19 Şubat 2020 Çarşamba

Ruhumun Üzümleri


kuşların ülkesinde
şiirlerimi yakıyorlar
aramıyorsun
seninle yaşıyorum
seninle ölüyorum

seninle ölüyorum
seninle yaşıyorum

Vinos Fayiq
Çeviri: Ercan Ekinci

17 Şubat 2020 Pazartesi

Bilmiyor


Diyor ki bana:
Bir şiir yaz bana
bir dize olayım
bir şiirin omuzunda.
Bilmiyor...
Bilmiyor ki
yüzyıllardır
ne yazıyorsam
onun içindir zaten
Göğün kalbini
serebilir önüme
ve özlemleri dindirebilir
kalmak için hayatta
şiirler
yazıyorum ona


O tılsımların sessizliğinden
kelimeler bırakıyor dudağıma
görmesin diye o kördüğümü
gözlerini kapatıyorum onun
o zaman
kimse gibi değildir o
kendisi gibi olmasa eğer
sessizliğimi de anlamaz benim
ve bilmez
yaratılışın büyüsüdür
böyle gözlerimi
büyüten

Bilmiyor
yaratılışın büyüsüdür
böyle boyumu heybetli
kılan
gözlerindeki bakışların
hatırıdır
aşktan bir mevsim
yapan beni
ki sessizliğe
yoldaşlık ediyorum
ve geliyorum şiirle beraber
bilmiyor...
Bilmiyor
hatırınadır
hala yapmadığımız
o öpücüklerin


Elinin ve parmaklarının
ve siyah saçının
hatırınadır
parmaklarıma ve tırnaklarıma dolanmış
kalem
ve sesi çıkmıyor
ve utanıyor
hatırınadır
yüzyıldır gelmek üzere olmasının
ki adım atıyor
ama korkuyor
sallandırıyor beni
söylemenin
ve söylememenin arasında
ve diyor ki:
Bir şiir söyle bana
bir dize olayım
bir şiirin omuzunda.

Vinos Fayiq
Çeviri Ercan Ekinci


15 Şubat 2020 Cumartesi

14 Şubat 2020 Cuma

Sevgili


Eğer gönül sevgili ise, o zaman sevgili kimdir?
Eğer sevgili gönül ise, gönülün adı nedir?

Baba Tahir Üryan

13 Şubat 2020 Perşembe

"SOLUĞUNU SUSARAK AÇTI DİRENCİN YOLCULUĞU"


“Ben Kudüs’ü kol saati gibi taşıyorum
Ayarlanmadan Kudüs’e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur…
Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin…”

Nuri Pakdil, iç dünyasını Kudüs sevgisiyle yoğurmuş, düşüncesine Kudüs’ü odak etmiş bir entelektüeldir. Bütün edebi eserlerinde bu ruhun yansıması görülür. Kudüs onun adeta yol haritasıdır. Ancak, bu yolun belirginleşmesi bir sürece dayanmaktadır. Bu yol adım adım örülse de temelinde bir uzak hedefe yönelişin izleri vardır.
İstanbul’dan yola çıkan, Mekke’yle buluşan ve Kudüs’e uzanan bir yoldur Pakdil’in yolu.

O nedenle; Nuri Pakdil, “Benim dünyamda, İstanbul’un özel bir yeri, Kudüs’ün daha özel bir yeri vardır. Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır. Tutsak Kudüs’e borcumuz, Kudüs’ü savunmaktır, özgürlüğüne kavuşturmaktır.” diyordu.

Pakdil, bir başkaldırı yazarıdır. Bir itirazla başlar Pakdil’in başkaldırısı. Ve bu itiraz yazdığı her şeyin çekirdeğini oluşturur. Onun şairliği, yazarlığı, sanatçılığı, düşünürlüğü parça parça ele alındığında hep bu izlere rastlarız. Ancak, her eserinde bu gerçeklik aynı düşünceye sahip çağdaşlarında olduğu gibi kendini çıplak şekilde ele vermez. Devamı olan bir sanatsal etkinliğin parçası gibi durur yazdıkları. O nedenle, onun yazım macerasını bütünden ayıranlar şairliğine, yazarlığına, sanatına parça parça eleştiri getirirler. Kimi şairliğini, kimi oyun yazarlığını, kimi de düşünürlüğünü yok farz etmek ister. Oysa, yazdıkları hangi türde yazılmış olursa olsun her eserinde aynı yöne bakışın izleri kendini ele verir.

Nuri Pakdil, yazılarını öz Türkçe ile yazdığı için, vaktiyle, paylaştığı düşünce dünyasındaki insanlar tarafından gerekli ilgiyi görmez. Özgün bir dille yazmasının yanı sıra, mana özneli olarak kullandığı dilde sınır tanımaması anlaşılmasını zorlaştırır.

Onun dil tercihi Nurullah Ataç etkileşimi olarak görülebilir. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Dilde yeniliği tercih etmesinin ana nedeni, dile dayalı bozulmayı, aynı metotla onarmayı seçmesidir. Dilde yenilikçiliği onu Ataç’la aynı düşünce düzleminde buluşturmaz. Aksine, düşünce dünyaları birbirine zıt olduğu gibi, dildeki sadeliği de Ataç’tan farklıdır. Pakdil, anlaşılır ve zamanla dile yerleşen kelimeler kullanır, kelimelerini özenle seçer. Bu konuda şöyle der; “Bir ulusun dilini, en çok o ulusun yazarları, ozanları, aydınları geliştirir, zenginleştirir. İnanmalıyız dilimizin gücüne, sevmeliyiz dilimizi. Titizlik göstermeliyiz sözcüklerin seçiminde.” (Biat II S.29)

Nuri Pakdil’in başkaldırısı Türkiye’nin geleceğini Batılılaşmada, Batılılaşmanın da geçmişle bağın koparılması şeklinde ortaya çıkmasına bir isyandır adeta. Düşüncelerini en sarih olarak ortaya koyduğu, “Biat” adlı eserlerinde bu yanlışa ve sonuçlarına açık bir dille, ısrarla parmak basar.

“Yönümüz Batı’ya çevrileli beri, ulusumuza, uyum yapamadığı, bilinçle yapmak istemediği bir özü, yabancı bir özü öğretmek istiyorlar, benimsetmek istiyorlar… Kendi kendisi olan bir ulus oluncaya değin direniş gerekli. Kişinin de en büyük yanı, kendi kendini kuran yanı, direnebilmesidir…

1923 devrimi hep gündemde bulunmalı, yabancılaşma sürecindeki konumumuz sürekli vurgulanmalı, üzerinde düşünülmelidir.”( Biat-S.11-12)
Pakdil’e göre, bu süreç yabancılaşmanın başladığı bir süreçtir. “Uzun yıllardır uygarlığımızı bırakıp, nasıl olursa olsun, ne olursa olsun, Batılılara benzemeye çalışıyoruz. Onların sözlerini tutmadan, onların kurumlarını almadan, onların yasalarını uygulamadan sorunlarımızı çözemeyeceğimiz kanısına varmışız. Nasıl düşünüyorlarsa biz de öyle düşüneceğiz; düşüncenin en iyisini onlar bilirler çünkü. Avrupalılar birer örnektir önümüzde. Öyküneceğiz onlara. Batılılaşmak dediğimiz yabancılaşma böyle başlamadı mı?” (Biat-II S.12)
“Bir uygarlığın ürünüdür insan. ‘Ben hangi uygarlığın ürünüyüm şimdi?’ diye her Türk sormalı kendi kendine. Ulus bilinci böyle böyle oluşur içinde insanın” (Biat II S.124)

Ona göre yabancılaşma nedeniyle sanatımız boşlukta sallanmaktadır. “1923 yabancılaştırma girişimlerinden beri sanatımızın, edebiyatımızın boşlukta sallanır gibi duruşu, çağımızda uygarlıkla eş anlama gelen geleneklerimizden uzaklaştırılmış olmamızdan ileri gelmiyor mu?”(Biat II-78) diye sorar.

Nuri Pakdil’in Batı eleştirisi, ağırlıklı olarak yine Batılı yazarların eleştirilerinden beslenir. Yazılarında, sıkça Camus ve Sartre gibi Batı uygarlığını eleştiren yazarların söylediklerine atıfta bulunur. Onun Doğu-Batı karşılaştırması bir kültür karşılaştırmasından ziyade çöküş içindeki uygarlıkla, sürekli diri olan bir uygarlığın karşılaştırması gibidir. Batı uygarlığının geleceği olmadığına vurgu yapar.

Bir Yazarın Notları –I adlı eserinde dile getirdiği gelecek tasavvuru bir temenniden öte Batılı birçok yazarın da parmak bastığı bir öngörüye dayanmakta;
“Çok kalmadı mı diyorsunuz? Çökmesine mi? Avrupa uygarlığının mı? İyice görülüyor mu diyorsunuz? Nee? Çöktü bile mi? Nasıl, çünkü? Çok ah aldı da ondan mı? Ortadoğu halklarının mı ahını aldı?
Afrika’yı da mı hep düşünüyorsunuz? Hep sömürüldü diyorsunuz Afrika, ha? Gene Ortadoğu halkları içinden fışkırdı, fışkıracak mı? Ney? Evrensel insan siyasası mı? Avrupa’nın hakkından bu mu gelecek? Görür gibi misiniz? Hem de buradan mı?” (S.16)

Her atmosferde kendini “Ben, antikapitalist, antifaşist, antinazist, antisiyonist, antisosyalist ve en önemlisi de Türkiye özelinde olmak üzere antifiravunist bir bilince ve iradeye sahip devrimci bir yazarım.” diye tanıtan Nuri Pakdil, yaşamını hep bu minval üzere, hep bu heyecanla hep bu dirilikte tutmaya gayret etti. Onun emperyalizmin her türlüsüne, yabancılaşmaya karşı sürekli yüklenen bir öfkesi vardı. Yazılarında bu öfke bir şekilde kendini açığa vurur hep. “Benim için yazı yazmak bir bakıma savaşmak demektir. Çünkü yazılarımda, her türlü putçuluğa karşı, her türlü yabancılaştırmaya karşı, her türlü sapmalara karşı vermekte olduğum savaş anlatılmaktadır. Yazılarımda kirli mülkiyet tutkusunun insanı ele geçirmesi anlatılmaktadır. Yazılarım, kapitalizme ve sömürü düzenine karşı bir tepkiyi, bir eleştiriyi ifade etmektedir.” diyen ve  insanı yeniden İslâm hamuruyla, inançla inşa etmeye adayan birini devrimci olarak tanımlamaktan daha doğru ne olabilir?

Nuri Pakdil, İslami edebiyata yeniden devrimci ruh aşılayan, geleneğin derinliklerinden süzülmüş bir düşünceyi çağın ötesine taşımayı hedefleyen tevhidi bir soluktu.
Onun filizlendirdiği düşünce atmosferi sadece bir dönemi değil, geleceği de kuşatacaktır.
Kudüs’ü merkeze alan düşüncelerin her daim canlı olacağını düşünürsek, her Kudüs anıldığında onu hatırlayacağız. Ve her devrimci heyecanda onun sözleriyle iç dünyamızı yoğuracağız.

SEMİHA KAVAK
KİTABİST
Şubat 2020




DÜNYAYI DEĞİŞTİREN ÖNCÜ DEVRİM: 1905 RUS DEVRİMİ



1917 Bolşevik devrimin öncüsü bir hareket olan 1905 devrimi sadece Rusya'yı değil, çevresini ve bilhassa Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemiş olan önemli bir harekettir. Bu kalkışma aslında ekonomik ve siyasal bir kalkışma olarak değerlendirilmektedir.

“Rusya'yı devrime sürükleyen süreç, toplumdaki derin sosyal ve politik kutuplaşmanın yoğunlaşmasından hız aldı. Bu çerçevede köylülerin topraksızlığı, dönemsel açlıklar, yüksek hastalık oranları ile erken ölümler, vergi ve kira yükleri ve askerlik hizmeti, fabrika işçileri ve sanatkarların çadır ve barınaklarda çok kötü şartlarda yaşaması ve tehlikeli ortamlarda uzun çalışma şartları gibi çeşitli faktörler gözden uzak tutulmamalıdır.
Çarlık rejiminin ülke kamuoyunun dikkatini dışarı yönelterek ülke içindeki liberal ve devrimci talepleri teskin etmek maksadıyla açtığı Japonya savaşı da uğranılan yenilgi sebebiyle devrimin tetikleyicisi olmuştur. Başka bir ifade ile bu savaş, 1905 Devrimi'nin hem nedeni hem de sonucu oldu.”

Georgy Apollonovich Gapon adında bir papazın önderliğinde 140 bin işçinin Çar’a dilekçe vermek için Kışlık Saray’a yaptığı yürüyüşte, askerlerin açtığı ateşle binden fazla işçinin ölmesiyle 1905 Devrimi’nin ilk adımı başlamıştı. İşçilerin istekleri iş gününün sekiz saate indirilmesini, asgari ücretin arttırılmasını ve fazla çalışmanın kaldırılmasını kapsıyordu. Binden fazla işçinin ölümüyle biten yürüyüş Pazar gününe rastladığı için, bu olay Rus tarihine “Kanlı Pazar” olarak geçti. Bu hareket sonucu Çarlık rejiminin yıkılması ve bazı bölgelerdeki bağımsızlık yönünde yapılan silahlı ayaklanma girişimleri başarısız olmuş ve bastırılmıştır. Ancak olaylar sonucunda anayasal monarşiye geçiş yapılmış ve Çarlık Duması kurulmuş, çok partili seçimler yapılmış, 1906 Anayasası meydana getirilmiştir.
1917 devrimin ayak sesleri olarak kabul edilen bu kitlesel hareketi dönemin Osmanlı Padişahı Sultan Abdülhamid tarafından yakından takip edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri olan bu dönemde bir kısım isyanların yanısıra Saraya karşı Jontürkler’in örgütlemelerini yaygınlaştırmış olması Abdülhamid'in Rusya'da olup bitenleri yakın takibe alması zaruretini doğurmuştur. “Sovyet resmi görüşüne göre 1905 Rus devrimi, bütün Asya'yı, bu çerçevede Osmanlı ülkesini de kesin bir şekilde etkilemiştir. Rus Devrimi'nin önemli kişilerinden Troçki, 1908 yılı sonunda “Türk Devrimi ve Proleteryanın Görevleri” adlı yazıda 1908 Jöntürk Devrimi'ni  ‘Rus Devrimi’nin uyandırdığı en son yankı' olarak ifade etmiştir.”

Hasip Saygılı tarafından kaleme alınan “1905 Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid “konulu eser bu konuda önemli bilgiler vermekte. Zira önsözde de belirtildiği gibi “Günümüzde Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine ilişkin ilgi ve araştırmalar artmasına rağmen 1905 yılında Rusya'da meydana gelen olayların Sultan Abdülhamid Türkiye'sindeki sosyal, kültürel, siyasi çerçevede etki ve yansımalarına ilişkin yeterli seviyede çalışma yapılmadığı gözlenmektedir. Yapılan çalışmaların Uluslar arası ölçekte sınırlı sayıda kaldığı dikkati çekmektedir.”

RUSYA'DAKİ GELİŞMELERİN OSMANLI'YA ETKİLERİ

Tarih boyunca Rusya'nın izlediği stratejileri yakından takip eden ve politikalarını belirlerken Rusya'nın durumunu önemle dikkate alan Osmanlı padişahları buradaki halk hareketlerini de yakından takip etmişlerdir. Gerek Kafkaslardaki müslüman unsurlar gerekse Osmanlı içerisindeki etnik toplulukların Rusya'yla ilintili olması bu ülkeyi yakından takip etmeyi her zaman önemli hale getirmiştir.
1800'lü yılların ortasından itibaren Rusya'da artan yoksulluk, işçilerin çalışma şartlarının gittikçe kötüleşmesi, ayrımcılık her an bir kıvılcımla halk hareketine dönüşecek durumda olduğu için çözülme dönemine girmiş olan Osmanlı da buralarda olup bitenlerin ülkesine sirayet etme ihtimalini hep göz önünde tuttu. İmparatorluğun son döneminde iyice belirginleşen saraya karşı hareketlerin güç aldığı Rus Devrimi o nedenle Padişah Abdülhamid tarafından mercek altına alınmıştır. “Sultan Abdülhamid, dönem boyunca olayları neredeyse anlık diyebileceğimiz tarzda, resmi ve gayri resmi kaynaklardan takip etmiştir. Bütün olayları “devletin bekası” ve “kamu düzenliği” açısından görmeye ve kısıtlı şartlarda yönlendirmeye çalışmıştır.” O nedenle Rus- Japon savaşını yakından takip ederek bu savaştan ülkesinin zarar görmemesi için çeşitli stratejilere başvururken, 1905 Devrimi esnasında da o akımın Jöntürkler eliyle ülkeyi etkilememesi için sıkı tedbirler almıştır. Gerek yurt dışından gelecek olan yayınların yurda girişini engellemek, gerekse içerideki basını sıkı kontrol suretiyle 1905 Rus Devrimiyle ilgili haberlerin halka ulaşmasını engellemiş, sıkı bir sansür uygulamıştır.

Abdülhamid'in 1905 Rus Devrimi’ni hızlandıran Rus-Japon savaşını yakın takibe alması da taht korkusuyla alınan bir tedbir değildi. "Sultan Abdülhamid savaşı, Rusya'da otokrasinin devrilmesi ihtimalinin, sıranın kendisine geleceği endişesiyle değil, Çarlığın Uzak Doğu'dan dönerek Osmanlı Devleti'ne musallat olacağı endişesiyle izlemiş, dönem boyunca takip ettiği siyaset, bu endişenin ağırlığını taşımıştır.

Jöntürk muhalefeti, savaşı Sultan ile Çar arasında özellikle mutlakiyetçilik, zalimlik ve yolsuzluk konularında paralellikler kurarak izlemiştir. Uzakdoğu'daki savaş Abdülhamid istibdatının yıkılması ümidiyle, sanki Japonların mağup ettiği Sultan'ın rejimiymiş gibi, gerçeküstü beklentilerle değerlendirilmiştir. Jöntürkler dönem boyunca, bu beklentileri gerçekleştirmek için dini referanslar dahil hemen her şeyi kullanmışlardır." (s.94)
Abdülhamid'in Rusya'yı yakın takibe almasının en önemli nedenlerinden biri burada bulunan müslümanlar nedeniyleydi. "Rus Devrimi'nin Osmanlı Devleti'nce yakından izlenmesini gerektiren sebeplerin başında, Kafkaslar’daki Müslümanlarla Ermenilerin çatışmaları gelmektedir. Müslümanların bölgede katledildikleri, sahipsiz kaldıkları algısı, Osmanlı ülkesinde Sultan'dan sıradan müslüman halka kadar, geniş bir kesimin duyarsız kalamayacakları bir konu olmuştur."

POTEMKİN İSYANI
Sultan Abdülhamid Rusya'da meydana gelen hadiselerden ülkesinin etkilenmemesi için çeşitli denge politikaları izleyerek muhtemel tehlikeleri önlerken en zor anları Devrim esnasında meydana gelen Potemkin İsyanı’nda yaşadı.
Rus-Japon savaşında yenilgiye uğrayıp zayıf düşen Çarlık ordusu, köylü ayaklanmalarını bastırması sırasında daha da güçsüz duruma gelir. Askerler arasında da hoşnutsuzluklar artmaya başlar. Bunun yanında çarlık subayları, gemi mürettebatına sürekli baskı yapar, mürettebatın yatma yerleri, yedikleri, içtikleri ve çalışma koşullarının dayanılmazlığının yanında subayların bu davranışları da işi katlanılmaz boyutlara taşır. 27 Haziran 1905'te Potemkin Zırhlısı'nda bir isyan patlak verir. İsyanla birlikte mürettebat Potemkin Zırhlısı’na kızıl bayrak çeker ve ardından işçi grevlerinin yoğun olduğu Odessa'da demirler.
Daha sonra ayaklanmayı bastırmak üzere gönderilen savaş gemilerindeki denizciler de ayaklananların üzerine ateş açmayı reddeder ve böylece Potemkin Zırhlısı'nın ayaklanması daha da güçlenir. Fakat Potemkin Zırhlısı'nın ayaklanmasına Karadeniz donanmasının diğer gemileri katılmaz. Erzak ve yakıtı azalan Potemkin Zırhlısı Romanya kıyılarına yanaşarak, Romanya hükümetine teslim olur. Böylece zırhlıdaki ayaklanma yenilgiyle sonuçlanır.
"Potemkin Zırhlısı'ndaki isyan, doğal olarak İstanbul'da ilgiyle takip edilmiştir. Bir İngiliz kaynağa göre ise, Potemkin isyan edip Köstence'ye gelince, Türk hükümeti alarma geçerek Boğaz girişini mayınlanmış ve zırhlının Boğaz'ı geçmeye teşebbüs etmesi halinde kıyı bataryalanınca ateş açılması emrini vermiştir.

Rusya'nın İstanbul Büyükelçisi Zinovyev, Potemkin Zırhlısı'nın Romanya makamlarına tesliminden hemen sonra, 12 Temmuz 1905 tarihinde Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği raporunda; Potemkin Zırhlısı'nın isyanı kadar Rusya'da son dönemdeki hiçbir olayın İstanbul'da ilgiyle takip edilmediğini yazmıştır."

Sultan Abdülhamid Potemkin isyanını fırsat bilerek boğazlarda tahkimat yapmış ve böylece Rusya'nın Osmanlı'ya karşı herhangi bir kötü emeline karşı tedbir almıştır. Bunu yaparken de Rusya'yı darıltmamış, bu tedbirleri Bulgaristan ve Romanya tehlikesine karşı aldığını öne sürmüştür. 

Buna karşılık "Jöntürk muhalefeti ise Potemkin İsyanı'nı çürüyen Abdülhamid rejimi ile Çarlık otokrasisi arasında paralellikler kurmak için, bir fırsat olarak karşılamış görünmektedir."
"1905 Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid" adlı eser incelendiğinde bu hareketin sadece Osmanlı'ya değil Çin'den İran'a kadar anayasal yenileşmelerin ve yeni hakların, kimi rejim değişikliklerinin öncüsü olduğu görülmektedir.
Yakın tarihin tozlu raflar arasında kalmış gerçeklerini öğrenmek isteyenler için bu kitap okunması gereken bir kitap.

Semiha Kavak 
Keşke Düşünce ve Edebiyat Dergisi





11 Şubat 2020 Salı

"Ben Ağaçların Soyundanım"



Sanılır ki yitirilmiştir giden
Dalları arasında hazanın
Cana can katan eller biliriz
Ve bir nefeslik kalem

Semiha Kavak


HER İNSANIN BİR AĞACI VARMIŞ


Yakın zamanda çok kıymetli biriyle tanıştım. Bana kalırsa tamamen tevafuk. Eski bir ahşap oymacısı. Aşir Güler. 39 yıllık tecrübeli, işinin ehli bir usta. Onun oyduğu ahşap bir kaşığa şiir yazdığım gün tanıştık kendisiyle. Tik ve Ihlamur Ağacı'dan yapılma, gerçek bir sanat eseri.  Kısa zamanda ağaçlar hakkında bana bilmediğim dünya kadar şey öğretti. 

Ahşap sanatı ve ağaçlar sonsuz bir derya... Şiir gibi uçsuz bucaksız... 



Eserlerindeki derinlik görülmeye değer. 


Ufacık bir atölyesi var, ve tek başına yapıyor bu işi. Çok incelikli bir iş. Detayların kusursuz işlenmesi gerekiyor. Gel zaman git zaman, hem fikir babından hem sanat, felsefe, edebi yönden de epey yakın görüşlerimiz oldu. Ondan ağaçları anlatmasını istedim bana...




"Sabrı ağaçlardan öğrendim..." dedi.





Aşir Usta'nın ağaçlarla ilgili müthiş tesbitleri var... 

Bazen derin sohbetlerimiz oluyor. Ağaçların huyundan suyundan bahsetmişti mesela bi keresinde. "İnsanın huyu neyse, ağacın da suyu odur." dedi.  Ağacın acil suyunu bilmenin önemini anlattı.Aynı insan gibi farklı mizaçlara sahip olduklarını, oyularak işlenirken, hangisinin elinde nasıl daha güzel ve çabuk forma girip şekil aldığını anlattı ayrıntılarıyla. Meğer her insanın bir ağacı varmış... 



Kendi ağacımın ne olduğunu ilk kez o söyledi bana. 



"Sen bir Ceviz'sin..." dedi.



İNSANIN HUYU, AĞACIN SUYU



Aşir Güler Usta sadece ahşap oyma sanatı ile sınırlamamış kendisini antika restorasyon işleri de yapmış uzun yıllar. O alanla ilgili de epey bilgi sahibi.


Eserlerinde en iyi cevabı ceviz ağacının verdiğini, suyu iyi bilindiğinde daha güzel işlendiğini, verdiği emekten iki kat daha fazlasını aldığını söyledi. Çok mistik bir ağaç olduğunu da ilk kez öğrendim. Ağacın suyu hep bir yöne doğru gidermiş, eğer onu bilirsen kırılmadan dökülmeden işlenip oyulabilirmiş. Tıpkı insanların huyunu bildiğinde onlarla iyi geçinip kırmadan dökmeden anlaşabileceğin gibi. 


O nedenle "İnsanın huyu ağacın suyu" diyor Aşir Usta.




"Ben bir ceviz ağacıyım 
Gülhane Parkı'nda"


Semiha Kavak




hayat ağacı


Revolver



Ne kadar zarifmiş
Acılar
Ve gizlenir kabuğunda
Ölümüne
Işığı bekleyen aşk

Semiha Kavak


9 Şubat 2020 Pazar

hiçbir şeyde yok seni aklımda tutmanın tadı


RÜYET



DERVİŞ ZAİM’DEN BİR RÜYA “RÜYET”


Türk kültürü, çeşitli kaynaklardan beslenmiş, asırlarca çeşitli buluşmalarla, çeşitli etkileşimlerle oluşmuş bir kültür.
Doğu kültürü içerisinde değerlendirilen Türk kültürü  bu kültürün zenginliğinden yararlandığı gibi, kendi kültür geleneğiyle yeni bir sayfa açacak düzeyde zenginliğe sahip.

Türk kültürü denince, İslamlaşmayla birlikte süzüle gelmiş bir kültürü anlarız. Geleneğin İslâmla bütünleştiği bu düşünce yapısı içerisinde tasavvuf önemli bir yer tutar. Tasavvuf, kültürümüzün her alanını son derece etkilemiş olup, her sanat dalında kendinden bir şeyler bulunduran kültürel anlamda varlıksal öz.

Cumhuriyetle birlikte başlayan Batılılaşma hareketleri kültürümüzü bir dönem tamamen Batı etkisinde bıraksa da, bu durum belirli bir dönem sonra yeniden geleneği keşfe dönüştü.

Kaotik dönem içerisinde ortaya çıkan tüm sanat eserlerinde yıkımların, savaşların, kaostan çıkış arayışlarının izleri görülür. Elbette, Türk kültür yapısı da bu dönemlerden etkilenmiştir. Ancak, zamanla bu etkinin azaldığı görülür.

Süreç içerisinde her şey kendine kalıcı bir yer arar ve bu süreçte gelenek yeniden keşfedilir. Böylece tasavvuf düşüncesi de gelenekle birlikte tüm sanat dallarında yeniden yer almaya başlar.

Günümüzde neredeyse her sanat eserinde gelenekten izler bulmak mümkün. Gelenek içerisinde önemli bir yere sahip olan tasavvuf da bu eserler içerisinde kendisine önemli bir yer edinmekte.

Geleneğin en yoğun olduğu sanat dalı kuşkusuz edebiyat. Edebiyat denince de akla ilk gelen şey şiir, hikaye, roman türünde yazılmış eserler. Her ne kadar şiirimiz hala divan şiirinin atmosferini günümüze taşıyacak zenginlikte olmasa da, gelenek hikaye ve romanlarımızda hayatın akışıyla harmanlanmış olarak karşımıza çıkmakta.

Bilhassa son dönemin popüler romanlarında gelenek olmazsa olmaz şekilde önemli bir yere sahip.
Kitap dünyamızdaki bu durum en çok diğer sanat dallarından olan sinemayı, buna bağlı olarak da televizyon dizilerini etkilemekte. Son dönemde çevrilen birçok Türk filmi ve dizisinde gelenek önemli bir yer  teşkil etmekte.
Böylece bu durum sanatın faklı dallarında karşılıklı beslenmeye yol açmakta. Artık neredeyse birçok roman, hikaye bir dizi, bir film olacakmışçasına yeni anlatım tarzları ve yeni alanlar oluşturma gayreti taşımakta.

Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Derviş Zaim, ikinci kitabı olan Rüyet’le roman severlerin karşısına çıktı. Derviş Zaim’i sinema seyircisi Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen, Cenneti Beklerken, Nokta, Gölgeler ve Suretler, Rüya gibi filmleriyle tanıyor. Ancak onun ilk sanatsal yapıtı film değil, Ares Harikalar Diyarında adlı romanı. Bu eserle 1992 yılında Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanan yönetmen/yazar Derviş Zaim ikinci romanı Rüyet’i 2016 yılında yazmaya başlamış ve 2,5 yılda bitirmiş.

Kitaba ismini veren “Rüyet” sözcüğünün sözlük anlamı “görmek”, ancak, tasavvufta “görmek” sadece gözün görme alanında olan şeyin görülmesi değildir. Bu aynı zamanda kişiyi görünen alemlerin ötesine taşıyan kalp gözü ile görmek olarak tanımlanmakta.

Kendisiyle yapılan kimi söyleşilerde de Zaim, açıkça bunu “kalpten görmek” anlamında aldığını belirtmekte.
Buradan yola çıkarak kitabın geleneğin derin kaynağı tasavvufla bağ kurduğunu anlamak mümkün.

Derviş Zaim, ilk kitabı “Ares Harikalar Diyarında” romanından önce hikayeler, senaryolar yazmış bir isim olarak yazdıklarında geçmişe yolculuk ederek buradan bireyin derinliklerine inerek onu yeni bir dünyayla buluşturmaya özen gösteren bir yazar.

Belki de bu arayışlar onu sinema sanatıyla ilgilenmeye itmiş. İlk önceleri kısa film denemelerinin ardından uzun metrajlı filmlerle izleyicinin karşısına çıkan Derviş Zaim, Türk sinemasına yeni bir soluk getiren isimlerden. Sinemaya Tabutta Rövaşata, Filler ve Çimen, Çamur, Balık ve Rüya gibi eserler kazandırmış olan Zaim, aynı zamanda yönetmenliğini yaptığı filmlerinin  senaryolarını yazan bir isim. O nedenle Zaim’i ilk kitabından, ikinci kitabına kadar yazmaya ara vermemiş olarak kabul etmeli.

Zaim, her ne kadar roman ile sinema arasında bir bağ kurmaktan yana değilse de, ikinci romanı ile  sinema diliyle anlatmak istedikleri iç içe geçmiş durumda. Buradan bakıldığında “Rüyet” , Rüya filminin bir devamı, içten içe yansıması gibi. “Rüyet” adeta bir rüya yolculuğu gibi.

Divan edebiyatının en önemli ve son mesnevisi olan Şeyh Galip'in yazdığı Hüsn-ü Aşk mesnevisiyle bağ kuran ve bu bağı roman boyu diri tutan Zaim, romandaki hikâyeyle geçmişle, gelecek, özgürlük ve yaşamsal sıkışmışlıkları kimlikler içinde bir araya getiriyor ve zaman zaman birini diğerinin önüne geçiriyor. Kişisel arzuların, yaşam gerçekleri karşısında nasıl şekilden şekile girdiğini gözler önüne seren Zaim, romanda uçsuz bütünlükle okuyucuyu anlam aramada serbest bir alanda gezindiriyor. Bu nedenle bu romana her okuyucu başka başka anlamlar yükleyebilir.

Romanda geçen hikaye, amcasının inşaat şirketinde çalışan Sine adlı bir mimarın gözünden anlatılıyor ve günümüz İstanbul’unda geçiyor. Sine, mesleğinin günümüzde büründüğü biçimden oldukça rahatsızdır. Asıl istediği, insanların rüya anlatımlarını temel alan çağdaş bir sanatla iç içe olmaktır. Ancak şartlar onu amcasının şirketinde çalışmayla buluşturmuştur. Süreç içinde şirketin borçları, mimarlık ve inşaat faaliyetlerinin işleyiş biçiminden memnuniyetsizliği onu gittikçe daha fazla rahatsız eder.

Yaşamın labirentinden bir çıkış yolu ararken eline hiç yayımlanmamış, yarım kalmış bir Birinci Dünya Savaşı hatıratı geçer. Amcası ondan bu Osmanlıca hatıratı, günümüz Türkçesine çevirmesini ister. Hatıratta, ‘Hüsn-ü Aşk’ mesnevisine yapılan göndermeler ve bu iki metin arasındaki benzerlikler ilgisini çeker.

Seksen sayfalık hatıratın ikinci sayfasında “Bu hatırat Muhip ile Rana’nın muhabbetlerini, ayrı düşmelerini,  Muhip’in Ziligurti Navgati mıntıkasındaki esaretini, firarını, Rana ile vuslat ve izdivaçlarını hikâye eder.” yazmaktadır.
Sine, hatıratta yazılanlarla kendi hayatı arasında paralellikler kurar ve bu hatırat iç dünyasını derinden etkiler ve buradan iç dünyasına yansıyanlardan ruhunu huzura erdirecek bir ipucu bulabileceğini düşünmeye başlar.

Zaim’in romanı geçmişle kurduğu ilişkiyi sürekli kılan bir roman olsa da okuyucuyu sıkmıyor. Oldukça kolay okunabilecek bir anlatıma sahip. Batı kültür kaynaklarıyla kurulan bağın, gelenekle birlikte bütünleştiği roman böylece farklı kültürel yaklaşıma sahip olan okuyucuyu aynı nokta üzerinde buluşturuyor.

Romanında Doğu – Batı gerilimini aşmaya çalışarak trajedi ve ironi arasında yeni bir dil oluşturmaya çalışan  Zaim, bu uçları yumuşatarak ara yolları keşfetmeye çalışıyor. 

Roman bir tür modern mesnevi denemesi gibi. Ne kadar başarılı? Okuyucu karar vermeli...

Semiha Kavak
HECE Şubat 2020




1 Şubat 2020 Cumartesi