31 Aralık 2023 Pazar
İyi ve Güzel Zamanlara
Yepyeni
Hiç yaşanmamış şeylerle dolu
Uzun bir yılın bize verildiğine inanmak istiyoruz
İnanmak
Bakir bir güne
Arzular ve emeller içinde
Rilke
6 Aralık 2023 Çarşamba
YETKİN DÜŞÜNCE DOSYA: AİLE
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde görev yapan ve kadın, aile, boşanma, dindarlık, din değiştirme, göç gibi çeşitli konularda çalışmaları bulunan Profesör Zekiye Demir’le “Aile” üzerine söyleştik.
Hiçbir toplum için ailesiz bir gerçeklik düşünülemez.
"Türklerde aile önemlidir, kutsaldır. Bu nedenle evlenmeye ev bark sahibi olmak denir. Bark eski Türklerde kutsal mekan demektir. İbadethane gibi. Nasıl ki kutsal mekanda kötü şeylere yer yoksa şiddet, kavga, gürültü, kötü söz de evde olmamalıdır. Nasıl kutsal mekanlar saygı sevgi üzerine inşa olunur ve huzur verirse aile de öyle olmalıdır."
Sayın Hocam, aileyi tanımlamak isterseniz nasıl bir tanım yaparsınız? Aileyle ilgili tanımlarda hangi boyutları gözden kaçırmamak gerekir?
Söyleşiye kolay bir soru
ile başladığınızı düşünebilirsiniz. Öyle gibi gözükse de günlük hayatta yaygın
kullanılan bazı kavramlar gibi aileyi tanımlamaya kalktığınızda efradını cami
ağyarını mani bir aile tanımı yapmak zordur. Çünkü aileye hangi yönden, hangi
zihniyetten baktığınıza göre tanım değişebilir. Ayrıca günümüzde dünya çapında
ailenin sergilediği çeşitlilik, tarihsel süreç içinde toplumsal değişmeye
paralel olarak aile kurumunda yaşanan sürekli değişim her devire ve her topluma
uygun bir aile tanımı yapmayı güçleştirir. Kısaca tarihin dikey düzleminde ve
yatay düzleminde var olan ailelere bakılarak aile tanımı yapmak hiç de kolay
değil. Zor bir soru ile başladınız diyebiliriz.
Yine de bütün bu
zorluklara rağmen, geçmişten günümüze ailenin işlevi temel alınarak bir aile tanımı
yapabiliriz. İşlevini baz alıyorum zira yapısı zamana ve topluma göre
değişiklik gösterebiliyor. Aile tanımında hem birey, hem toplum için önemli
olan işlevi hem de bilinen ilk toplumdan günümüze kadar olan uzun ömrü hesaba
katılmalıdır. Bu üç hususu yani bireysel işlevini, toplumsal işlevini ve tarih
boyunca her toplumda var oluşunu kapsayacak şekilde şöyle bir tanım
yapılabilir: Aile, ilk çağlardan günümüze kadar her toplumda var olan, belli
kurallar çerçevesinde bir araya gelmiş bireylerin sosyo-psikolojik ve biyolojik
ihtiyaçlarını karşılayan aynı zamanda da toplumsal devamlılık için gerekli üretimi
sağlama potansiyeline sahip olan toplumsal bir kurumdur.
Sosyal Yaşamın
Minyatürize Edilmiş Hali
Aile tarih boyunca çok
işlenen bir konu olmasına rağmen günümüzde toplumdaki tanımı, yeri, önemi,
işlevi ve geleceğine dair yeni bakış ve anlayışların bir kaygı, karamsarlık ve
zihni kargaşa oluşturduğunu gözlemliyoruz. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?
Ailenin
çok işlenen, her zaman üzerinde yazılıp çizilen, konuşulan bir konu olması onun
önemini de gösterir. Zira aile toplumun temel kurumlarından biridir.
Sosyolojide en eski toplumlardan günümüz toplumlarına kadar bütün toplumda var
olan en temel kurumlar aile, din, eğitim, ekonomi ve siyaset olarak sayılır. Nasıl
din ve dini yaşam, dindarlık şekilleri hatta aynı dinin farklı toplumlarda
tezahürü farklılaşıp değişiyorsa, ekonominin işleyişi ilk toplumlarda değiş
tokuş iken sonraları paranın icadı, bankacılığın keşfi ile değişiyorsa aile de
değişiyor. Yine siyaset yapma, yönetme zamana ve zemine göre değişiyorsa aile
de değişiyor. Dünün eğitim kurumu ile bugünün eğitim kurumları farklılaşıyorsa
aile de değişiyor. Bunların içinde ailenin değişimi toplumu en tedirgin edici
olanıdır. Zira aile içinde diğer toplumsal kurumlar bir şekilde mecz edilmiştir,
bütün bir sosyal yaşamın minyatürize edilmiş halidir. Toplumsal hayatı
oluşturan ekonomi, siyaset, güvenlik, eğitim, ahlak, din benzeri kurumların
işlevlerinin küçük izdüşümleri aile hayatı içerisinde yaşanmaktadır. Bu denli
önemli bir toplumsal kurum ile ilgili dün konuşuldu, bugün de konuşuluyor,
yarın da konuşulacaktır.
Yapı
olarak karamsar biri değilim. Dolayısı ile karamsar ve kaygılı olmanın ağır, havalı
tavrına sahip değilim. Hitit kazılarına baktığımızda gençlerin eski gençlik
olmadığından, saygısız ve bencilliğinden yakınılır. Platon’u okuduğunuzda
gençlerin büyüklerine karşı saygısızlığından, ahlaki zaafından bahsedilir. Hala
gençlerle ilgili aynı şikayetler vardır. Ama ben öyle düşünmem, her devirde
şikayet edilecek gençler olduğu gibi gıpta edilecek gençlerin de olduğunu görürüz. Gençlere yönelik karamsar olmadığım gibi
aileye yönelik de karamsar değilim.
Ailenin işlevi değişebilir ama önemi değişmez. İşlevi değişiyor zira toplum değişiyor. Çok değil birkaç yüzyıl önceki geniş aileler yok. O zaman aileler hem ekonomik bir birim, hem kısmen eğitim kurumu, hem çocuk, yaşlı, engelli bakım merkezi niteliğindedir. Hatta yaralanmaların, hastaların tedavi edildiği, güvenliğin sağlandığı yerdir de. Giyim kuşamın dokunduğu, dikildiği, yeme içmenin sağlandığı yerdir. Düşünsenize ‘evde yemek yok yemek söyleyelim gelsin’ o zamanki aile için düşünülemez. Ailenin birçok işlevi farklı kurumlara devredilmiş. Aileyi ortadan kaldırmak için çeşitli kominler kurulmuş, ailesiz yaşam deneyimlenmeye çalışılmış ama başarılamamış. Çünkü ailenin işlevi fizyolojikten çok daha ötedir.
Ailenin
önemi tanım kargaşasını da getiriyor. ‘Aile’, aile olmak’ itibarlı
kavramlardır, bu itibardan yararlanmak için bazı meslektaşlar, aynı işte
çalışanlar biz bir aileyiz diyebiliyor, bir okulun mezunları veya bir vakfın,
bir derneğin üyeleri biz bir aileyiz diyebiliyor. Bazı birliktelikler de aile
kavramının değeri altına girmeye çalışıyor, bunun için lobiler oluşturulabiliyor.
Ama ben bir meleğim deyince melek olunmadığı gibi aileyim diyen her birliktelik
de aile değildir.
Aile duygusal destek merkezidir.
Bizde aile çok önemlidir
hatta kutsaldır anlayış ve söylemleri varken; günümüzde “Aile çok da önemli
değil, biz abartıyoruz, aile olmadan da iyi bir toplum olunabilir.” görüşleri
dillendirilmekte; buna ne dersiniz? Biz aileye gereğinden fazla mı misyon
yüklüyoruz, sosyolojik olarak iyi bir toplum iyi bir aile kurumunun varlığına
mı bağlı?
Evet,
bizde yani Türklerde aile önemlidir, kutsaldır. Bu nedenle evlenmeye ev bark
sahibi olmak denir. Bark eski Türklerde kutsal mekan demektir. İbadethane gibi.
Nasıl ki kutsal mekanda kötü şeylere yer yoksa şiddet, kavga gürültü, kötü söz de
evde olmamalıdır. Nasıl kutsal mekanlar saygı sevgi üzerine inşa olunur ve
huzur verirse aile de öyle olmalıdır.
Tabii ki kutsal aile olmak, kurmak diğerkâmlık gerektirir. Modern toplum insana bireycilik ve bencillik pompalıyor. Böyle olunca da aile olmanın verdiği sorumluluktan kaçma adına işlevini küçümseme başlıyor. Bu da aile olmadan da iyi bir toplum olunur söylemini getiriyor. Aile olmadan toplum olunabileceğini söyleyen teorisyenler olmuş, ailesiz toplum uygulamaları da denenmiştir Kolhozlar, Komünler gibi. Ama denemeler başarısız olmuştur. Zira aileyi sadece fiziksel ihtiyaç ile ilişkilendirmişlerdir. Oysa aile hiçbir kurumun sağlayamayacağı bir işleve sahip olup, duygusal destek merkezidir. Karşılıksız sevginin ne olduğunu orada tecrübe ederiz. Güvenin ne olduğunu orada yaşayarak öğreniriz. Yeni doğan bir çocuğa, ailesi dışında başka kurumlar da bakabilir, hatta maddi ihtiyaçlarını bazı ailelerden daha karşılayabilir ama sevilme ve değer verilme ihtiyacı en iyi ailede karşılanır. Takdir edilmek, sayılmak ve güvenilmek sağlıklı bir birey olmak için önemlidir, bunların en iyi sağlandığı yer aile ortamıdır. Güvenli bağlanmanın temeli ailede atılır. Bu temel atılmadığı takdirde ne vatana, ne bayrağa ne de diğer insanlara güvenip bağlanabilir insan. Aile olmadan iyi toplumdan ziyade robot toplumu oluşturulabilir.
Ailedeki çözülme ile
toplumsal bozulma arasında bir bağ kurulabilir mi? Bu konudaki düşünceleriniz
nelerdir?
Çözülmeden
kasıt boşanma ise bu soruya evet de denilebilir hayır da. Nasıl boşanıldığına
bağlı. Eğer ebeveynler anne -babalık rollerini sağlıklı sürdürebilirse,
çocukların üzerinde boşanmanın etkisi az oluyor. Hatta kavgalı bir ortamda
büyümektense böylesi iyi bile oluyor. Bu durumda ailede çözülme bozulmaya neden
olmayabilir. Ancak eğer boşanma anne-babalığı dolayısı ile çocuğun ruh sağlığını
olumsuz etkiliyorsa tabi toplumsal bozulmaya da neden oluyor. Çocuk suç
istatistiklerine bakıldığında sorunlu ailelerde yetişenlerin suça eğilimli
olduğu gözüküyor. Bu da sorunlu ailenin toplumsal bozulmaya yol açtığını
gösteriyor.
Ailedeki
çözülmeden kasıt aile içi ilişkilerin zayıflığı ise, bu durumun toplumsal
bozulmaya yol açtığını daha rahat söyleyebiliriz. İlgisiz eş, ilgisiz anne
baba, sorumsuz eş, sorumsuz anne baba sorunlu bireyler oluşturur bu da toplumsal
bozulma için uygun ortamı sağlar.
Aile özellikle de kadın
geleneksel yapı ile modern hayatın gereklilikleri arasında sıkışmış durumdadır.
Aile geleneksel yapılarla
modernist olanlar arasında sıkışmış görünüyor. Siz de öyle görüyor musunuz, bu
konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet,
bana göre de aile özellikle de kadın geleneksel yapı ile modern hayatın
gereklilikleri arasında sıkışmış durumdadır. Dünya değişiyor. Gelenekler de değişiyor,
yenileniyor. Bu değişim gayet doğal, ancak değişime uyum daha doğrusu uyamama
sorunu, sıkışmanın temelini oluşturuyor. Gözlemlediğim kadarı ile kadınlar bu
değişime uyumu erkeklerden daha iyi yönetebiliyorlar. Erkeklerin çoğunluğu modern
aileyi geleneğin kodları ile yaşamak istiyorlar. Hem modern ailenin
nimetlerinden yararlanmak, hem de geleneksel ailenin rolleriyle yaşamak. Hem
modern, eğitimli hatta çalışan bir kadın olacak hem de ütülü gömlekleri hazır
olacak. Hayatın, geçim yükünü birlikte göğüsledikleri eşten anne-anneanne
rolleri bekliyorlar. Bu da kadını geleneksel yapıdaki ailede kadın-erkek
rolleri ile modern hayattaki kadının yükü arasına sıkıştırıyor. Ben buna bazı
erkekler çalışan eşleri ile ilişkilerinde de ‘kasada birlik ama tasada eski
hamam eski tas’ olsun diyorlar, betimlemesi yapıyorum.
Erkeklerin çoğunluğu
modern aileyi geleneğin kodları ile yaşamak istiyorlar.
Ayrıca
geleneksel yapı da aile ile akrabalar arası yoğun bir ilişki içerir. Ama modern
toplumda bu ilişki ister istemez seyreliyor. Kadının işten gelince akşam
yapacağı ve yarına hazır olması gereken sürü işi vardır, bu durumda yoğun bir
akraba iletişiminde, hem gitmek hem de geleni kabul için yeterli zamanı
kalmıyor. Modern ile gelenek arasında ailenin sıkışmasında asıl sıkışan kadın
oluyor.
Bence bakanlık ödül
müesseseni çalıştırmalı. Aile ödülleri. En iyi aile dizi, en iyi aile filmi, en
iyi aile sanatçısı, en iyi aile ile ilgili makale, kitap, tez, en iyi proje….
Farklı kategorilerde.
Ülkemizdeki aile ile
ilgili yaklaşım ve politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aile
ile ilgili sadece Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı değil Milli Eğitim ve
Sağlık bakanlığından Diyanete kadar çeşitli kurumlar program ve politikalar
oluşturmaya çalışıyorlar. Hatta üniversitelerin enstitüleri kurulmaya başlandı
aile ile ilgili. Her kurum işin bir ucundan tutmaya çalışıyor. Mesela MEB
öğretmen ve velilerini bilgilendiriyor, Sağlık bakanlığı aile sağlığı üzerine
yoğunlaşıyor. Yukarıda bazı derneklerin, meslek gruplarının ‘biz bir aileyiz’
söylemini kullanarak gruplarına önem atfediyorlar demiştim, onun gibi bazı
kurumlar da ‘aile’ ile ilgili birimler kurarak ne kadar önemli birimler
oluşturduklarını göstermeye çalışıyorlar. Birimler kurmakla, yazıda kalan
politikalar oluşturmakla iş yapılmıyor. Politika tek başına yeterli değil
politikaları uygulamak için kaynak gerekli; donanımlı insan kaynağı ve maddi
kaynak.
Açıkçası
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının konu ile ilgili politikalarının
ayrıntısına hakim değilim. Gördüğüm bir çaba var. Benim bakanlığa bir önerim
olacak. Sizin vesilenizle belki ulaşır. Bence bakanlık ödül müessesesi çalıştırmalı.
Aile ödülleri. En iyi aile dizi, en iyi aile filmi, en iyi aile sanatçısı, en
iyi aile ile ilgili makale, kitap, tez, en iyi proje gibi… Farklı
kategorilerde. İyi aile rol modellerini görünür kılmalı. Malum çağımız gösteri
toplumu aile ile ilgili güzel örnekler görülmeli.
Önce babayı biraz ev
içine-işine çekmiştir. Baba çocuk ilişkisini
yoğunlaştırmıştır.
Annenin modern çalışma
hayatına iştiraki aileyi nasıl etkilemiştir? Bu etkilerin net olarak olumsuz
olduğunu söylemek gerekir mi?
Modern
çalışma hayatından kastınızı annenin ev dışı kazanç getirici işte çalışması
olarak algılıyorum. Bu tabii ki aileyi etkilemiştir. Her şeyden önce babayı
biraz ev içine-işine çekmiştir. Baba çocuk ilişkisini yoğunlaştırmıştır. Eşler
arası ilişkiyi etkilemiştir. Ancak bu etkilerin net olarak olumsuz olduğunu
kesinlikle söyleyemem. Her aile biriciktir. Her ailenin girdileri, imkanları ve
aileyi oluşturan bireylerin kişilikleri birbirinden farklıdır. Bu farklılıklarla
birlikte kadının çalışma hayatında olmasının aile üzerinde etkisi değişir. Ama
ben genel itibariyle olumsuz etkilendiğini söyleyemem.
Annenin çalışıyor olması
aile yaşamını olumsuz etkiliyor şeklinde bir çıkarımda bulunulamayacağı tam
tersine olumlu etkilediği yönündedir.
Bazı
kesimlerde bir yanılgı vardı; ev kadını olunca çocuk ile daha iyi ilgilenilir,
eş ile ilişki daha güzel olur diye. Ama iyi bir gözlemci iseniz bunun her zaman
böyle olmadığını görürsünüz. Ev kadını vardır gezmesinde rahat oturmak için
çocuğuna uyku ilacı veren, işten yorgun gelen kocasına akşama kadar evdeydim
birlikte dışarı çıkalım diye bunaltan. Buna
karşın çalışan kadın vardır çocuğu ile sınırlı zamanını en etkili ve verimli
biçimde geçiren ve eşi ile paylaşımı etkin olan. Madalyonun iki tarafı da anne
için mümkündür; çalışan kadın bu kimliğini aile içine olumlu da yansıtabilir
olumsuz da. Aynı durum çalışmayan anne için de geçerlidir.
Ama
bireysel yaşamımdan ve gözlemlerinden söyleyeceğim, annenin çalışıyor olması
aile yaşamını olumsuz etkiliyor şeklinde bir çıkarımda bulunulamayacağı tam
tersine olumlu etkilediği yönündedir.
Babalık daha fazla
konuşulmaya, hatta akademik çalışmalara konu olmaya başladı.
Kadının çalışması
baba-çocuk ilişkisini yoğunlaştırmıştır dediniz. Buradan baba üzerine biraz
konuşalım. Aile söz konusu olduğunda baba üzerine daha az konuşuluyor
görünüyor. Baba şu anda ailede nasıl bir figür olarak duruyor? Babanın şu anda
etkinliği ve konumu sizce nedir?
Geleneksel
aile içi roller değiştiği gibi babalık figürü de değişiyor. Önceden hemen her
ailede anne ve baba rolleri daha belirgindi. Bu her aile için aşağı yukarı
benzerdi. Anne çocuğun öz bakımını yapan, yetişmesini sağlayan, baba da evin
geçimini ve otoritesini sağlayan figürdü. Anne çocuğun bakımından baba ihtiyaçlarının
temininden sorumlu olduğunda baba çocuğu ile daha az vakit geçiren ve daha az
paylaşımı olan bir konumdaydı
Anne çocuğun bir
kanadıysa baba da diğer kanadı. İki kanadın da etkin olmasıyla uçuş ve yön
bulma daha sağlıklı olur.
Kadının
çalışma hayatına girmesiyle rollerde gri alanlar oluştu. Baba çocuğu ile daha fazla
zaman geçirme imkanı buldu. Babalık daha fazla konuşulmaya, hatta akademik
çalışmalara konu olmaya başladı. Benim de bir öğrencim baba peygamberi çalıştı
ve onların örnekliğinden günümüz babalarına hangi mesajlar veriliyor sorusuna
cevap arandı.
Babanın
önemli bir figür olduğu sosyal psikoloji çalışmalarında özellikle vurgulanır
oldu. Önemlidir tabii anne çocuğun bir kanadıysa baba da diğer kanadı. İki
kanadın da etkin olmasıyla uçuş ve yön bulma daha sağlıklı olur.
Babalık
figürü hem anne için hem de çocuklar için önemlidir. Babanın silik bir figür
olduğu ailelerde kadına çok daha fazla ve yıpratıcı bir sorumluluk düşüyor.
Yine böyle bir babadan hem kız çocukları hem de erkek çocuklar olumsuz
etkileniyor.
Çocuk
anne ile doğmadan bağını kuruyor. Doğduktan sonra anne dışındaki ilk bağ baba
iledir. Bir bakıma ilk sosyalleşmesini baba gerçekleştiriyor. Bu bağ ve
sosyalleşme ne kadar kuvvetli ise çocuk da dış dünyaya karşı o kadar donanımlı
oluyor. Baba ilk sosyalleşmeyi sağladığı gibi ilk rol modeldir de. Erkek çocuğu
için kendi cinsinin nasıl olması gerektiği, nasıl eş, nasıl baba olunurluğun
rol modelidir. Kız çocuğu için de karşı cinsin rol modelidir.
Kadının
çalışma hayatının çocuk ve baba üzerinde etkilerini araştıran çalışmalar,
karısı çalışan erkeklerin babalık doyumunun daha yüksek olduğu yönündedir. Yine
yapılan çalışmalarda babanın çocuğu ile ilgili olduğu durumlarda çocuğun sosyal
ilişkilerinden ruh sağlığına, yeteneklerini geliştirmeden akademik başarısına
kadar hemen her yönden olumlu katkıları tespit edilmiştir. Bir şekilde baba
yoksunluğu ise bütün bunlara ket vurmaktadır. Kısaca baba çocukların zihinsel,
sosyal, psikolojik gelişiminde, kişiliğinin oluşmasında hatta cinsel yaşamında
etkilidir.
Son
yıllarda babalık ile ilgili akademik çalışmalar yapılmakta, bazı kurumlarca
babalık okulları açılmaktadır. Sizin bu soruyu sormanız bile babalığın önemiyle
ilgili farkındalığın arttığını göstermektedir.
Evlilik yaşı toplumsal
olay ve olgulara tepki vermektedir.
Kıymetli Hocam, evlilik
yaşının uzaması ama buna karşın boşanma oranlarının artmasını nasıl
değerlendirebiliriz?
Evlilik
yaşının uzamasından başlayayım. Evlilik yaşının uzamasını günümüz toplumunu baz
aldığımızda şaşırtıcı ve anormal bir durum olarak görmüyorum. Çünkü evlilik
yaşını belirleyen, içinde yaşanılan toplumsal şartlar ve gelenektir. Gelenekler
de toplumsal şartlara göre değişebilmektedir. Öyle ise temelde evlilik yaşını
toplumun durumu belirler diyebiliriz. Bunu biraz açayım. Geçmişte normal
görülen evlilik yaşı günümüz şartlarında erken evlilik olarak
değerlendirilebilmektedir. Çünkü evlilik yaşı toplumsal olay ve olgulara tepki
vermektedir. Bunların değişmesine bağlı olarak değişebilmektedir. Evlilik yaşı
tarım ve sanayi gibi toplumun ekonomik yapısına, ekonomik büyümeye, siyasi
yapıya, örfe, dine, toplumun ortalama ömür uzunluğuna, vb. durumlara göre
değişir. Mesela toplumlarda ortalama yaşam süresi evlilik yaşını nasıl etkiler?
Yaşam süresinin kısa olduğu toplumlarda evlilik yaşı düşer. Ortaçağın başında
Avrupa’da yaşam süresi 30-35 arasıydı. İslam dünyasında da bu sürenin biraz
üstünde. Salgın hastalıkların, savaşların, kısa yaşam süresinin olduğu o
toplumlarda evlilik yaşının on ikilerde olması tabii ki normaldi. Her ne kadar
bugünkü şartlardan bakıldığında kabul edilemez görülse de. Torununu göremeyecek
kadar yaşam süresi kısa olan toplumlarda evlilik yaşı küçüktür.
Günümüz
toplumuna gelince; ortalama insan ömrü seksenlerdedir. Doğurganlıkta tıbbın
yardımı mevcuttur. Kız-erkek fark etmeksizin eğitim veya mesleki nitelik
kazanma hayatın zorunluluğudur. Buna bir de psikolojik olarak hazır olmuşluk derken
ilk evlilik yaşı 25’i geçmektedir. Bu durumda sosyolojik olarak evlilik yaşının
yükselmesi beklenmedik bir sonuç değildir.
Evet,
evlilik yaşı artarken boşanmalar da artıyor. Çünkü artan yaşla birlikte nitelik
artıyor. Tek başına hayatı sürdürebilme niteliği. Yine yaşın artmasıyla
bireysellikte artıyor. Birini tahammül, alışageldiği yalnız yaşamın
kısıtlanması, birine karşı sorumlu olma hepsi etkili olabiliyor boşanmada.
Bu
durum bütün toplumlar için geçerli. Boşanma oranları olarak bizim ülkemiz
birçok ülkeye göre düşük sayılsa da yükselmenin sürmesi kaygıya düşürüyor.
Boşanma istenmeyen bir helaldir. Sonuçlarından ilişkili herkes etkileniyor.
İnsanın kodları
değişmediği, sosyal ve duyguları olan bir varlık olmaya devam ettiği sürece
aile kurumunun varlığını sürdüreceğine inanıyorum.
Hocam, geleceğin ailesi
nasıl bir gerçeklik olacaktır?
İnsanın
kodları değişmediği, sosyal ve duyguları olan bir varlık olmaya devam ettiği
sürece aile kurumunun varlığını sürdüreceğine inanıyorum. Ama bizim
göregeldiğimiz aile rolleri değişebilir. İngiltere’de bir aile ile tanıştım. Baba
haftanın bir günü hariç evden çalışıyor, anne full mesaili işte çalışıyor. 3
yaşında bir kızları var. Adamın işe gittiği bir günde kızı kreşe veriyorlar,
diğer 4 gün baba bakıyor. Güzel de yemek yaparım diyor. Bu tür ailelerin
çoğalacağı bir gerçekliktir.
Çok uzak gelecekteki aileleri tasvir edemem belki
ama uzak olmayan bir gelecekteki ailelerle ilgili bir tahminde bulunabilirim; tek
ebeveynli ailelerin sayısı artacak, patchwork tipi aileler artacak, yani bir
ailede bulunan birden fazla çocuğun anne babası farklı olacak. Boşanmalar
artacak bunun sonucu olarak ikinci ve üçüncü evliliklerin sayısı artacak, çocuk
sayısı azalacak, ailede iş bölümünde gri alanlar genişleyecek yani cinsiyete
dayalı iş bölümü azalacak. Çalışan anneler ve çocuk bakım merkezleri artacak.
Ailede yaşlı sayısı azalacak, yaşlılar daha çok huzurevlerinde yaşayacak. İlk
aklıma gelenler bunlar diyebilirim geleceğin ailesi ile ilgili. Aile yapısında
bütün bu değişmeler olacak ama hiçbir
toplum için ailesiz bir gerçekliğin olabileceğini düşünmüyorum, düşünemiyorum.
Söyleşi için çok
teşekkür ederiz hocam. Değer kattınız.
Rica ederim. Buradaki
hemen her sorunun bir kitap konusu olduğunu eklemek isterim. Düşüncelerimi
birkaç cümleyle de olsa paylaşma imkanı verdiğiniz için ben de teşekkür ederim.
22 Ekim 2023 Pazar
11 Ekim 2023 Çarşamba
4 Ekim 2023 Çarşamba
27 Ağustos 2023 Pazar
SİNEMA VE TARİH - SÖYLEŞİ
Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı. Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. Peki, “Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?” sorunun cevabını Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cüneyt Kanat veriyor. Tarihçilerin birbirinden farklı okumalar yapmasının gayet normal olduğunu ifade eden Kanat, “İnsan duygusal bir varlıktır. Birinci el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir” diyor. Bu duygusallık sebebiye tarihçilerin objektif olduklarından daha fazla subjektif olduklarının altını çizen Kanat, “Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz! Tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır” açıklamasını yapıyor.
Orta Çağ Orta Doğu (Yakın Doğu) Türk Devletleri Tarihi, Ortaçağ İslam Medeniyeti Tarihi, Psiko-Tarih, Tarih-Edebiyat ve Medya ilişkisi gibi çeşitli alanlardaki çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Dr. Cüneyt Kanat ile sinema ve tarih ilişkisi üzerine konuştuk.
Tarih, tartışmalara açık bir bilim dalı. Tarihçilerin birbirinden farklı okumaları var. İlk sorumu bununla ilgili olarak sormak istiyorum; tarihi olayları değerlendirmede ortak bir noktada buluşmak mümkün mü?
Öncelikle tarihin ne olduğu
üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. İnsanın tarih öğrenme ihtiyacı,
kendisini tanımaya ve kim olduğunu bilmeye duyduğu gereksinimden kaynaklanır.
İnsan kimdir? Kendisine sorulmadan fırlatıldığı bu ay altı âlemde bulunma nedeni
nedir? Kendisini kendisi yapan, bir başkası değil de olduğu “kişi” olmasını
sağlayan şey ya da şeyler nedir? Bunlar ve bunlara benzer başka sorular,
insanın tarih ile ilişki kurmasının ve ona gereksinim duymasının temelinde
yatan dürtülerin kaynağı, bu dürtüleri görünür kılan anlam formlarıdır.
Kendisini tanımak ve bilmek isteyen insan, hâlini hâl (şimdisini şimdi) kılan
tarihine başvurmak, kendisinden çevresine yayılan, bireyselden toplumsala
uzanan zamansal ve mekânsal bir düzeyde olagelen tarihsel olgulara yönelmek,
söz konusu olguları belirli bir mantık içerisinde bir araya getirmek, onların
mahiyetlerini ve keyfiyetlerini öğrenmek zorundadır. Aksi halde gününü ve
geleceğini inşa etmesi, edebilmesi mümkün değildir. Bu meyanda, bir tür
kaydetme ve saklama etkinliği olarak tarihin, insanın hâlini (şimdisini) idrak
edebilmek amacıyla geçmişine duyduğu merakla da ilgisi bulunan bir meşguliyet
olduğunu ve yine şimdiyle beraber geleceğin inşası esnasında insana bir tür
“kaynak” sunduğunu, ona ne olduğunu, olabileceğini ve olması gerektiğini,
kuşkusuz kendi alımlayışı nisbetinde kavratabilme potansiyeline sahip
bulunduğunu söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. İnsan, kendi bilincine
vardığı andan itibaren “geçmiş”i anlamında tarihi ve bu tarihin kendine sunabildiklerini
değerlendirme noktasında ketum davranmamış, geçmişteki birikim ve tecrübelerini
bir tereke olarak “sonra”ya taşımayı bilmiş, tarihsel birikimin kazanımları
sayesinde bir ayağıyla geçmişten kopmamaya özen gösterirken diğer ayağıyla da
geleceğe kanca takarak muayyen bir “süreklilik” fikri oluşturmayı başarmıştır.
İnsanı insan yapan da bu süreklilik fikri olmuştur. Nitekim felsefi anlamda bir
yığın tartışmaya konu olan “ilerleme” fikrinin insan zihninde mutlak bir forma
bürünmesinin temelinde yatan da budur.
Sorunuzda sizin de belirttiğiniz üzere tarihçilerin birbirinden farklı
okumalar yapması gayet normaldir. Çünkü insan duygusal bir varlıktır. Birinci
el kaynakları inşa eden de insandır, o kaynakları zamanımızda kullanarak tarihi
metinler ortaya koyan da insandır. Bu sebeple tarihçilerin yüzde yüz objektif
olmasını beklemek bana göre tamamen iyimserliktir. Çünkü kim ne derse desin
tarihçiler objektif olduklarından daha fazla subjektiftirler. Tarihçiler yaşanmış olan olaylar ve
olgulardan değişik anlamlar çıkarabilirler. Farklı sonuçlara ulaşabilirler
ancak bu olayların ve olguların gerçek halinde bir değişikliğe yol açmaz!
Bunun için işe nereden başlamalı?
Yukarıda da belirttiğim gibi tarihi olayları değerlendirmede ortak bir
noktada buluşmayı beklemek fazlaca iyimser olmak anlamına gelir. Mesela uzun
yıllardır ülkemizde yaşanan “tarihe bakış açısı” anlamındaki bölünmüşlük
mutlaka devam edecektir ve bu gayet normaldir. Toplumun tamamının aynı doğruya
inanmasını beklemek de ütopik bir yaklaşımdır! Her şeye rağmen tarihçi her
durumda duygularından sıyrılmaya çalışarak ve elini vicdanına koyarak tarihi
metinleri aslına en uygun şekilde inşa etmeye çalışmalıdır.
Tarih, halkın çoğunluğu açısından yeterince ilgi duyulan
bir alan değil. Oysa, milletlerin geleceği açısından geçmişle bağ kurmak son
derece önemli. Bu mantık çerçevesinde tarihi halka sevdirmek için yazılı,
işitsel ve görsel imkanlardan yararlanılıyor. Ancak, burada da milliyetçi
değerlendirmeler söz konusu oluyor. Bu durum sizce ne derece yararlı?
Bence tarihe olan ilgi her zaman vardı. Ancak
son yıllarda bu ilgi oldukça arttı ve artmaya da devam ediyor. Buna bağlı
olarak, tarihe ve tarihsel olanın bilgisine duyulan ilgi hiçbir zaman
yok olmayacak, dolayısıyla moda da olmayacaktır. Bundan dolayı da son yıllarda
hem medya alanlarında hem de geniş halk kitleleri arasında rağbette olduğu
tartışmasız olan tarihin “moda haline geldiği” söylenemez, fakat bu duruma ille
de bir sıfat bulmak gerekiyorsa, bu sıfat en doğru haliyle “medyatik” ya da
“popüler” olabilir. Tarihin bu medyatik ya da popüler olma durumu ise, tarihe
yönelik ilginin özsel anlamda artmasından ziyade, tarihsel bilginin çeşitli
medya kanalları vasıtasıyla kamusal alanda daha fazla görünür olmaya başlaması,
toplum kesimleri tarafından tanınan gazeteci, televizyoncu ve az da olsa
tarihçinin çeşitli mecralarda tarih üzerine konuşma ve tartışma imkânı elde
edebilmeleri ile ilgilidir. Burada bir noktanın altını özellikle çizmek
isterim: Tarihe insanın duyduğu ilgi ile medyanın duyduğu ilgi arasında bir
ayrım yapmak gerekir. Birey olarak insanın tarihe duyduğu ilgi doğalken, her ne
kadar insan ürünü bir mecra olsa da bir bütün olarak medyanın tarihe duyduğu
ilgi arızîdir. Diğer bir deyişle, insanın tarih ile ilişkisi bizatihi kendi
bilinci dolayısıyla iken, medyanınki bir başka şeyin dolayımıyladır. Bu
dolayımın nesnesi şu ya da bu (kâr, rekabet, iktidar savaşları) olabilir, fakat
en nihayetinde bir dolayım olmadan söz konusu ilgi ortaya çıkmaz.
Tarihin son yıllarda popüler (ya da medyatik), bir başka deyişle görsel,
işitsel ve yazılı medyada sıklıkla kullanılan bir alan olmasının, medya başlığı
altında bir araya getirilebilecek alanların nicelik açısından artış göstermesi,
örneğin televizyon kanallarının, radyo istasyonlarının, gazetelerin ve hatta
internet sitelerinin sayıca çoğalması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan “talep
görecek eser üretiminde bulunma” gibi temel anlamda teknik denilebilecek
nedenleri bir kenara bırakırsak, tamamına yakını insanın tarihe olan doğal
ilgisiyle ortaya çıkan “talep”ten kaynaklanan nedenleri vardır. İçerisine
eğlenceden hamasete kadar bir dizi nedenin sığdırılabileceği bu nedenler
dizisi, özellikle ülkemiz üzerinden konuşursak, toplumumuzun, Popperci anlamda
“açık bir toplum” haline gelme eğilimleri göstermesi ve böylelikle bireysel
eğilimlerin en üst düzeyde dile ve düşünceye getirilebilir olma yolunda büyük
bir ilerleme kaydetmesi ile ilişkilendirilebilir. Buna göre, iktidar
odaklarının çözülmesi ve şeffaflığın değer kazanmasına paralel olarak önem
kazanan bireysel özgürlükler, bu özgürlükler çerçevesinde bireysel ilgilerin de
özgürce dile getirilebilmesine imkan sağlamış, bu bağlamda söz konusu ilgilerin
şekillendirdiği bir tür “arz-talep dengesi” oluşmaya başlamıştır. İnsanın daha
önce sözünü etmiş olduğumuz tarihe dönük doğal ilgisinin işte bu arz-talep
dengesinin içerisinde kendisine yer bulması, tarihin popüler olmasının en temel
nedenidir. Özgürleşme eğilimleri sergileyen bütün toplumların tarihlerinde yüzleşecek
ve hesaplaşacak birçok şey bulmalarını tam da burada, daha önce ket vurulmuş
ilgilerin bireysel özgürlükler paralelinde serbest kalmaya başlamasında aramak
gerekir. Yukarıda anlattığımız süreçte yaşanan milliyetçi değerlendirmeler
konusuna gelirsek; Bildiğiniz gibi 1789 Fransız İhtilali ile milliyetçilik
fikri dünyada yaygınlaştı ve ulus devletlerin kurulması hızlandı. Buna bağlı
olarak tüm dünya bu durumdan ister istemez etkilendi. İlk sorunuzda da ifade
ettiğim gibi tarihi olayların ve olguların herkes tarafından farklı
algılanmasının önüne geçmek mümkün gözükmüyor. Bu sebeple az önce de
belirttiğim gibi tarihin bilgisinin
değişik amaçlar için kullanılması da tabii ki devam edecektir.
Bilhassa son
yıllarda, tarih bilincini geliştirmek için tarihi filimler, tarihi diziler
yapılıyor. Bunlar yurt dışına da pazarlanıyor. Bunların bazıları halkı olumlu
yönde motive ediyor ancak ortada bir kurgu olduğu da anlaşılıyor. Bu yapımlar
sizce yararlı mı, zararlı mı?
Tarihe yönelik
ilginin arz-talep dengesinin içerisine dâhil olmasından sonra, söz konusu ilgi
ile medya birbirlerini güdüleyecek, tarihin daha fazla popülarizasyonu
(medyatikleşmesi / medyatikleştirilmesi) (arz) ile tarihin giderek ilgi (talep)
nesnesi haline gelmesi at başı ilerleyecektir. Toplumsal talebin mahiyetine
göre popüler ürünün biçim ve içeriği değişecek, yeri ve zamanına göre hamaset
yapma, yüceltme, aşağılama, propaganda yapma, ideolojik payanda üretme,
idealize etme, abartma, göz ardı etme, görmezden gelme vb. damgalarını taşıyan
ürünler piyasaya sürülecek, talep görenler köpürtüldükçe köpürtülecek, talep
görmeyenler ise unutuluşa terkedilecektir. Son tahlilde popüler tarih(çiliğ)in
ve ürettiği ürünlerin geleceği nokta, toplumsal talebe göre filmler ve dizilerin çekilmesi,
albümlerin çıkarılması, kitapların yazılması olacaktır ki, bu bana göre gayet
kârlı bir sonuçtur. Çünkü insanların farklı eğilimlere sahip olmasından dolayı
piyasa renkli ve çoğul bir karaktere sahip olacak, insanlar, farklı tercihler
yapabilme ve kendi doğrularına bağlanabilme özgürlüğüne sahip olabileceklerdir.
Ülkemizde özellikle seksenli yıllardan itibaren yaşanmaya başlayan da tam
olarak bu çoğalma durumudur. Zaman zaman hukuk dışı müdahalelerle kesilse de
Türkiye’nin yaşamakta olduğu demokratikleşme ve özgürleşme sürecinde bazen
birbirleri ile tenakuz içerisinde de bulunan birçok tarihsel anlatı inşa
edilerek piyasaya sürülmüş, farklı bakış açılarına sahip insanlar tarafından
üretilen popüler tarih eserleri kamusal alanda arzı endam etmiş ve tarihsel
olana dönük ilginin medyatikleşmesine, dolayısıyla kamusallaşmasına ve
üniversitelerin yüksek duvarları arasından çıkarılarak topluma mal edilmesine
hizmet etmiştir. Günümüzde, yazılı tarih ürünlerinin yanı sıra görsel eserler
de ön plana (kuşkusuz yazılı eserlerden daha çok) çıkmaya başlamış, devasa
teknolojik gelişmelerle zirve noktasına erişen görüntülü aktarım sistemleri,
dizi ve film olarak göz kamaştırıcı (astronomik bütçelere sahip) tarihsel
eserlerin üretimine imkân sağlamıştır. Birbirlerinden beslenen tarihe yönelik
ilgi ve pazar o kadar geniş boyutlara erişmiştir ki, artık birçok televizyon
kanalında tarih programları yapılmakta, birçok gazete okurlarına özel tarih
ekleri armağan etmekte, tarihi roman yazıcılığı başlı başına bir sektör haline
gelirken, tarihle ilgili dergi ve kitaplar yüz binlere varan tirajlara
ulaşmaktadır. Tarih ve popülarite arasındaki birbirini besleyen bu
gidiş-gelişli ilişki ve gelişme, bir diğer ifadeyle piyasayı istila eden tarihi
diziler, filmler, romanlar ve sair popüler çalışmalar, nihayet, fildişi
kulelerinde elitist bir ilginin keyfini çatan akademisyenlerin ve
entelektüellerin tartışma konusu haline gelmiş durumdadır. Yüksek sanatın ve
rafine tutkuların aşığı aydınlarımız, “tarih modasının” sona ermeyeceğini
sonunda fark etmiş, ilgilerini bu yöne teksif etmeye başlamışlardır.
Anlattığımız bu süreç sonucunda ortaya çıkan ürünler de tabii ki ve maalesef
üst düzeyde kurgu içermektedir. Eğer halkımız bu dizilerden ve filmlerden tarih
öğrenmeyi düşünürse bu çok zararlı sonuçlar doğurabilir. Ama halkımıza şu
gerçek anlatılabilirse faydalı bir alana dönüşebilir: “Tarihi filmler, diziler
ve tarihi romanlar tarih öğretmezler, tarihi sevdirirler!
Halkı kurgusal tarihle yönlendirerek milli duyguları bu
yolla beslemenin sizce ne gibi sakıncaları var?
Anakronizm
(anachronism/anachronisme),
Grekçe’de “arka, eski, geri ve uzak” gibi anlamlara gelen “ana” ile “zaman”
anlamına gelen “chronos” kelimelerinin birleşiminden türemiş bir kelime olup,
“tarihsel olgu ve olaylar arasındaki kronolojik ilişkilerin tahrif edilmesi”
anlamına gelir. Tahrifatın bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde yapılması bunu
değiştirmez, her türlü tahrifat anakronizmdir. Anakronizm, tanımı gereği ve
elbette doğal olarak, tarihsel ya da tarihle ilişkili metinlerde/söylemlerde
varlığa gelir. Kimi zaman tarihsel bir karakteri yaşadığı zamandan farklı bir
zaman diliminde yaşatmak, ona “yapamayacağı şeyleri” yaptırmak, kimi zaman
muayyen bir nesneyi (soyut ya da somut tarihsel, bir diğer ifadeyle zamansal ve
mekansal olan her hangi bir şeyi) tarihselliğinden kopararak bir başka
tarihsellik içerisine monte etmek gibi biçimlerde örneğin bilinen bir savaşın
tarihinin tarihsel gerçekliğe aykırı bir biçimde olduğu halinden farklı
gösterilmesi ya da hiç kar yağmadığı bilinen bir coğrafyaya kar yağdırılması
gibi. Dolayısıyla içerisinde yoğun anakronizm barındıran kurgusal tarihle tarih
öğretmek ya da bunu gerçekmiş gibi göstermek ve herhangi bir manipülasyon
yapmak doğru değildir. Daha açık bir
ifadeyle, eğer yazar, romanında/senaryosunda gerçek olaylar ve şahısları
kullanarak bir kurgulama yapıyorsa ve özellikle kullandığı bu olay gerçekten yaşanmış
bir tarihsel olgu ise, bu olgunun zamanını ve mekanını değiştirme hakkına sahip
değildir/olmamalıdır. Yaşanmış gerçekleri “olduğu gibi” kullanmalı ve onların
tarihselliklerine sadık kalmalıdır. Tarihi roman ve senaryo yazarları
çalışmalarına elbette kendi hayal dünyalarını da katacaklardır. Bu onların en
doğal hakkıdır. Fakat tarihsel bir olayı kurgulayan romancının/senaristin
kurmaca özgürlüğü ve “hayalleri,” tarihi olaylar arasındaki boşlukları
doldurmak ve bu güne dek tam olarak aydınlatılamamış yani bilinmeyen tarihi
olguları bir biçimde açıklamakla
sınırlı olmalıdır.
Teknolojik imkanları kullanarak halka tarihi doğru anlatmak için neler
yapılabilir? Bunun için iktidarlar neler yapmalı?
Her şeyden önce
tarihi film ve dizilerin temel kaynağı olan metinleri üretenlerin, metinlerini
üretirken ciddi bir araştırma ve inceleme yapmaları gerekmektedir. Ve en önemlisi ise daha önce de söylediğimiz
gibi, tarihi karakterlerin
olduğundan farklı gösterilmesinin aslında onların özlük haklarına bir saldırı
anlamına geleceğini hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz. Her ne amaçla ve
gerekçeyle olursa olsun, buna hiçbir yazarın/senaristin ya da yapımcının
hakkının olmadığını düşünüyorum. Eğer düş gücü yazarın yeteneği ise ve bu
konuda kendisini özgür hissetmek istiyorsa, yeteneğini kullansın, yaşanmış olanı yeniden ve olduğundan farklı
yazmak ve göstermek yerine, yaşanmamış olanı ilk kez ve nasıl isterse öyle
kurgulayıp yazsın.
İktidarlar bu konuda yapılan ve
yapılacak olan gerçekçi yapıtları maddi (bütçe) ve manevi (ödül/taltif/takdir)
anlamında desteklemeli ve Kültür Bakanlığı’nın bütçesini arttırarak bu alana geniş imkanlar sunmalıdır.
25 Nisan 2023 Salı
"...