29 Aralık 2014 Pazartesi

SANA


Her kimsen korkuyorum sen rüyaların adımlarıyla yürürken 
Korkuyorum bu sözde gerçekler ellerinin ve ayaklarının altında erirken, 
Hatta şimdi yüzündeki parçalar, sevinçlerin, sesin, evin, işin, tavırların, sıkıntıların, 
budalalıkların, giysilerin, suçların senden dağılıp harman olurken, 
Gerçek ruhun ve bedenin önce bana görünüyor, 
Onlar korkulardan, ticaretten, dükkânlardan, çalışmadan, çiftlik elbiselerinden, evden, alıştan, 
satıştan, yemeden, içmeden, acı çekmeden, ölümden ileriye fırlıyor. 

Her kimsen ellerimi üzerine kapatıyorum, böylece benim şiirim oluyorsun, 
Kulağını dudağıma alıp fısıldıyorum, 
Tek bir kadın ve erkeği bile daha çok sevmedim senden. 

Ah ben üşengeç ve dilsizdim, 
Çok daha önceden yolumu doğrudan sana çevirmeliydim, 
Hiçbir şeyi değil seni ifşa etmeliydim, hiçbir şeyin değil senin şarkını söylemeliydim. 

Ne varsa terk edip geleceğim ve senin şarkılarını söyleyeceğim, 
Kimse seni anlamadı, yalnız ben anlarım, 
Kimse sana adil davranmadı, sen bile kendine adil davranmadın, 
Herkes seni kusurlu buldu, oysa yalnız ben sende bir kusur aramam, 
Herkes seni tabi kılmaya çalıştı, fakat yalnız benim, seni kendime tabi kılmaya rıza 
göstermeyecek, 
Yalnız benim, senin üstüne efendi, sahip, iyi, tanrı, senin yaradılışının ötesinde bekleyen ne 
varsa işte onları yerleştirmeyen. 

Ressamlar kendi arı kovanlarını çizdiler ve hepsinin ortasında ana kraliçe, 
Başından altın renkli bir hale demeti yayılırken, 
Fakat ben sayısız baş çizerim ve hepsinin başında altın renkli hale demetleri, 
Ellerimden, her erkeğin ve kadının beyninden sonsuza dek parıldayıp dalgalanırken. 

Ah ben, hakkındaki güzellikleri ve övgüleri dillendirmeliydim! 
Henüz kim olduğunu bile bilmiyorsun, bir ömür kendi üstüne uyukladın, 
Göz kapaklarını bile hep aynı şekilde kapattın, 
Şimdiye kadar ne yaptıysan anlamsızlaştı zaten, 
(iraden, bilgin, duaların anlamsızlaşmadıysa, peki ne oldu?) 

Anlamsızlaşan sen değilsin, 
Onların altında ve içinde seni pusuda beklerken gördüm, 
Seni daha kimsenin aramadığı yerlerde arayan benim, 
Sessizlik, masa, aptalca sözler, gece, alışılmış işler, eğer bunlar diğerlerinden gizliyorsa seni 
ya da kendinden, benden gizleyemezler, 
Tıraşlı yüz, oynak göz, murdar ten, eğer bunlar diğerlerini duraksatıyorsa, beni 
engelleyemezler, 
Arsız elbise, çirkin tavır, sarhoşluk, aç gözlülük, zamansız ölüm, bunların hepsini bir kenara bıraktım. 

Hiçbir erkek ve kadında bulunmaz, sana bağışlananlar 
Ne erdem ne güzellik, sende durduğu gibi tek bir erkek ve kadında durmaz, 
Ne cesaret ne de sabır sende olduğu kadar diğerlerinin hiçbirinde olamaz, 
Diğerlerini hiçbir mutluluk beklemezken benim mutluluğum bekliyor seni. 

Bana kalsa kimseye bir şey vermeden sevgimi yalnız sana veririm, 
Hiç kimsenin hatta Tanrı’nın bile övgülerini dillendirmeden hemen senin övgülerini 
seslendiririm. 

Her kimsen! kendi bahtına düşecek olanı talep et! 
Doğunun ve batının bu görünüşleri seni taklitten ibaret, 
Bu yoğun çimenler, bu tükenmez nehirler, sensin onlar kadar yoğun ve tükenmez olan, 
Bu taşkınlıklar, unsurlar, fırtınalar, doğanın hareketleri, apaçık yokoluşun şiddetli sancıları, 
işte onların üzerinde bey ya da hanım olan her kimsen sensin, 
Doğanın, unsurların, acının, tutkunun, ölümün üzerine bey ya da hanım olmak senin kendi 
hakkın. 

Bileklerindeki zincirler düştüğünde tükenmeyen bir yeterlilik bulacaksın, 
Yaşlı ya da genç, erkek ya da kadın, kaba, aşağı ya da diğerlerince reddedilmiş, her kimsen 
bunu herkese duyuracaksın, 
Anlamları açıklanmış doğumla, yaşamla, ölümle, cenazeyle, sınırlanmamış bir şeylerle, 
Öfkeyle, kayıplarla, hırsla, cehaletle, usançla, bu yolda neyi seçme hakkın varsa işte onla.  

Walt Whitman
Çeviri: Kadir Yılmaz


20 Aralık 2014 Cumartesi

GRAN TORİNO



"dışarısı kırbaç sesi, içimde bir torino atı
açım.
belki de özlemi açlıktan sayıyorum. toplan dünya. yaşam toplan. çaresiz sahiplik toplan.
gitmiyorum, hadi bakalım şimdi de gitmiyorum. aklım tahta bavulların içinde yolculukta.
ben buradayım akılsızlığın başında hasta bir ruh gibi koşulamıyorum.
dur, bunu anlatamazsam çok ağlayacağım.
ölüm geliyor bir şeyi anlatamamak zira. tımarlanmıyorum deli atlar gibi kalbim duracak.
vaktin peşindeyim. bazen de duruyorum saatler gibi olmaz zamanlarında.
soğuk.
soğuktan donuyorum sen anlamayınca. duydun mu ne diyorum?
soğuk bir ateş kırmızısında, harlı. hastayım.
at gibi bütün yemleri ve suyu bırakarak yemekten içmekten kesildi anlatacaklarım,
şimdi biraz hasta kalmak istiyorum.
yalnızlanmak,
hayat, yağmur sıkıntısı ve olacaklar, gözüm yolları isterse bitiriyor.
sonuna geliyorum. sayfaları çabuk çabuk çevirirken ellerim bitmesin hiç bitmesin istiyorum
şimdi bilmediğin bir yanındayım.
seni bulamıyorum.
aklım karışık. atın hüznünden bulaşıyor kapılara.
yine de açıyorum, ben hep açıyorum kapının kolunu tutuyorum elin gibi
müzik sesi geliyor resimlerden. galiba deliriyorum."

14 Aralık 2014 Pazar

SOĞUKKANLILIKLA



Çok tutkulu bir adamsın; ne istediğini tam olarak bilemeyen, aç bir ruhun var. Herkesin birbirine benzemek için elinden geleni yaptığı bu çağda bireyselliğini korumak için mücadele ederken derin yaralar aldın. İki temel üstünde duran, yarım bir dünyada yaşıyorsun; temellerin biri kendini ifade etme yeteneğin, öbürü de kendini yok etme becerin. Güçlüsün, ama yüreğinin bir yerindeki çatlaktan bu güç akıp gidiyor. Bu çatlağı kapamayı başaramazsan gücünü tamamen yitireceksin, zavallı biri olacaksın. Bu çatlaktan ne sızıyor dışarıya, biliyor musun? Her an patlamaya hazır, tehlikeli, kocaman bir duygu balonu. Neden böyle bir balon büyüttün içinde?  Yaşamlarından memnun, mutlu insanları görünce neden durup dururken sinirleniyorsun?  Onları bu kadar çok küçümsemenin nedeni ne, niye onları incitmek istiyorsun? Tamam seni anlıyorum, onların hepsinin aptal olduğunu düşünüyorsun, onları küçümsüyorsun; çünkü sen onlar yüzünden başarısız ve öfkeli bir adam oldun, onların ahlak anlayışları ve mutlu olma yöntemleri bu kocaman dünyayı yönettiği için sen onlara yenik düştün. Bu düşüncelerin beynini işgal etmesine izin vermemelisin, çünkü senin asıl düşmanın, bir kurşun kadar yok edici olabilen bu kötü düşüncelerdir. Kurşunlar, kurbanları seçip onları hemen öldürdükleri için çok acı vermezler.  Ama senin içinde yalnızca kurşun değil bakteriler de var. Bakteriler insanı birden öldürmezler; onu yavaş yavaş yıpratarak en sonunda bir ucubeye dönüştürürler bu ucubenin yaşamak için tek şansı vardır, o da küçümseme ve nefretle bilenmiş oklarını çevresine rastgele fırlatmaktır. Bir sürü şeye sahip olabilir bu ucube; ama hayatta hiç başarılı olamaz, çünkü kendi kendisinin düşmanı olduğu için sahip olduğu şeyler ile mutlu olmayı hiçbir zaman beceremez."

T.Capote

Dizelere Sığınan Bir Dönüş Ütopyası: Anabasis


"Şiir bitti" diyenlerin seslerinin iyice yükseldiği bir zaman diliminde şiir kitabı çıkarmak şiir adına, edebiyat-sanat adına oldukça cesaret verici.
Ergin Yıldızoğlu'nun yeni şiir kitabı "Anabasis" şiirseverlerin kendinden çok şey bulacağı, bu cesareti haklı çıkaracak türden bir eser.

Ataol Behramoğlu'nun kitabın önsözünde belirttiği gibi, toplumcu şiirin şiir dışı sayıldığı bir ortamda yitirilen toplumcu şiir heyecanı Ergin Yıldızoğlu'nun şiirleriyle bir kez daha yakalanıyor.

Boğaziçi Üniversitesi mezunu iktisat ve sosyoloji üzerinde eğitim gören Ergin Yıldızoğlu, üniversitede "Küreselleşme ve Yeni Jeopolitik" dersleri veren bir akademisyen. Mesleğiyle ilgili birçok yerde yazıları yayınlanan Yıldızoğlu'nun çok sayıda sanat ve edebiyat dergisinde de, yazıları ve şiirleri yayımlandı ve değişik konularda yazılmış 10'un üzerinde kitabı var.

Hal böyle olunca, daha önce yayınlanmış olan şiir kitaplarında olduğu gibi "Anabasis" isimli son şiir kitabında da sözcüklere kolayca ulaştığını ve dizeler arasında rahatlıkla ilintiler kurabildiğini görüyorsunuz.

Okuyucu, Yıldızoğlu'nun şiirlerini okurken bir köşeden bir köşeye savrulmuyor. Aksine, akıl süzgecinden geçirdiği olayların şiirselleşmesinden bir buruk tat alıyor.

Her toplumsal şiirde olduğu gibi,Yıldızoğlu'nun şiirlerinde de, yaşanan olumsuzluklar büyük bir dirençle karşılanırken onlardan sadece bir senfoni yaratılmıyor, dizeler aynı zamanda bir cesareti de haykırıyor.

HER DOĞUŞ BİR DÖNÜŞÜN UCUNDA

Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü Hellen tarihçi Ksenophon’un ünlü düzyazı yapıtı, güncesinin ismi. Anabasis, Yunanca yukarıya doğru yükselme, tırmanma veya çıkış gibi değişik anlamlara gelse de, bu eseri önemli kılan, zafere yürüyen ve zaferle taçlanan bir ordunun bozguna uğramasıyla birlikte yaşananların bir ders niteliğinde olması.

İ.Ö. 401 yılında Pers Prensi Kyros, ağabeyi Kral Artakserkses'e karşı Grek paralı askerlerini de içine alan bir orduyla Lidya'nın Sardes kentinden yola çıkar. Ksenophon, bu sefere bir "savaş muhabiri" olarak katılır ancak savaşta Kyros ve generalleri öldürülünce ordu toplanıp kendilerini evlerine geri götürmek üzere Xenephon'u komutan seçer, Xenephon geldikleri güzergahta yiyecek kalmadığını düşünerek orduyu dönüşte kuzeye yönlendirir. Van Gölü'nün batı kıyılarından Aras boylarına, oradan Çoruh Vadisi'ne ve nihayetinde Bayburt ve Gümüşhane'ye varırlar. Binbir zorluklar, çatışmaların ardından Karadeniz'e ulaşırlar. Denize ulaşmak onlar için bir kurtuluştur.

Ergin Yıldızoğlu, kitabına ismini verdiği bu antik serüveni bir zaman tünelinden geçirerek günümüze taşıyor;
"No Light, but rather darkness visible"
(Işık yok. Görünür olan karanlık, daha çok)
"Önce yavaş yavaş, sonra kül rengi bir sabah
kimse farketmeden usunu yitirdi orman"

dizeleriyle bizi karşılayan kitap, ağır ağır temposunu yükselterek bir direnişi, bir başkaldırıyı güncele sürüklüyor, güncelle harmanlıyor.

Tarihin akışı içerisinde emperyalizmin oynadığı oyunlara değinirken sık sık ünlü yazarların sözcüklerine başvuran Yıldızoğlu, buralardan sürekli bir sorgu üretir.
"Devler neden hep çocukları yer büyüklerin masallarında? Ve tüfeklerin ağzı sulanır gözyaşlarına çocukların."

4 ayrı bölümde toplanan şiirlerde yer yer hüzünler geçmişin acılarıyla birleştirilmiş;
"Adreslerini yitirmiş evlerin soğuk odalarına sığınır artık. Yetmişli yıllardan kalmış kırık melodiler."
Yer yer romantik özlemler de karşılıyor okuyucuyu;
"Hisar'da denize karşı
Menekşe gözlü bir akşamın masasında beni bekleyen
demli bir çayın nazlı kokusunu düşledim bu sabah.."
Uzun bir soluğun sayılı sayfalara sığdırıldığı kitap, pişmanlık dizeleriyle veda eder okuyucusuna;
"Biri kitaplarını ve dikkatle katlanmış pişmanlıklarını valizine yerleştirir,
Halbuki artık seferden kaldırılmıştır kaçakları taşıyan gece trenleri."

Anabasis için eleştiri babından söylenebilecek ne var diye bekleyenler için söylemeli ki; toplumcu şiir denince ille de boylu boyunca marksist bir dile yaklaşmak kaçınılmaz bir kader kabul ediliyor. Oysa, geleneğin derinliğinde aydınlanma çağının erişemediği, bizden olan ve gerçeği tam merkezinden yakalayan bir damar var. Günümüz toplumsal şiiri kalıcılığı bu damara yaklaşmakta aramalı, bizden olan gerçeği bulmalı. 

SEMİHA KAVAK
Ayna İnsan Sayı: 13

3 Aralık 2014 Çarşamba

İMAJ


İmaj, uyutucudur. Sanatta varolamaz.
Sanatın 'uyandırıcı' ve 'uyanık tutmaya' devam ettirici etkisiyle imaj birarada olamaz.
İmaj, hoş uyumlar iken, sanat uyumsuzluğun göstergesi olarak bir başka zihin düzleminde varolmanın adıdır.


MO YAN'IN ANLATI DÜNYASI


Denmiştir ya, acının olduğu her yerde korku vardır, cesaret vardır, direnme vardır, direnme ve dayanma gücü vardır. Mo Yan'ın anlatı dünyasında da böyle bu;

"Bu kitapta köyümün uçsuz bucaksız kızıl darı tarlalarında dolaşan kahraman ruhlara ve haksız yere ölenlere sesleniyorum. Ben sizin soyunuzdan gelen bu değersiz, soya sosuna batırılmış kalbimi söküp parçalara ayırdım, üç kâseye koyup darı tarlalarına bıraktım. Sizlere adadığım bu; gelin, yiyin."

Bir konuşmasında Mo Yan "Açlık ve yalnızlık benim esin kaynağımdır" diyor. Kızıl Darı Tarlaları'nda açlığın kara sarı rengini tüm tonlarıyla gösteriyor okura. Yırtıcı, ikelleştirici bir duygudur açlık; yaşamda kalabilmek için neler yaptırır, neler yedirtir insana? Eyleme dönüştürerek yanıtlıyor bu soruları. Romanın bir bölümünde, insanlarla köpeklerin savaşında daha da somutlaşıyor bu sorular. İnsanın insanla savaşından çok daha korkunç bir savaştır bu. Köpekler, insan ölülerini, insanlarsa köpekleri öldürüp yemek için saldırıyorlar birbirlerine. Açlık eyleme dönüşmüştür. Kan denizini andıran kızıl darı tarlalarının bir yakasından öteki yakasına seğirtip duruyor.

"Bir yazar kendi toplumundaki haksızlıkları, çirkinlikleri ve karanlık yanları, insan doğasının kötülüklerini eleştirmelidir."
Ancak topluma, insan doğasına dönük bu eleştirel yaklaşım, yazınsallığın yasalarını zorlayıp romanın yapısında ayrı bir katman oluşturmuyor. İçten içe sürüp giden bir esinti niteliği taşıyor. 

Kızıl Darı Tarlaları'ndaki bu eleştirel esinti, Mo Yan'ın dev romanı (1038 sayfa) İri  Memeler ve Geniş Kalçalar'ın sayfaları arasında da esip duruyor. Hem de kimi bölümlerde sertleşip hızını artırarak.
İki roman arasında kimi benzerlikler var. İlkinde gördüğümüz insan manzaraları, insanlık durumları değişik gerçeklik düzlemeleri içinde İri Memeler ve Geniş Kalçalar'a taşınmış gibi. 

Annelere adanmış bu uzun soluklu romanı bitirince tek sözcükle sarsıldım.

Komün günleridir. Kıtlığın kara yelleri kasıp kavuruyor. Gaomi Kuzeydoğu Bucağı'nı. Romanın başkişisi Shangguan Lu, komün değirmeninde tahıl öğütme işinde çalışıyor. Evde yenebilecek hiçbir şey kalmamıştır. Değirmentaşını çevirirken bir yandan da gizlice fasulye tanelerini yutar; eve dönünce bir kaba kusar bunları. Sonra kusmukları havanda döver, üzerine soğuk su ekleyerek bulamaç haline getirip yedirir çocuklarına. Çocukların açlığını yatıştırır bir ölçüde. Annenin bu hali gözleri görmeyen küçük kızı Yünü'nün içini kanatır:

"Annesinin kustuğu tahıl tanelerinin suya düşerken çıkardığı ses, doğruca Yünü'nün kalbine saplanıyordu. Bu sesin bir an önce bitmesini istiyordu ama bir yandan da sonsuza kadar devam etmesini. Annesinin kusarken mide suyuna karışmış kan kokusundan tiksiniyordu ama bu nahoş kokuya da şükrediyordu. Annesi havanda tahılları ezerken sanki kendi kalbini dövüyordu. Annesi o bir kâse kan kokan soğuk bulamacı ona uzatırken kör gözlerinden sıcak yaşlar süzülüyor, o güzel ağzı çarpılıyor, o bulamaçtan aldığı her kaşıkta iki gözü iki çeşme ağlıyordu."

"İnsan insanın cehennemidir..."

Kitabın önemli bir karakteri de annenin misyoner bir papazdan olan melez oğlu Jitong'dur. Bu 'Altın Oğlan' bir meme düşkünü, boylu poslu yakışıklı biri olmasına rağmen karakteri zayıf, tüm hayatını annesinin memesinden ayrılmadan geçiren manevi cüce..."
Anasının kanını emen bir asalak bir hazır yiyicidir Jitong. Yaratıcısının dediği gibi tam bir meme bağımlısıdır. Sapıklık, sapkınlık derecesine varan. Ablalarının memelerini bile emmek, ellemek isteyecek kadar. 6.Ablası Shangguan Niandi'nin memelerini gördüğündeki halini şöyle anlatır:

"Gözlerimi iki kan emici sülük gibi onun memelerine diktim... Birden ağzım sulandı, ağzımın içi ekşi bir tükürükle doluverdi. O andan itibaren ne zaman bir çift güzel meme görsem ağzımın içi tükürükle dolmaya başladı, onları tutmak için yanıp tutuşuyordum, onları emmek istiyordum, o dünyanın en güzel memelerinin önünde diz çöküp onların en sadık oğlu olmak isterdim..."

***

Faulkner'a, Marquez'e öykünme konusu, Mo Yan'a soruluyor bir röportajda. Onların yapıtlarını severek tat alarak okuduğunu söylüyor. İkisinin de yazma, yaratma gücüne duyduğu hayranlığı dile getiriyor  Mo Yan:
"Onlar cayır cayır yanan iki ocaktı; bense buz kalıbı. Onlara çok yaklaşırsam bir buhar bulutuna dönüşürdüm. Yapmam gereken bizzat basitlikti. Kendi tarzımla kendi öykülerimi yazmaktı. Benim tarzım pazarlardaki hikâye anlatıcılarının tarzıydı."


Sözcükler
E.Özdemir