31 Mayıs 2014 Cumartesi

Terk Divanı



al bu göğü pencereden
bugün her şey bitti
yazan yalnızlaşıyor
masada ben
masadaki ben
ya bu göğü al pencereden
ya bu sayfayı
söz yalnızlaşıyor
Mesut Aşkın

Umman


"İnsan kalbinin içinde düşünür!"
C.G. Jung

30 Mayıs 2014 Cuma

GERÇEK KAYBEDİLMEZ




The Bridges of Madison County, izlediğim en yalın, en duru güzellikteki aşk filmiydi. Francesca'nın yol ayrımındaki hazin hikayesi, kısacık bir zaman diliminde yaşanan büyük bir aşk... Filme dair yazılacak öyle çok şey var ki, fakat şu an uzun uzun yazmak gelmiyor içimden. Belki sonra... 

Şu söze istinaden; "this kind of certainty comes but once in a lifetime" (insan hayatında ancak bir kez bu kadar emin olur) şöyle bir soru sorulabilir belki;

Emin olduğunuzu bulmamayı mı, bulup da kaybetmeyi mi tercih edersiniz?

Gerçek kaybedilmez...






"Hayatımda gerçekleşmeyen her şey beni sana getirdi."














"böyle bir şey hayatta yalnızca bir kere yaşanır..."








Robert: "Çoğu insan bu yaşadığımız gibi bir şey yaşamadı, tüm ömrünü buna adayanlar var, çoğu böyle bir şeyin olabileceğini bile bilmiyor."








İncelik


her insanın yalnız olduğunu anladım 
ömrümden geçerek geldim uzun bir yolu 
sokak lambasının ışığından baktım dünyaya 
sonra, aklımdan geçirdim seni usulca 
depremler geçti içimden, çığlar 
ve boynunun inceldiği yer, susma 
bana kendini öğret 

sevdiğim şehirlere benzettim seni 
biraz yalnızlık aldım gecenden 
adını söyleyerek avundum 
olmadık zamanlarda 
düşürdüm gözlerimi yollara 
ahh taşımaz artık bu yürek 
ben dediğim bu gövdeyi 

usulcacık ve boynunun en ince yeri işte 
çiy düşecek içimdeki boşluğa 
ellerine ve bileklerine bakacağım 
ellerin yüzümdeyken bakacağım 
ve ellerin dokunurken tenime 
sesin de dokunacak, susma 
içimdeki yağmuru öp gözlerinden 

önce dudaklarınla, 
sonra boynunun incelen yeriyle, bileklerinle 
biraz daha incelsin parmakların 
çiy düşsün üstümüze, tek tek yıldızlar 
iki yakalı iki şehir kadar hüzünlü 
ahh biliyorum bazı aşklar acıdan 
bazıları ayrılıktan yapılır 

ağaçlar kuşlar sokaklar şehir, 
sevdiğim şehirde bu şehirde yaşıyor artık 
ve hep bir incelik taşıyorum içimde 
yüreğinden yüreğime eklediğim ince çizgiyi 
susarsak derinleşir içimizdeki boşluk 
biraz daha sessizlik alırız herkesten, susma 
biraz daha tenhalaşırız 

aşkın biz haliyiz işte
aşksın kısacası
bir de "ben", yalnızlığın öteki adı yani
konuştukça incelsin bileklerin
parmakların içime dökülsün
ahh biz iki sevdaya benziyoruz
farkında olmadan çok seven

Abdullah Eraslan 

Sevenden Sevgiliye




"bana yaşattığın mutsuzluklar için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum sana; seni tanımadan önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum." 

rahibe mariana aicoforado


"sevgi, iyi olduğu sürece iyi bir şeye karşı duyulan arzudur -concupiscibile circa bonum; olumsuz bir arzu olan nefretse, kötülüğün yadsınmasıdır- concupiscibüe circa maiu." xviii. yy'a dek ruhbilimin başına dert olan iştahlarla ya da arzularla duygular arasındaki o kargaşa böylece açıklanmış olur; aynı kargaşaya, bu kez estetik alanına aktarılmış olarak rönesans'ta rastlıyoruz. nitekim muhteşem lorenzo, "l'amore e un appetito di beiiezzâ" diyor. 

oysa sevginin özünü oluşturan şeyin elimizden kayıp gitmesini önlemek için yapılması gereken en önemli ayrımlardan biri budur. özel yaşamlarımızda, sevgi ölçüsünde bereketli başka bir duygu yoktur; sevgi giderek doğurganlığın simgesi bile olur. çünkü kişinin sevgisinden pek çok şey doğar: arzu, düşünce, istem, eylem. bununla birlikte, bir tohumdan çıkan ürünler gibi, sevgiden doğan bu şeylerin hepsi sevgi değildirler ama onun varlığını öngörürler. elbette sevdiğimiz şeyi şu ya da bu biçimde isteriz de; öte yandan sevmediğimiz pek çok şeyi, bizi duygusal bakımdan hiç ilgilendirmeyen şeyleri de isteriz. iyi bir şarabı arzulamak onu sevmek anlamına gelmez; bir esrar tutkunu da, zararlı etkileri yüzünden nefret eder ama gene de arzular esrarı. 

bununla birlikte, sevgiyle arzu arasında bir ayrım gözetmek için daha sağlam ve daha ince bir neden vardır. bir şeyi arzu etmek, kuşkusuz o şeye sahip olmaya doğru ilerlemek demektir ("sahip olmak" burada bizim bir parçamız olmasını istemek anlamındadır). bu nedenle arzu, doyurulur doyurulmaz söner, doyumla birlikte sona erer. oysa sevgi sonsuza dek doyumsuz kalır. arzunun edilgen bir özelliği vardır; bir şeyi arzu ettiğimde, aslında arzu ettiğim şey o nesnenin bana gelmesidir. yerçekiminin merkezi olarak ben, her şeyin benim önüme düşmesini beklerim. ileride göreceğimiz gibi sevgi, arzunun tam tersidir, çünkü baştan sona etkinliktir. sevgide, nesnenin bana gelmesi yerine, ben nesneye giderim ve onun bir parçası olurum. sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. belki de doğanın insana, kendisinin dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağını tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi. o bana doğru gelmez, ben ona doğru çekilirim. 

sevgi üzerine derinliğine düşünen ve belki de gelmiş geçmiş en büyük erotik yaratılışlardan birine sahip olan st. augustine, sevgiyi bir arzu ya da bir iştah olarak yorumlayan görüşü aşmayı zaman zaman başarır. böylece, lirik bir anlatımla: amor meus, pondus meum: illo feror, quocumque feror. "sevgim benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse, ben de oraya giderim," der. sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir. 

spinoza bu yanlışı düzeltmeye çalıştı; iştahları bir yana bırakarak sevgiden doğan âşıkane duyguların coşkusal bir temeli olduğunu söyledi; ona göre sevgi, mutlulukla o mutluluğu yaratan nedenin birleşmesinden doğuyordu; bunun tersine, nefret de üzüntüden ve o üzüntünün kaynağını bilmekten doğuyordu. bir şeyi ya da birini sevmek, yalnızca mutlu olmak, aynı zamanda mutluluğumuzun o şey ya da kişiden geldiğini bilmek demekti. burada da gene sevginin, getirebileceği olası sonuçlarla karıştırıldığını görüyoruz. sevenin, sevgilisinde mutluluk bulduğundan kim kuşku duyabilir? oysa sevginin bazen çok acıklı, ölüm kadar acıklı -yüce ve ölümcül bir işkence- olduğu da kuşku götürmez. dahası var: gerçek sevgi, kendini bir bakıma çekebildiği acılar ve ıstıraplarla belli eder; en iyi bunlarla ölçülür ve hesaplanır. seven kadın, ilgi görmemektense, sevgilisinin kendisine çektireceği acıları yeğler. portekizli rahibe mariana aicoforadönun, vefasız sevgilisine yazdığı mektuplarda şöyle tümcelere rastlarız: "bana yaşattığın mutsuzluklar için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum sana; seni tanımadan önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum." 

"tüm dertlerimin çözümünün nerede yattığını açıkça biliyorum. seni sevmekten vazgeçtiğim an bu dertlerin hepsinden kurtulurum. ama çözüm mü bu! hayır, seni unutmaktansa acı çekerim, daha iyi. ah! acaba elimde mi bu benim? bir anlığına bile seni sevmemeyi istemekle suçlayamam kendimi; eninde sonunda sen, acınmayı benden daha çok hak ediyorsun, çünkü fransız sevgililerinin sana bağışladıkları tüm o boş zevkleri tatmaktansa, benim çektiklerimi çekmek çok daha iyidir." ilk mektup şöyle bitiyor: "hoşça kal; beni hep sev ve bana daha büyük ıstıraplar çektir." iki yüzyıl sonra da, mademoiselle de lespinasse şöyle diyor: "seni, insanın sevmesi gerektiği gibi seviyorum: umarsızca." 

spinoza'nınki dikkatli bir gözlem değildir: sevgi, mutluluk değildir. vatanını seven kişi, onun uğrunda ölebilir; bir aziz de sevgisinden ötürü canını verebilir. bunun tersi de doğrudur; kendi kendisinden zevk üreten, nefret ettiği kişiye verdiği zarardan kendinden geçercesine coşku duyan bir nefret türü vardır. 

bu ünlü tanımlar bize yetmediğine göre, sevgi edimini, bir böcek bilgininin kırda yakaladığı böceği sınıflandırması gibi tanımlamaya çalışmak belki daha iyi olacaktır. umarım ki okurlarım, şimdiye dek bir şeyi ya da bir kişiyi sevmişlerdir ya da sevmektedirler de duygularını o kırılgan kanatlarından yakalayıp iç gözlemlerinin önünde dikkatle, sarsmadan tutabilirler. hem balı, hem de zehiri tanıyan bu titrek arının en genel ve en soyut özelliklerini sıralamaya çalışacağım. böylece okur, burada vereceğim çözümlemenin, kendi içinde bulduğu duygularla çakışıp çakışmadığına karar verebilir. 

incelendiğinde sevgi gerçekten de arzuya benzer, çünkü bir kişi olsun, bir şey olsun, sevgi nesnesi onu heyecanlandırır. ruh huzursuzlaşır; nesnenin yarattığı uyarıyla bir noktasından ince bir biçimde zedelenir. öyleyse bu tür uyaranın merkezcil bir yönü vardır: nesneden bize doğru gelir. ne var ki sevgi edimi bu heyecanın, daha doğrusu bu uyarının gelmesinden çok sonra başlar. sevgi, nesnenin gönderdiği delici okların açtığı yaralardan dışarıya fışkırarak nesneye doğru etkin bir biçimde akmaya başlar; bundan sonra da her türlü uyarının ve arzunun ters yönünde hareket eder. 

sevenden sevgiliye - benden ötekine- doğru merkezkaç yönde ilerler. kendimizi ruhsal bir devinim içinde, bir nesneye doğru yönelmiş ve hiç durmadan iç benliğimizden başka birine doğru akar durumda bulmamız, sevginin ve nefretin temel özelliğidir. bunların birbirinden ne bakımdan ayrı olduğunu biraz sonra göreceğiz. ruhsal olarak sevgiliye doğru çekilmek, yakınlaşma ve onu dıştan tanıma sorunu değildir yalnızca. bu dış edimlerin hepsi, sonuç olarak elbette sevgiden doğarak gelişir; ne var ki sevginin tanımında bunlar bizi ilgilendirmediğinden, şimdi girişeceğimiz işte hepsini bütünüyle bir yana bırakarak unutmak gerekecektir. söyleyeceğim her şey, bir süreç olarak ruhsal içsellik taşıyan sevgi edimiyle ilgili olacaktır. sevdiğiniz tanrı'ya, bedeninizin uzantısı olan bacaklarınızla yürüyerek ulaşamazsınız; gene de o'nu sevmek, o'na doğru gitmek demektir. sevdiğimizde, içimizdeki dinginliği ve sürekliliği terkederek gerçekten o nesneye doğru göç ederiz. sürekli bir göç durumu içinde olmak, sevgi içinde olmak demektir. 

düşünce ya da istem edimleri, dikkat etmişsinizdir, anlıktır. bu edimlere hazırlanmakta biraz yavaş davranabiliriz, ama uygulaması uzun sürmez; göz açıp kapayıncaya dek olup bitiverir; çok yüksek hızda tamamlanan edimlerdir bunlar. bir bildiri tümcesini anlarsam, anında, birdenbire anlarım. oysa sevgi, zaman içine yayılır; insan, bir mıknatıstan çıkan kıvılcımlar gibi yanıp sönen ani anlar ya da kopuk kopuk zamanlar dizisi içinde sevmez; sevgiliyi sürekli olarak sever. bu da, çözümlemekte olduğumuz duygunun yeni bir yanını ortaya çıkarır: sevgi bir akıştır; ruhsal maddeden oluşan bir ırmaktır; kaynak suyu gibi hiç durmadan akan bir sıvıdır. şimdi anlatmaya çalıştığım özelliği sezgisel olarak billurlaştırmak için bir eğretileme kullanacak olsak, sevginin bir patlama değil, kesintisiz bir akış, sevenden sevgiliye doğru ilerleyen ruhsal bir ışınım olduğunu söyleyebiliriz. yalnızca bir kez oluşan bir boşalma değil, bir akıştır sevgi. pfânder, sevginin ve nefretin bu akışkanlık ve süreklilik yönünü büyük bir sezgiyle irdelemiştir. daha önce, sevgide her zaman bulunan üç özellikten ya da nitelikten söz etmiştik: sevgi merkezkaçtır; nesneye doğru gerçek bir ilerleyiştir; süreklidir ve akışkandır. sevgiyle nefret arasındaki temel ayrımı artık belirleyebiliriz. 

merkezkaç olduklarından sevgi de, nefret de aynı yönde hareket eder; söz konusu kişi de nesneye doğru hareket eder; ama aynı yönü paylaşmalarına karşın, nedenleri ve niyetleri birbirinden farklıdır. nefretin nedeni olumsuzdur, bundan dolayı insan, nesneye doğru ama ona karşı olarak gider. sevgideyse insan gene nesneye doğru ama bu kez ondan yana olarak gider. 

bu iki duyguda ortak olarak bulunan ve aralarındaki ayrımdan daha ağır basan bir başka dikkate değer nokta da şudur: düşünme ve isteme edimlerinde, ruhsal ateşlilik diye adlandırabileceğimiz şey yoktur. öte yandan, bir matematik teoremiyle karşılaştırıldığında, sevginin ve nefretin sıcaklığı vardır; bundan da öte, bu ateşlilik, derece bakımından çok büyük bir çeşitlilik sergiler. tüm sevgiler çok değişik sıcaklık evrelerinden geçer. bu nedenle gündelik dilde, çok yerinde olarak, sevginin soğumasından söz edilir; sevenin, sevgilisinin sıcaklığından ya da soğukluğundan yakındığı dile getirilir. 

duygulanmanın ısısı üzerine bir bölüm yazmaya kalkarsak, çok eğlenceli ruhbilimsel gözlem alanlarına sürüklenebiliriz. böyle bir bölümde bence, evrensel tarihin şimdiye dek aktöre ve sanat alanında gözden kaçırılan yönleri ortaya çıkacaktır. o zaman tarihteki büyük ulusların ısılarından da söz edebilirdik -yunanlıların, çinlilerdin ve xviii. yy. avrupa'sının soğukluğundan; romantik avrupa'nın vb.nin ortaçağ'daki ateşliliğinden; ruhlar arasındaki ateşlilik farklarının insan ilişkilerini nasıl etkilediğinden de söz edebilirdik- iki insan karşılaştığında, dikkat ettikleri ilk şey duygusal ısılarının derecesi olurdu; kısacası, sanat biçimlerinin, özellikle de yazın biçemlerinin, sıcaklık diyebileceğimiz bir niteliğinden söz ederdik. ama böylesine geniş bir konunun kabuğunu şöyle bir kazıyıvermek bile olanaksızdır. 

sevginin ve nefretin ateşi, en iyi biçimde nesnesine bakılarak anlaşılır. sevgi, nesnesi için ne yapar? yakında ya da uzakta olsun, eş ya da çocuk olsun, sanat ya da bilim olsun, vatan ya da tanrı olsun sevgi, kendisini sevgilinin yararına ortaya koyar. arzu, arzulamanın tadını çıkarır; ondan doyum sağlar, ama o ona hiçbir şey vermez, hiçbir şey katmaz; verecek hiçbir şeyi yoktur. sevgi ve nefret sürekli etkindirler; sevgi, uzaktan olsun, yakından olsun özellikle yüceltici, övücü, olumlayıcı, okşayıcı bir tutum içindedir. nefret de, nesnesini aynı tutkulu havayla sarar ama zedeler, kızgın sam yeli gibi kavurur, iyice aşındırır ve yok eder. bütün bunların -yineliyorum- gerçekten olması gerekmez; nefretle yan yana bulunan duygulara, bu duygunun kendisini oluşturan düşsel edimlere değiniyorum şimdi. 

öyleyse sevginin, sevgiliyi sıcak bir havayla onaylayarak aktığını, nefretinse aşındırıcı bir zehir çıkardığını söyleyebiliriz. 
sevginin ve nefretin birbirine karşıt olan bu eğilimleri, kendisini başka bir biçimde de belli eder. sevgide nesneyle bütünleştiğimizi duyumsarız. bütünleşmek ne demektir? yalnızca bedensel bir birleşme ya da yakınlaşma değildir bu. belki de dostumuz (genel olarak sevgi ele alındığında dostluk unutulmamalı da) uzakta bir yerdedir de ondan haber alamıyoruzdur. onunla genelde simgesel bir bütünleşme içindeyizdir; ruhumuz inanılmaz bir biçimde genişleyerek bu uzaklığı kapatmıştır sanki; dostumuz nerede olursa olsun, onunla temelde birlik içinde olduğumuzu duyarız. güç bir zamanda birisine, "bana güven; senin yanındayım," derken anlatmak istediğimiz biraz da budur; yani senin inandıkların benim de inandıklarımdır, seni her zaman destekleyeceğim. 

öte yandan nefret -sürekli olarak, nefret ettiği şeye doğru gitse de- aynı simgesel anlamda nesneden ayırır bizi. nesneden bütünüyle kopuk bir uzaklıkta tutar; arada bir uçurum oluşturur. sevgi, gönülleri birbirine yaklaştırarak uyum yaratır; nefretse uyumsuzluğa, fizikötesi bir uzaklaşmaya, nefret edilen nesneden mutlak bir yalıtlanmaya yol açar. 

mutluluk ya da üzüntü gibi edilgen duygularla karşılaştırıldığında sevgi ve nefrette söz konusu olan etkinliğin, neredeyse çaba diyebileceğimiz bu şeyin, türünü anlamaya başlayabiliriz artık. mutlu olmak ya da üzüntülü olmak gibi deyişlerin ardında yatan bir neden vardır. aslında bunlar, sonuçları bakımından çaba ya da edim değil birer durumdurlar. üzüntülü kişi, üzüntüsüyle ilgili olarak, mutlu insan da mutluluğu konusunda bir şey yapmaz. oysa sevgi, nesnesine doğru gözle görülür bir yayılmayla uzanır; gözle görülemez olsa da kutsal bir göreve, olabilecek en etkin işe, nesnesini doğrulama işine girişir. sanatı ya da vatanı sevmenin ne demek olduğunu bir düşünün: sevmek, bir an bile bunların varlığından kuşkulanmamak demektir; bunların var olmaya değer olduklarını her an kabul etmek ve doğrulamak demektir. bu olumlu kararı, yargıcın soğukkanlılıkla birisine hak tanıması gibi değil, o hakka katılma, o kararı eyleme aktarma hakkını da tanıyarak almak demektir. nefret etmekse bunun tam tersidir. nefret, bir bakıma nefret edilen şeyi öldürmek, kafamızda yok etmek, soluk alma hakkını elinden almaktır. birisinden nefret etmek, onun varlığından rahatsız olmak demektir. 

doyuma yol açacak tek şey, o kişinin tümüyle ortadan kalkması olacaktır. sevginin ve nefretin, sözünü ettiğim bu son belirtiden daha temel bir belirtisi olduğunu sanmıyorum. bir kez bile sevmek, sevgilinin varolduğu konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren (her şey o tek nesneye bağlı olduğuna göre) bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir. ama bunun, sonunda aynı şeye indirgendiğini gözden kaçırmamak gerekir; o şey, bize bağlı olan şeye sürekli olarak ve isteyerek yaşam katmaktadır. sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir çabayla canlılık katma, onu yaratma, isteyerek koruma eylemidir. nefret etmekse yok etme ve gerçekten öldürme eylemidir - ama bir kez gerçekleştirilen bir öldürme eylemi değildir; çünkü bir kez nefret ettik mi, nefret edilen şeyi sürekli olarak öldürüyoruz demektir. bu noktada durup sevginin şimdiye dek bulduğumuz yanlarını özetleyecek olursak, sevmenin nesneye doğru giden, onu sıcak bir onayla saran, sürekli akış içindeki ruhun merkezkaç edimi olduğunu, bizi nesneyle bütünleştirip onu olumlu bir biçimde doğrulamaya götüren bir edim olduğunu söyleyebiliriz. 


jose ortega y gasset

29 Mayıs 2014 Perşembe

Yağmur Ormanları



"bugün fazlayım kendime 
birazımı al"

Arife Kalender

Soma: Dosya




YENİSİNİ HABER VEREN TEHLİKELER ZİNCİRİNDEN
KURTULMAK MÜMKÜN MÜ?

"Tanrım açamadık içimizi
Artık buluşmamız mahşere kaldı."

Soma; gelişini haber veren bir facia mı, sabotaj mı, bir musibet mi, bir kader mi?
Bu gibi konular her büyük felakette olduğu gibi yine tartışmaların merkezine oturdu. Her şeyi kendi mecrasından çıkararak yorumlamayı seven, salt olayların kendisini analiz etme yerine, onları hazır kalıplar içinde analiz etme sabitliğimiz bu elim olayda da alışkın olunanı değiştirmedi. İstismar, asparagas kurgular ve tarafgir yaklaşımlar nedeniyle tartışmamız gerekeni yine ıskaladık ve başka şeyleri konuşur olduk. Oysa; yeni olayların tekrar etmemesi için olanlardan ders çıkarmak ve gerekli tedbirleri hızla almak gerekli.
Soma; Kontrolsüz kapitalizmin nelere yol açabileceğinin bir örneği sadece. İş gücünü 'daha çok kâr' üzerinden şekillendirmeye zorlayan bu iktisadi sistemi dengeleyen yegane şey demokrasidir. Demokrasi geliştikçe sistemin otokontrolü ve tepkisel odakların itmesiyle oluşan denge istismarların önüne geçer ve sömürüyü azaltır. Artı değer denilen emeğin işveren tarafındaki payı böylece dengelenir ve iş barışı toplumsal huzurun bir parçası haline gelir.
Buradan baktığımızda Soma’da nelerin olmadığını , iyi işleyen bir demokrasimizin olması halinde nelerin önlenmiş olabileceğini de anlamış oluruz. Eğer, demokrasimiz kurum ve kurallarıyla sistemin açıklarını kapatır, onları sağlam bir zemine oturtur durumda olsaydı şu yanlışlar ortaya çıkmazdı;
-İnsanlar, yerin altında, o ağır şartlarda sadece karın tokluğunda çalıştırılmaz, bu haklar yasalarla onlara sağlanır, hak ettikleri ücretleri almaları yasal güvenceye bağlanırdı.
-Sendika, bir aidat makinesi olmaktan öte o işletmede, iş ve işçi sağlığı, iş güvenliği ve hak edilen ücret konusunda adımlar atar, işçilerin her tür haklarını korurdu.
-Sendika, işçilerinin hakkını, hakkıyla koruyabilmek için arkasında yasal güvencelerle desteklenir, böylece her türlü direnci kolayca geliştirirdi.
-Devletin yasaları, iş ve işçi güvenliği konusunda görevli denetmenlerin önünü açar, gerekli önlemlerin alınması sağlanırdı.
-İşveren, bir işletmenin asgari çalıştırma şartlarının neler olması gerektiğini görür, gerçekçi maliyetler üzerinden hesabını yapar, ona göre elini taşın altına sokardı. Kazanmak için her türlü istismarı yapabilmesinin mümkün olmayacağını bilirdi.
-Yaşanan bu gibi olaylar karşında kamuoyu yanlış yorumlara yönelmez, daha iyi şartların oluşması için ön açıcı yorumlar yapardı.
Böylece demokrasinin daha da gelişmesine katkıda bulunulurdu.. Bu ve daha da çoğaltılacak örneklerden yola çıkacak olursak bütün bu olayların arka planında demokrasi zaafiyetinin olduğunu söylemek mümkün.
Demokrasi her şeyin ilacı değildir ancak, kapitalist sistem içinde yaşayan insanların hakkını koruyabilecek olan yegane şey yine de "daha çok demokrasi"dir. Kurum ve kuruluşlarıyla demokrasi geliştikçe iş yaşamı da gelişir. Böylece insanlar daha güvenli, daha uygun şartlarda ve daha yüksek ücretle çalışarak korunurlar.
Devletin varlık sebeplerinden asıl olanı, vatandaşlarına insanca yaşayabilecekleri bir ortam sağlamak olduğuna göre çarenin "daha çok demokrasi" olduğunu söyleyebiliriz. Bu vesileyle bugünden başlamak üzere acilen yapılması gereken şeyler vardır. İlk yapılacak şey ise iş hayatıyla ilgili yasaların yeniden gözen geçirilmesi, etkin bir çalışma hayatı için gerekli şartların oluşturulmasıdır. Genelde yapılması gerekli olan iyileştirmelerin yanısıra madenlerle ilgili acil önlemler alınmalıdır.
Bu çerçevede;
-Öncelikli olarak ağır şartlarda çocuk işçi çalıştırılmasının önü tümüyle kapatılmalı, bu gibi istismarlarda cezalar artırılmalıdır.
-Ağır ve iş tecrübesi isteyen bu gibi işlerde kesinlikle taşeron işiler çalıştırılması önlenmeli, işverenlerin bu yola girmelerinin önüne geçilmelidir.
-Bu gibi işletme/işyerlerinde sendikalaşma kolaylaştırılmalı, gerekirse bu alanlarda zorunlu meslek örgütleri kurulmalıdır.
-Ağır işlerde çalışan işçilere farklı, tatmin edici ücret verilmesini sağlayan yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
-Bu gibi işletmelerin iş ve işçi güvenlikleri en üst düzeyde sağlanmalı, bunun için İLO standartı ve gelişmiş önlemlerin sağlanmasına gidilmelidir.
-Denetleme kurum ve kuruluşlarının yetkileri artırılmalı, bu kişilere daha bağımsız ve tarafsız çalışma şartları sağlanmalıdır.
-Denetim mekanizması ihtisas birimlerine ayrılmalı ve böylece daha verimli denetim sağlanabilmelidir.
Sonuç olarak; İş kazalarının önlenmesinin yegane yolu gelişmiş ülkelerde olduğu gibi çalışanların haklarını koruyan, modern çalışma ortamı sağlayan, onları her an denetleyen mekanizmalara sahip bir iş düzeni, sosyal bir yapı kurmaktan geçer.
Bunun özeti ise, insanı öne çıkaran "daha çok demokrasi" modellerinin geliştirilmesinin gelecek tehlikeleri önlemede ne derece önemli olduğudur.

SEMİHA KAVAK
Haziran 2014 Sayı:8

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Edip Cansever




"Şimdi sen öldükten sonraki güzelliğindesin."
-yerçekimli karanfil-

27 Mayıs 2014 Salı

Düşsel Konçerto



"...Ve özgür kalır kalmaz yeni bir hapishane inşa etmek istiyoruz; daha korkunç...bir ruh hapishanesi" 

G. Papini

İbn Rüşd'de Nedensellik




İSLAM DÜNYASINDA AKLIN ÖNEMİ ÇERÇEVESİNDE ”İBN RÜŞD’DE NEDENSELLİK”

İslam düşünürleri asırlar boyunca evrenin varoluşuyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürmüşler, Allah’ın kainatı yaratış süreciyle, onun işleyiş ve düzeniyle ilgili farklı görüşlerde bulunmuşlardır. O nedenle; varlıklarda “neden-sonuç” ilişkisini irdeleyerek evrende bulunan varlıkların varoluşları ve onların birbirleriyle ilintilerini tartışıp durdular. Bu tartışma filozofların tartıştığı düzeyde olmasa da hala canlılığını koruyor.

Felsefi tartışmaların ana merkezi eski Yunan olsa da; buradan yükselen tartışmalar İslam düşünürlerini de etkilemiş, birçok İslam düşünürü İslamı evrensel anlamda savunmak için  filozofların bu konulardaki görüşlerini ele alarak tahlil etmişlerdir. Bu tartışmalar sürecinde İslam düşünürlerinin görüşleri yalnızca filozofların düşünceleriyle değil, zaman zaman diğer İslam düşünürleriyle de (özdeşliğin yanı sıra) çatışmaya da yol açmıştır.

İslam dünyası evrenin varoluşunu, insanın evren içerisindeki yerini, insan-Tanrı ilintisini irdelerken sürekli, aklın gerçeğe (hakikat) ulaşmada rolünün ne olduğunu da tartıştı. Modern bilimin din-bilim tartışmalarının ilk çıkış noktası bu tartışmalara kadar taşınabilir. Vahyin hangi yaklaşımla daha sarih anlaşılabileceği, akıl-duygu ilintisinin nasıl olması gerektiği, bireyi gerçekliğe götüren ana şeyin ne olduğu bugün olduğu gibi dün de en çok tartışılan konular arasındaydı.

İşte bu soruların dönüp durduğu yer  “nedensellik” konusu.

 “Nedensellik” konusu “varoluş” konusunu ele alan felsefecilerin ana konularından biri olarak bilimin de merkezine oturmuş bir konudur. Her şeyin bir nedene bağlı olarak var olduğuna dayanan düşünce ekolleri bilimin ışığında sistematik gelişimlerin de öncüsü olmuşlardır. “Bilginin tamlığı nedenlerin bilgisidir” diyen İbn Rüşd, çağının İslam düşünürlerinin tepkisini çekmiş, varoluşu nedenlere bağlamayan İslam düşünürleri onu tekfirle suçlamıştı. Aristo sistematiğini daha da geliştirerek bugünkü modern bilime önemli katkılar sunan İbn Rüşd’ün “Nedensellik” bağlamında  düşünceye yaklaşımını irdeleyen Mehmet Fatih Birgül’ün kitabı önemli konulara parmak basıyor.

İslam düşünce tarihine damgasını vuran isimlerden biri olan İbn Rüşd, felsefe konusunda kuşkusuz önemli bir yere sahip. Hukukçu bir ailenin çocuğu olan İbn Rüşd, (1125-1198) babası ve büyük babası kadı olduğu gibi kendisi de kadıydı.
İslamın felsefe alanında etkili olmasını sağlayan ve düşünceleriyle uzun süre Batı’yı etkileyen bir isim olarak bilinen İbn Rüşd, farklı görüşleri nedeniyle yalnızca diğer bazı İslam felsefecilerince aforoz edilmekle kalmamış, Batı’da da dini çevreler uzun yıllar görüşlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır. İbn-i Rüşd'ün görüşlerini tehlikeli bulan katolik kilisesi, onun görüşlerini kiliseden uzak tutmuş, 1240'dan 1513'e kadar okunmasını yasaklanmıştır.

Mehmet Fatih Birgül, İbn Rüşd’ü kitap konusu için neden seçtiğini,  İbn Rüşd’ün felsefi kişiliği ve İslam tarihindeki önemine dayandırarak; ”O, bilgi ve bilim hakkında Aristoteles şarihi olmaktan ötelere gitmiş, orijinal bir filozoftur. Bu bakımdan kanaatimize göre İbn Rüşd, nedenselliğin, bilim bağlamında araştırılması için ideal bir düşünür sayılmalıdır” sözleriyle açıklamakta.

Kitabına önce “nedensellik”le ilgili genel konulara yer vererek başlayan ve buradan ana konuya yaklaşan Birgül, ilerleyen bölümlerde konuyu unsurlara ayırmakta, bu çerçevede çeşitli değerlendirmelere yer vermekte ve çıkardığı özetleri de ana konu etrafında toplamakta. Sonuçta ise bizatihi İbn Rüşd’ün görüşlerine yer vererek, ortaya bütünsel bir görüş çıkarmakta.
İslam düşünce tarihinde önemli bir yeri olan ve bir çok alanda Batı düşünürlerinin yapıtlarında başvurduğu isim olan İbn Rüşd’ün varlık bilime yaklaşımını konu edinen kitabında Mehmet Fatih Birgül İbn Rüşd'ün "nedensellik" konusundaki düşüncelerini irdelerken onun en çok etkilendiği isim olan Aristoteles’in görüşlerine de birlikte değinmiş. Bunun zorunlu nedeni İbn Rüşd ile, Aristoteles’in görüşlerinin birçok konuda aynı olması.

Muhtelif yerlerde açıkça görülür ki; İbn Rüşd'ün görüşleri neredeyse Aristoteles'in görüşleriyle özdeş gibidir. Onun nazarında Aristoteles, “Hakikatin kendisiyle kemale erdiği ilk muallimdir."

İbn Rüşd’ün Aristo’yla aynı şeyleri söylediklerini örneklemelerle ortaya koyan Birgül’e göre müslüman bir düşünür olarak İbn Rüşd, Aristoteles'in düşüncelerini olgunlaştırmıştır; "Diyebiliriz ki, İbn Rüşd, Aristoteles'in felsefi sistemini anlamış, özümsemiş ve adeta eritip yeniden kalıba dökmüştür"

İbn Rüşd'ün eleştirdiği bir başka önemli İslam felsefecisi olan Gazali de bu konuda İbn Rüşd’ün hakkını teslim etmiştir; "Farabi ve İbn Sina'nın en mükemmel Aristoteles şarihleri olduğunu söylemekte ve bunların dışındakilerin eserlerini okunmaya değer bulmamaktadır. Gazali'nin kaynağının, yalnızca Farabi ve İbn Sina olduğu ortaya çıkmaktadır" diyen Birgül, o nedenle kitabında varlıkların neden -sonuç ilişkilerini bu isimler etrafında tartışır.

Kitabının ilk bölümünde neden ve nedenselliği irdeleyen Birgül, felsefenin “neden”ler üzerine kurulduğuna vurgu yaparak,  ”Felsefe şüphesiz bir neden soruşturmasıdır” der.

Bir şeyin var olmasını sağlayan şey olarak tanımlanan “neden”, ürettiği şeyler etrafında “nedensellik”ler oluşturur. Nedenlerin birbiriyle ilintilerini kurmaya çalıştığımızda ise karşımıza “varlık” olgusu çıkar. İşte akıl ve duyumların varlıkla buluşma isteği yani bilgi bizleri neden-varlık ilişkisini soruşturmaya götürür.

Nedensellik Varlık İlişkisi

İbn Rüşd varlığı ilk hakikat, hakikatı ise her şeyin özü olan cevher olarak açıklar; “Hakikaten var olan varlık cevherdir ve geri kalan diğer her şeyin nedeni de odur.”

“Buradan çıkan sonuç, hakikatin bu bağımsız varlık olduğudur. Demek ki hakikat ve varlık aslında aynı şeydir ve bir şey ne kadar varsa o kadar hakikattir”

İbn Rüşd varlığın nedenselliğini ele alıp, varlığın anlaşılması için düşünce yürütürken aklı gerçeğe (hakikat) ulaşmada ana bilgi kaynağı olarak görür. İnsanın gerçeğe ulaşmada aklını belirleyici unsur olarak kullanmasının bir zorunluluk olduğunu ileri sürer; ”İbn Rüşd, açık bir dille doğanın, doğaüstü güçlerle açıklanmasını yadsımaktadır.” İnancın bilmekle, bilgiyle anlamlı olabileceğine, gerçeğin nedensellik ilkesiyle ortaya çıkabileceğine inanır.”Ona göre aklın kavrama eyleminin ve bizzat akıl yürütmenin olmazsa olmaz koşulu, nedensellik ilkesidir.”

İbn Rüşd’e göre  maddi anlığın(akıl), hem anlık, hem de kavranabilir gerçeklikleri algılama gücü vardır. Ona göre bütün yaratılmış gerçeklikler bir güç barındırır. Çünkü hepsi bir üst varlığa, bir ilk “neden”e gönderme yaparlar. İlk neden, Aristo’nun Metafizik kitabında verdiği Tanrı tanımına uygun şekilde, varlığın varlık olarak tüm eksiksizliğini içermektedir.

Yine İbn Rüşd’e göre; “Varlıkların zihindeki karşılığı olan kavramların ilişkilendirilmesi de, var olanlar arasındaki nedensel ilişkinin ifadesi olan bir düzen içindedir.”

Bir İslam düşünürü olan İbn Rüşd akılla ulaşılamayana ibadetin de anlamsız olduğunu öne sürer. O nedenle; "İbn Rüşd için sadece bilmek için bilgiyi talep etmek en üstün ibadettir." İnsanın doğası gereği bilgiyi aradığını iddia eder. İnanmak ve onun gereğini yapmanın gerçeklikle olan bağına dikkat çeker. "Ona göre felsefeye mensup bilimler iki gruptur ve bunlardan ilkinin amacı yalnızca bilgidir, diğerinin anacı ise pratiktir."

Birgül, nedenselliğin  varlıkla ilişkisini ele alan felsefi görüşlerin zaman zaman birbiriyle karıştırıldığını da dikkate alarak, bazı kesimlerce "determinist" olduğu öne sürülen İbn Rüşd'ün, determinist olmadığının altını çizer.

Her olgunun bir nedene bağlı olduğunu, aynı nedenlerin aynı şartlarda hep aynı sonuçları doğuracağını öne süren determinizm konusunda Aristo'nun görüşlerine yer veren ve İbn Rüşd'ün de bu konuda Aristoteles gibi düşündüğünü belirten Birgül; ”O tıpkı Aristoteles gibi, üçüncü halin olamazlığı ilkesinin gelecek hakkındaki yargılara uygulanmasını reddetmektedir. Böyle bir durumun, olacak her şeyin zorunlu olması sonucuna götüreceğini vurgulayan filozofumuz, mümkün var olanların inkarı anlamına gelecek böyle bir iddianın bizi, iradenin inkarı gibi çirkinliklere ulaştıracağını düşünmektedir.” "İbn Rüşd, açıkça Aristoteles'ten yana tavır almış ve nedenselliğe yaptığı vurgu yanında, determinizmi kesin bir şekilde yadsımıştır." der ve "İbn Rüşd'ün de Aristoteles gibi, imkanlar alanını kabul ettiği ve determinizmi reddettiği görülüyor" ifadesini kullanır.

İbn Rüşd "neden"in varlıkla ilişkisini deterministlerden farklı olarak "mutlak varlık"la açıklar.

“İbn Rüşd’ün varlık tasavvuru, gerçek anlamda var olan ile gerçek anlamda yok olan arasındaki karşıtlıkla açıklanabilir. Bu tablonun en üstünde asla değişmeyen, ezeli ve ebedi; dolayısıyla en fazla hakikatliğe sahip var olanlar; en altta ise yokluk bulunmaktadır. Değişimden uzak, ezeli ve ebedi var olanlar, gerçek anlamıyla varlık ve hakikattir. Yokluk ise yoktur ve sürekli değişim halinde fenomen dünya, varlık ile yokluk arasındaki ara durumdur.”

Batı’da Ortaçağ’ın en önemli felsefecisi olarak görülen İbn Rüşd  bugün İslam dünyasında diğer ekollere göre daha az ilgi görüyor. İslam dünyasının düşünce sığlığı kendi dünyasına ait birçok eski düşünürü yeni kuşaklara tanıtmaya yeterli değil. Batı’nın çağında ve sonraki çağlarda oldukça etki altında kalan bu düşünürlerimizin en ihmal edilmişleri de felsefeciler. Oysa sağlam bir akaid düşüncesi felsefi tartışmaların içinden geçmekte. Bu sebeple medreselerde akaid dersleri felsefi mukayeselerle okutulurdu.

Yakın çağın İslam düşüncesini oryantalistler yönlendirmeye başlayınca artık kendi dünyamıza ait bu düşünürleri de oryantalistlerin gözüyle ve onların ele aldığı düzeyde öğrendik, o derece ilgi duyduk.

Son dönemlerde yeni neslin eskiye ilgisi artıyor. Bu doğrultuda birbirinden güzel eserler okuyucuyla buluşuyor. Bizi yeniden kendi düşünce dünyamıza götürecek olan Birgül'ün küçük hacimli bu kitabı da önemli bir inceleme eseri.

İbn Rüşd üzerinden, aklın İslam için önemini yeniden düşünce dünyamıza sokan bu eser, -bilhassa felsefe okuyucularının- İbn Rüşd'ü daha iyi anlamak isteyenler için adeta bir el kitabı niteliğinde.

Semiha Kavak
Star Gazete 

26 Mayıs 2014 Pazartesi

22 Mayıs 2014 Perşembe

Çarpışma



Yüzün yüzüme aksedince,
yüzün ayna alnımda
yüzün uzun hüzünlü bir alınyazısı!

K.İskender

21 Mayıs 2014 Çarşamba

kenz




"Dilediğiniz an giz kilidini açmak, açılmıyorsa kırmak sonuçta size kalmıştır." 

Enis Batur

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Yarım bırakılmış bir uyku




Kırık kanatlı kuşlar söyledi, buralarda bir ölüm var. Boynumuzda incecik
yollar, kıyamet çiçekleri. Hem nasıl çığlık çığlığa, hem nasıl uzun uykuya.
Telgraf tellerinde kınalı gelinler ağıtı, uçtan uca çok eski bir leyli yağmur.
Sesimiz, evleri dolaşan ağır kara, kimi kime soruyoruz gömülürken dünya.
Mezar kazıcılar da geldi işte, içimizden akan kurşunu çıkarmaya.
Bir damla, neyimiz olur?
Bir damla, doğururken kendini.
Telgraf tellerinde üveyikler ağıtı ve geceden geceye gözyaşı tuzu.
Sorma!
Soma’nın üstü duman, altı insan kokusu.
Boşluğun ağzıyla konuşuyoruz, ölümü toplamış gelen evlerle. Bir cevap
sorusunu taşlıyor, yaşamak uzun hikâye diyor. Ve analar, görülmemiş bir
göğü çıkarıyor koyunlarından. Şimdi her çocuk güncesinde karanfil boylu
babalar saklıyor ve insanın iki yüzü varsa, biri kanıyor durmadan.
Kırık kanatlı kuşlar söyledi, buralarda bir ölüm var. Adımızı eriten yangınlar
ve büyük dağların çözülüşü; nereye indiysek orada bütün yoksullar. Çarpıyoruz
yürüye yürüye kendimize. Telgraf tellerinde uzun yalanlar, uzun adamlar,
geçiyorlar aramızdan soluklarında bir celladın ipiyle.
Ölümün verdiği acı her dilde aynı.
Ve hep yoksulların üzerine yağıyor.
Can verirken birileri, birilerinin de insanlığı ölüyor.
Sorma!
Soma’nın üstü duman, altı can kuyusu.
Sıkıntılı bir göz dolaşıyor, bütün çarşılar aynı kederin bakışı. Bu yüzden
kuşlar tekrar tekrar üşüyor. Son mektuplar yazılmış, son sözler dinlenmiş,
uykumuz ölümle buluşuyor. Her şey, herkes yeni bir yaş seçiyor kendine.
Aklımızda bir serçenin türküsü, yaralı günler kaçıyor gözbebeğimize.
Yüzümüzdeki alevi okşuyor insanlar, sırt sırta vermiş iki sokağın çocukları
gibi. Uzak şehirlerden geliyor ılık süt kokuları, bayramlıklar ve sıcak
tutuyoruz aramıza yerleşen hayatı. Telgraf tellerinde rüzgâr yürekli ağıtlar,
uçtan uca kömür karası. Birazı toprağa, birazı çığlık çığlığa.
Mezar kazıcılar da geldi işte, içimizden akan kurşunu çıkarmaya.
Yas mermerinde mi soğutulur anılar?
Bir kandil içine çekerken fitilini.
Kime sorsak acının tarifini: yarım bırakılmış bir uyku.
Sorma!
Soma’nın üstü duman, altı gül kurusu.
Ömer Turan

Olay Yeri Zaptı




"Kasabanın epeyce dışındaki bir taş ocağından mermer çıkartıyorlar. Kayaları parçalamak için dinamit kullanılıyor. Yanlış yere konulan bir dinamit lokumu ya da kısa tutulmuş bir fitil. 

Taşların altında bir işçi kalmış.

Diğeri hafif sıyrıklarla kurtulmuş. Savcı bey ve malum ekiple gittiğimizde işçiyi kayaların altından çıkarmış, bir kenara koymuşlar. Savcı yaralı kurtulan işçiyle konuşuyor. Otopsi teknisyenim makası eline almış işçinin pantolonunu kesmeye sıvanırken, arkadaşı savcının yanından ayrılıp yanımıza geliyor.

'Abi kesmesen olur mu pantolonu? Oğlu var kendi boyunda. Ona veririz. O giyer.'

'Olay yeri zaptı' cümlesi size neyi hatırlatır bundan sonra. Çok yıllar önce mecburi hizmet için gittiğiniz herhangi bir kasabada, sıradan bir öğleden sonra, her zaman yazdığınız adli raporlardan birisini mi, yoksa arkadaşının yanı başında yatan ölüsünden pantolonunu kurtarmaya çalışan işçinin tevekkülünü mü?"

Ercan Kesal - Peri Gazozu

Soma: Yüreklere Ateşin Düştüğü Yer




Ateş düştüğü yeri yakıyor. Ateş, haberi duyduğu andan itibaren bu acıyı duyumsayan her yürekte lav gibi püskürüyor. Çünkü konuyla ilgili teknik donanıma sahip herkes biliyor ki bu saatten sonra ocakta kalanlar için artık hiçbir umut yok.

Cenazelerin defin işleminden birkaç hafta sonra, muhtemelen, önce Maden'in İş Güvenliği yönünden eksikleri tespit edilecek ve ardından eksikler giderilinceye kadar "üretim durdurma" kararı verilecektir. Üç-beş ay geçince de ocak tekrar işletmeye açılacaktır. Başka türlü davranılır mı? Sanmıyorum.

Trajedi denilecektir belki. Oysa ülkemizde, iş kazalarındaki yüksek oran için "trajedi" kelimesini kullanmak hafif kalır. Çalışma Bakanlığı yasa ve yönetmelik çıkarmakla sorunları çözebileceğini sanıyor. Ya da öyle görünmek istiyor. Hatırlayalım. Geçtiğimiz yıl MKEK Elmadağ Barut Fabrikasında meydana gelen iş kazasından sonra bakanlık müfettişleri yaptıkları denetimlerde "üretimi durdurma" kararı vermişlerdi. Ne oldu? Eksikler giderildi ve üretim yeniden başladı.

Hiç kuşkunuz olmasın, Soma Maden Ocağı için de ilk aşamada buna benzer bir karar verilecek, olay hafızalardan yavaş yavaş silindikten sonra işletme yeniden üretime geçecek. Burası Türkiye. Burada hiçbir mesele 15 günden fazla gündemde kalmaz çünkü.

Peki ya sonrası...Sonrası Allah kerim. Ulusal gündemi belirleyecek yeni bir iş kazası oluncaya kadar, kısır döngüye devam.

Abdülkadir Akdemir'le Poetik Haber için yaptığımız söyleşiyi anımsıyorum. Abdülkadir; "İşçileri anlatan bir şiir neden yazılmıyor, varsa kimler yazıyor?" diye sormuştu.

Yıllardır emekçilerle birlikte çalışan ve İş Güvenliği sorunlarını yakından bilen, gözlemleyen, çözümler üretmeye çalışan biri olarak şöyle yanıtlamıştım.

"Emek kutsal, ücret haktır. Çalışanların sayısı, ülkemizin toplumsal katmanında yüksek oranda bir yekûn oluşturuyor. Yekûn çok olunca sorunlar da ona paralel artıyor. Çözüm süreci şöyle işliyor. İşverenler, öncelikle çalışanlarının sağlığı ve güvenliğini sağlamakla, yönetim erki yasa hazırlamakla, çalışanlar da çıkarılan yasaları işverenle birlikte uygulamakla mükelleftir. Yeni çıkan 6331 sayılı İş Sağlığı Ve Güvenliği Kanunuyla birlikte artık emek sarfeden her ücretli “çalışan” olarak adlandırıldı. Burada amaç kamu-özel, işçi-memur ayrımı yapılmadan emek sarfeden herkesin çalışma güvenliğinin sağlanması. Buraya kadar her şey iyi güzel ancak iş uygulamaya gelince gerek işverenler gerekse çalışanlar bildiğini okumaya devam ediyor. Öncelik iş sağlığı ve güvenliğine verilmesi gerekirken, çalışma hayatında ne olursa olsun “üretim, üretim, üretim” anlayışı hâkim durumda. Bu da iş kazalarını ve ölümleri kaçınılmaz hâle getiriyor. Sağlıksız iş ortamında üretim ısrarı, üretim verimlerini de etkiliyor. Teknoloji ve proses yenilemesi yapmayan kurumlar zaman içerisinde giderek üretim yeteneklerini kaybediyor ve kapanma riskiyle karşı karşıya kalıyor. İş ortamını denetlemesi gereken yönetim erkini temsilen yapılan denetimlerin çoğu göstermelik, günü kurtarmaya yönelik para cezası uygulamalarından öteye geçmiyor. Kapatılan, mühürlenen çoğu işyeri merdiven altında farklı bir şekilde ve aynı sağlıksız, güvensiz ortamda tekrar üretime geçiyor. Kısır bir döngü böylece sürüp gidiyor. 

Bu anlattıklarım madalyonun sadece bir yüzü. Diğer yüzünde çalışanların haklarını savunmak için kurulmuş sendikalar var. Ben; günümüzde sendikaların çalışanların haklarını yeterince doğru ideallerle savunduğu kanaatinde değilim. Çünkü toplumun genelini etkileyecek konularda sendikaların artık kendilerini var eden çalışanların ve zayıfın yanında değil, gücün yanında saf tuttuğunu düşünüyorum. Örneğin ülkemizin yaşadığı askeri darbelere ve en son yaşanan 28 Şubat postmodern darbeye bakıldığında fotoğraf çok net görülür. Sendikalar; sivil inisiyatif adı altında darbenin yanında saf tutarken, sendikaları var eden çalışanlardan bu saf tutuşa karşı hiçbir tepki gelmemiştir. Böyle bir ortamda hangi şair, çalışanlar için şiir yazmak ister? Fakat yine de çalışanların karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve haksızlıklar karşısında dayanamayıp çağa tanıklık eden şairler yok değil. Tuzla tersanesindeki ölümler için Ahmet Günbaş’ın Tersane Uğurlaması, Bülent Güldal’ın Ölüm Çarkı isimli şiirleri yazdığını hatırlıyorum. Tütün işletme ve depolarının özelleştirme/kapanma sürecinde Ömer Turan ve Engin Turgut’un girişimiyle 40 şair, Tekel çalışanlarının direnişini anlatan şiiri yazmaktan geri durmadılar."

1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü kutlayalı 14 gün oldu.

Sözü eğip bükmek istemiyorum. Raporlar yazılacaktır, sendikalarla, işveren arasında karşılıklı suçlamalar yapılacaktır. Muhalefette eleştirilerin dozu artacaktır. İktidar geçen ay reddettiği genel görüşme önergesinden pişman olacak, iş kazalarıyla ilgili TBMM'de genel görüşme yapılmasını sağlayacaktır. Deyim yerindeyse toplumun biriken "gazı" böyle alınacaktır. Ancak gerçek şu ki: Çalışma yaşamında kimse masum değil arkadaşlar. Bu süreçte kimse "benim ayranım ekşi" demeyecektir. Zaten,  bugüne değin dememiştir de. 

Herkes "sütten çıkmış ak kaşık" rolünü oynamayı bıraksın. Aslında çözüm gayet basit.

İktidarın yasa ve yönetmelikler çıkarmak dışında, "önce insan", "önce iş güvenliği" demesini bilen, bu bilinçle yetişmiş yöneticileri, müfettişleri ataması gerekiyor. İş Güvenliği Uzmanları'nın, müfettişlerin, yaptıkları denetimlerde yolunda gitmeyen, mevzuata aykırı gördükleri hususları tespit etmeleri hâlinde gözünü kırpmadan "üretim durdurma" cezasını kesmesi gerekiyor. İş Güvenliği Uzmanları'nın, İş Güvenliği Müfettişleri'nin tıpkı Hakimler, Savcılar gibi bağımsız olmaları gerekiyor. Sendikaların, çalışanların, "İş Güvenliği" eksikliğinden, yetersizliğinden kaynaklı "üretim durdurma", "kapatma" cezalarını sükunetle kabullenmeleri gerekiyor.

Aksi halde bu haberleri daha çok duyar, gözyaşı dökmeye devam ederiz.

Askerlik görevimi Kırkağaç'ta yapmıştım. Soma'yı, orada alınan nefesi gayet iyi bilirim. Çok üzgünüm. 

Vefat eden madencilere Allah'tan rahmet, kederli ailelerine, yakınlarına, tüm ulusumuza sabr-ı cemil niyaz ediyorum.

Fatih Yavuz Çiçek