ve bilmek isteyen insan, hâlini hâl (şimdisini şimdi) kılan tarihine başvurmak, kendisinden çevresine yayılan, bireyselden toplumsala uzanan zamansal ve mekânsal bir düzeyde olagelen tarihsel olgulara yönelmek, söz konusu olguları belirli bir mantık içerisinde bir araya getirmek, onların mahiyetlerini ve keyfiyetlerini öğrenmek zorundadır. Aksi halde gününü ve geleceğini inşa etmesi, edebilmesi mümkün değildir. Bu meyanda, bir tür kaydetme ve saklama etkinliği olarak tarihin, insanın hâlini (şimdisini) idrak edebilmek amacıyla geçmişine duyduğu merakla da ilgisi bulunan bir meşguliyet olduğunu ve yine şimdiyle beraber geleceğin inşası esnasında insana bir tür “kaynak” sunduğunu, ona ne olduğunu, olabileceğini ve olması gerektiğini, kuşkusuz kendi alımlayışı nisbetinde kavratabilme potansiyeline sahip bulunduğunu söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. İnsan, kendi bilincine vardığı andan itibaren “geçmiş”i anlamında tarihi ve bu tarihin kendine sunabildiklerini değerlendirme noktasında ketum davranmamış, geçmişteki birikim ve tecrübelerini bir tereke olarak “sonra”ya taşımayı bilmiş, tarihsel birikimin kazanımları sayesinde bir ayağıyla geçmişten kopmamaya özen gösterirken diğer ayağıyla da geleceğe kanca takarak muayyen bir “süreklilik” fikri oluşturmayı başarmıştır. İnsanı insan yapan da bu süreklilik fikri olmuştur. Nitekim felsefi anlamda bir yığın tartışmaya konu olan “ilerleme” fikrinin insan zihninde mutlak bir forma bürünmesinin temelinde yatan da budur.  Sorunuzda sizin de belirttiğiniz üzere tarihçilerin birbirinden farklı okumalar yapması gayet normaldir. Çünkü insan duygusal bir varlıktır. Birinci el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir. Çünkü kim ne derse desin tarihçiler objektif olduklarından daha fazla subjektiftirler. Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz!

Bunun için işe nereden başlamalı?

Yukarıda da belirttiğim gibi tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır.

Tarih, halkın çoğunluğu açısından yeterince ilgi duyulan bir alan değil. Oysa, milletlerin geleceği açısından geçmişle bağ kurmak son derece önemli. Bu mantık çerçevesinde tarihi halka sevdirmek için yazılı, işitsel ve görsel imkanlardan yararlanılıyor. Ancak, burada da milliyetçi değerlendirmeler söz konusu oluyor. Bu durum sizce ne derece yararlı?

Bence tarihe olan ilgi her zaman vardı. Ancak son yıllarda bu ilgi oldukça arttı ve artmaya da devam ediyor. Buna bağlı olarak, tarihe ve tarihsel olanın bilgisine duyulan ilgi hiçbir zaman yok olmayacak, dolayısıyla moda da olmayacaktır. Bundan dolayı da son yıllarda hem medya alanlarında hem de geniş halk kitleleri arasında rağbette olduğu tartışmasız olan tarihin “moda haline geldiği” söylenemez, fakat bu duruma ille de bir sıfat bulmak gerekiyorsa, bu sıfat en doğru haliyle “medyatik” ya da “popüler” olabilir. Tarihin bu medyatik ya da popüler olma durumu ise, tarihe yönelik ilginin özsel anlamda artmasından ziyade, tarihsel bilginin çeşitli medya kanalları vasıtasıyla kamusal alanda daha fazla görünür olmaya başlaması, toplum kesimleri tarafından tanınan gazeteci, televizyoncu ve az da olsa tarihçinin çeşitli mecralarda tarih üzerine konuşma ve tartışma imkânı elde edebilmeleri ile ilgilidir. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek isterim: Tarihe insanın duyduğu ilgi ile medyanın duyduğu ilgi arasında bir ayrım yapmak gerekir. Birey olarak insanın tarihe duyduğu ilgi doğalken, her ne kadar insan ürünü bir mecra olsa da bir bütün olarak medyanın tarihe duyduğu ilgi arızîdir. Diğer bir deyişle, insanın tarih ile ilişkisi bizatihi kendi bilinci dolayısıyla iken, medyanınki bir başka şeyin dolayımıyladır. Bu dolayımın nesnesi şu ya da bu (kâr, rekabet, iktidar savaşları) olabilir, fakat en nihayetinde bir dolayım olmadan söz konusu ilgi ortaya çıkmaz.

Tarihin son yıllarda popüler (ya da medyatik), bir başka deyişle görsel, işitsel ve yazılı medyada sıklıkla kullanılan bir alan olmasının, medya başlığı altında bir araya getirilebilecek alanların nicelik açısından artış göstermesi, örneğin televizyon kanallarının, radyo istasyonlarının, gazetelerin ve hatta internet sitelerinin sayıca çoğalması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “talep görecek eser üretiminde bulunma” gibi temel anlamda teknik denilebilecek nedenleri bir kenara bırakırsak, tamamına yakını insanın tarihe olan doğal ilgisiyle ortaya çıkan “talep”ten kaynaklanan nedenleri vardır. İçerisine eğlenceden hamasete kadar bir dizi nedenin sığdırılabileceği bu nedenler dizisi, özellikle ülkemiz üzerinden konuşursak, toplumumuzun, Popperci anlamda “açık bir toplum” haline gelme eğilimleri göstermesi ve böylelikle bireysel eğilimlerin en üst düzeyde dile ve düşünceye getirilebilir olma yolunda büyük bir ilerleme kaydetmesi ile ilişkilendirilebilir. Buna göre, iktidar odaklarının çözülmesi ve şeffaflığın değer kazanmasına paralel olarak önem kazanan bireysel özgürlükler, bu özgürlükler çerçevesinde bireysel ilgilerin de özgürce dile getirilebilmesine imkan sağlamış, bu bağlamda söz konusu ilgilerin şekillendirdiği bir tür “arz-talep dengesi” oluşmaya başlamıştır. İnsanın daha önce sözünü etmiş olduğumuz tarihe dönük doğal ilgisinin işte bu arz-talep dengesinin içerisinde kendisine yer bulması, tarihin popüler olmasının en temel nedenidir. Özgürleşme eğilimleri sergileyen bütün toplumların tarihlerinde yüzleşecek ve hesaplaşacak birçok şey bulmalarını tam da burada, daha önce ket vurulmuş ilgilerin bireysel özgürlükler paralelinde serbest kalmaya başlamasında aramak gerekir. Yukarıda anlattığımız süreçte yaşanan milliyetçi değerlendirmeler konusuna gelirsek; Bildiğiniz gibi 1789 Fransız İhtilali ile milliyetçilik fikri dünyada yaygınlaştı ve ulus devletlerin kurulması hızlandı. Buna bağlı olarak tüm dünya bu durumdan ister istemez etkilendi. İlk sorunuzda da ifade ettiğim gibi tarihi olayların ve olguların herkes tarafından farklı algılanmasının önüne geçmek mümkün gözükmüyor. Bu sebeple az önce de belirttiğim gibi tarihin bilgisinin  değişik amaçlar için kullanılması da tabii ki devam edecektir.

Bilhassa son yıllarda, tarih bilincini geliştirmek için tarihi filimler, tarihi diziler yapılıyor. Bunlar yurt dışına da pazarlanıyor. Bunların bazıları halkı olumlu yönde motive ediyor ancak ortada bir kurgu olduğu da anlaşılıyor. Bu yapımlar sizce yararlı mı, zararlı mı?

Tarihe yönelik ilginin arz-talep dengesinin içerisine dâhil olmasından sonra, söz konusu ilgi ile medya birbirlerini güdüleyecek, tarihin daha fazla popülarizasyonu (medyatikleşmesi / medyatikleştirilmesi) (arz) ile tarihin giderek ilgi (talep) nesnesi haline gelmesi at başı ilerleyecektir. Toplumsal talebin mahiyetine göre popüler ürünün biçim ve içeriği değişecek, yeri ve zamanına göre hamaset yapma, yüceltme, aşağılama, propaganda yapma, ideolojik payanda üretme, idealize etme, abartma, göz ardı etme, görmezden gelme vb. damgalarını taşıyan ürünler piyasaya sürülecek, talep görenler köpürtüldükçe köpürtülecek, talep görmeyenler ise unutuluşa terkedilecektir. Son tahlilde popüler tarih(çiliğ)in ve ürettiği ürünlerin geleceği nokta, toplumsal talebe  göre filmler ve dizilerin çekilmesi, albümlerin çıkarılması, kitapların yazılması olacaktır ki, bu bana göre gayet kârlı bir sonuçtur. Çünkü insanların farklı eğilimlere sahip olmasından dolayı piyasa renkli ve çoğul bir karaktere sahip olacak, insanlar, farklı tercihler yapabilme ve kendi doğrularına bağlanabilme özgürlüğüne sahip olabileceklerdir. Ülkemizde özellikle seksenli yıllardan itibaren yaşanmaya başlayan da tam olarak bu çoğalma durumudur. Zaman zaman hukuk dışı müdahalelerle kesilse de Türkiye’nin yaşamakta olduğu demokratikleşme ve özgürleşme sürecinde bazen birbirleri ile tenakuz içerisinde de bulunan birçok tarihsel anlatı inşa edilerek piyasaya sürülmüş, farklı bakış açılarına sahip insanlar tarafından üretilen popüler tarih eserleri kamusal alanda arzı endam etmiş ve tarihsel olana dönük ilginin medyatikleşmesine, dolayısıyla kamusallaşmasına ve üniversitelerin yüksek duvarları arasından çıkarılarak topluma mal edilmesine hizmet etmiştir. Günümüzde, yazılı tarih ürünlerinin yanı sıra görsel eserler de ön plana (kuşkusuz yazılı eserlerden daha çok) çıkmaya başlamış, devasa teknolojik gelişmelerle zirve noktasına erişen görüntülü aktarım sistemleri, dizi ve film olarak göz kamaştırıcı (astronomik bütçelere sahip) tarihsel eserlerin üretimine imkân sağlamıştır. Birbirlerinden beslenen tarihe yönelik ilgi ve pazar o kadar geniş boyutlara erişmiştir ki, artık birçok televizyon kanalında tarih programları yapılmakta, birçok gazete okurlarına özel tarih ekleri armağan etmekte, tarihi roman yazıcılığı başlı başına bir sektör haline gelirken, tarihle ilgili dergi ve kitaplar yüz binlere varan tirajlara ulaşmaktadır. Tarih ve popülarite arasındaki birbirini besleyen bu gidiş-gelişli ilişki ve gelişme, bir diğer ifadeyle piyasayı istila eden tarihi diziler, filmler, romanlar ve sair popüler çalışmalar, nihayet, fildişi kulelerinde elitist bir ilginin keyfini çatan akademisyenlerin ve entelektüellerin tartışma konusu haline gelmiş durumdadır. Yüksek sanatın ve rafine tutkuların aşığı aydınlarımız, “tarih modasının” sona ermeyeceğini sonunda fark etmiş, ilgilerini bu yöne teksif etmeye başlamışlardır. Anlattığımız bu süreç sonucunda ortaya çıkan ürünler de tabii ki ve maalesef üst düzeyde kurgu içermektedir. Eğer halkımız bu dizilerden ve filmlerden tarih öğrenmeyi düşünürse bu çok zararlı sonuçlar doğurabilir. Ama halkımıza şu gerçek anlatılabilirse faydalı bir alana dönüşebilir: “Tarihi filmler, diziler ve tarihi romanlar tarih öğretmezler, tarihi sevdirirler!

Halkı kurgusal tarihle yönlendirerek milli duyguları bu yolla beslemenin sizce ne gibi sakıncaları var?

Anakronizm (anachronism/anachronisme), Grekçe’de “arka, eski, geri ve uzak” gibi anlamlara gelen “ana” ile “zaman” anlamına gelen “chronos” kelimelerinin birleşiminden türemiş bir kelime olup, “tarihsel olgu ve olaylar arasındaki kronolojik ilişkilerin tahrif edilmesi” anlamına gelir. Tahrifatın bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yapılması bunu değiştirmez, her türlü tahrifat anakronizmdir. Anakronizm, tanımı gereği ve elbette doğal olarak, tarihsel ya da tarihle ilişkili metinlerde/söylemlerde varlığa gelir. Kimi zaman tarihsel bir karakteri yaşadığı zamandan farklı bir zaman diliminde yaşatmak, ona “yapamayacağı şeyleri” yaptırmak, kimi zaman muayyen bir nesneyi (soyut ya da somut tarihsel, bir diğer ifadeyle zamansal ve mekansal olan her hangi bir şeyi) tarihselliğinden kopararak bir başka tarihsellik içerisine monte etmek gibi biçimlerde örneğin bilinen bir savaşın tarihinin tarihsel gerçekliğe aykırı bir biçimde olduğu halinden farklı gösterilmesi ya da hiç kar yağmadığı bilinen bir coğrafyaya kar yağdırılması gibi. Dolayısıyla içerisinde yoğun anakronizm barındıran kurgusal tarihle tarih öğretmek ya da bunu gerçekmiş gibi göstermek ve herhangi bir manipülasyon yapmak doğru değildir.  Daha açık bir ifadeyle, eğer yazar, romanında/senaryosunda gerçek olaylar ve şahısları kullanarak bir kurgulama yapıyorsa ve özellikle kullandığı bu olay gerçekten yaşanmış bir tarihsel olgu ise, bu olgunun zamanını ve mekanını değiştirme hakkına sahip değildir/olmamalıdır. Yaşanmış gerçekleri “olduğu gibi” kullanmalı ve onların tarihselliklerine sadık kalmalıdır. Tarihi roman ve senaryo yazarları çalışmalarına elbette kendi hayal dünyalarını da katacaklardır. Bu onların en doğal hakkıdır. Fakat tarihsel bir olayı kurgulayan romancının/senaristin kurmaca özgürlüğü ve “hayalleri,” tarihi olaylar arasındaki boşlukları doldurmak ve bu güne dek tam olarak aydınlatılamamış yani bilinmeyen tarihi olguları bir biçimde açıklamakla sınırlı olmalıdır.

Teknolojik imkanları kullanarak  halka tarihi doğru anlatmak için neler yapılabilir? Bunun için iktidarlar neler yapmalı?

Her şeyden önce tarihi film ve dizilerin temel kaynağı olan metinleri üretenlerin, metinlerini üretirken ciddi bir araştırma ve inceleme yapmaları gerekmektedir. Ve en önemlisi ise daha önce de söylediğimiz gibi, tarihi karakterlerin olduğundan farklı gösterilmesinin aslında onların özlük haklarına bir saldırı anlamına geleceğini hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Her ne amaçla ve gerekçeyle olursa olsun, buna hiçbir yazarın/senaristin ya da yapımcının hakkının olmadığını düşünüyorum. Eğer düş gücü yazarın yeteneği ise ve bu konuda kendisini özgür hissetmek istiyorsa, yeteneğini kullansın, yaşanmış olanı yeniden ve olduğundan farklı yazmak ve göstermek yerine, yaşanmamış olanı ilk kez ve nasıl isterse öyle kurgulayıp yazsın.

İktidarlar bu konuda yapılan ve yapılacak olan gerçekçi yapıtları maddi (bütçe) ve manevi (ödül/taltif/takdir) anlamında desteklemeli ve Kültür Bakanlığı’nın bütçesini arttırarak  bu alana geniş imkanlar sunmalıdır.

 YENİ ŞAFAK - Semiha Kavak

https://www.yenisafak.com/hayat/dizi-tarihi-sevdirir-ama-ogretmez-4555717