31 Mart 2014 Pazartesi

Sol Boşluğumda Olup Bitenler





I
sana bütün maskelerimi sıyırıp attığım tanrı 
katından bakıyorum
yüzümde yorgun bir kuş sürüsü
yüzümde upuzun bir yağmur duası
en doğru dua nereden dökülürse dil kumaşına
ben de oradan dökülüyorum çırılçıplak
içinde göller biriktiren güzelliğine

fatih yavuz çiçek
Ayna İnsan Sayı.9


Aşk Metafiziği...



"Kainatın mayasına aşk çalındığından beri 'dönüş'e gark oldu eşya. Gökte koca seyyarelerden yerde hücrelerin çekirdeklerine kadar makro ve mikro âlemin akış yolculuğu aşk ile başladı. Akan sadece eşya mıdır? Bir de kalbi aşk ile yananların hareketi var yeryüzünde. Durmak dinlenmek bilmeyen bu âşıkların kalbine "Yeryüzünde dolaşın!" ayeti düştüğünden beri bir örümcek gibi aşk iplikçiliğiyle örmüş her biri âlemi. Bu çağda "aşk" meclisinin asıl fertlerini anlamak ne kadar mümkün, bilinmez."

Fahrettin-i Irakî

ORHAN KEMAL ÜZERİNE IŞIK ÖĞÜTÇÜ İLE SÖYLEŞİ


S.Kavak- Orhan Kemal, düşünceleriyle yargılanmasına, hapis yatmasına rağmen onun eserlerinde çağdaşları ya da benzerlerinin yaptığı gibi bir ideolojiyi öne çıkarmayı değil, yaşamdan gerçek kesitleri okurlara sunmayı tercih ettiğini görüyoruz. Orhan Kemal eserleri için siz neler söylemek isterdiniz?

Işık Öğütçü- Orhan Kemal, aynı kuşaktan olan birçok yazardan farklı olarak, eserlerinde köyden kente göç eden köylü işçileri yansıtır. Kendisi de işçi olan bir yazar olarak, yapıtlarında işçiler ve çalışma yaşamına yer vermesi ayrıca önemlidir. Sanayileşmeyle birlikte değişen çalışma yaşamını, şehirde geçim derdine düşmüş işçilerin kaygılarını, yaşam mücadelelerini anlatır. Tarla ırgatlarından fabrika işçilerine uzanan, kimi zaman çalışanları, kimi zaman işsiz insanları konu edinen, önce ekmeği düşünerek ekmek kavgası veren yoksul kesimin yaşamını anlatan öykü ve romanlar yazmış, insan toplum ilişkilerini yalın bir anlatımla, gerçekçi bir dille yansıtmıştır. Tüm bu devinim bir estetik duruşla okuyucuya aktarılır. Bu aktarımda yazar görüşlerini ne kadar açık etmezse, eser için o kadar iyi olur. Amaç, anlatılan konudan ve eylemden kendi kendine doğmalıdır. Yani hareketin kendisinden çıkmalıdır. Böylece Orhan Kemal ortaya atılıp okura, gösterdiği toplumsal çatışmaların gelecekteki tarihi çözümlemelerini anlatma zorunluluğu duymaz.



S. Kavak- Orhan Kemal eserlerini emeğiyle, emekçiliğiyle yoğurmuş bir isim. Bu sebeple eserlerinde toplumcu gerçeklik yerli yerine oturmuş durumda. Orhan Kemal romanlarına bu açıdan bakıldığında onu dünya ölçeğinde kimlerle eşleştirirdiniz?

Işık Öğütçü- Dünya edebiyatındaki toplumcu gerçekçi tüm yazarlara saymak mümkündür. Örnek olarak: Maksim Gorki, John Steinbeck, Jack London, Howard Fast E.M. Remarque gibi yazarlar ilk aklıma gelenler içinde. Bu yazarların eserlerine baktığınızda edebi anlamda kalıcı olduklarını görürsünüz.

S. Kavak- Orhan Kemal romanları birçok diziye, sinema filmine konu oldu. Bu film ve dizilerdeki senaryolar eserlerinin ana temasını birebir yansıtıyor mu? Romanların senaryolaştırılmasından, sinema diline evrilmesinden edebiyatımız adına memnun musunuz, rahatsızlık duyduğunuz şeyler var mı?

Işık Öğütçü: Bir edebiyat eserinin birebir diziye, filme uyarlanması kolay bir süreç değil. Bu süreçte pek çok etken edebiyat eserinin uyarlanması sırasında değişmesine etken olabiliyor. Bunu da bir yere kadar anlayışla karşılamak gerekiyor. Ben burada kitabın konusunun yüzde yüz değişmeyeceğini bilerek, uyarlamaların yazarın toplumsal hafızada tekrardan canlanmasına, hatırlanmasına vesile olmasını önemsiyorum. Çok geniş bir kesime film ve dizilerle ulaşma imkanı bulabiliyorsunuz. Böylece yazarla okuyucuyu tekrar buluşturma, okumadığı kitapları alıp okuma fırsatı yaratabiliyorsunuz.

S. Kavak-Bursa cezaevinde birlikte yattığı Nâzım Hikmet’in 3,5 yıl öğrencisi olduğu, şiirlerini beğenmediği için onu şiirden, düz yazıya, hikâyeye, romana yönlendirdiği söylenir. Siz babanızın yazar kimliğinin yanında şair olarak da anılmasını ister miydiniz?
Işık Öğütçü-Babamın yazı dünyasına kendisinin ifadesiyle küçük oyunlar yazarak girdiğini biliyorum. Daha sonra şiir denemeleri olmuş, bunları dönemin çeşitli dergilerinde yayınlatmış. 1938–1943 yılları arasında çeşitli cezaevlerinde kalırken şiir yazmayı sürdürmüş. Ta ki 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le karşılaşıp, onun şiirlerini beğenmemesi ve arkasından babamın yazdığı bir metni beğenerek, “Sen de iyi bir kumaş var. Sen nesir adamısın hikâye yaz,” demesiyle üstadın yaşamını değiştirdiğini biliyoruz. İyi ki Nazım Hikmet onun yazdığı başarılı olmayan şiirleri beğenmedi. Ya beğenseydi, bugün hikâyeci, romancı Orhan Kemal olmayabilirdi. Babam da zaten şiir yazacağım diye ısrarcı da olmadı ki, düzyazıda çok önemli eserler verdi. Hakkını teslim etmek lazım. Bütün şiirleri de kötü değil. Hatta çok güzel şiirleri olduğunu da gördüm. Bunlardan bir tanesi hapisten çıkmadan Nazım Hikmet için yazdığı şiirdir ki, Nazım Hikmet okurken ağladığını biliyorum.
S. Kavak-“İstanbul’dan Çizgiler” adlı kitap 1960’lı yılların ortasında yazılmaya başlayan ve babanızın vefatına yetişen bir eser oldu. Bugün İstanbul zenginlik ve fakirliğin kol kola gezdiği bir metropol. İstanbul’un babanızda ayrı bir yeri var mıydı? Bugün yaşasaydı İstanbul için neler yazardı acaba?
Işık Öğütçü-1960’lı yıllarda çeşitli gazetelerde “Şehirden Çizgiler” ve “İstanbul’dan Çizgiler” adı altında röportaj-hikâye türünde yazıları var. Bunlar yıllar sonra Ferit Öngören’in çizgileriyle kitap halinde yayınlandı. İstanbul’un çeşitli semtlerindeki gözlemlerini, halkın yaşantısı ve sıkıntılarını belirtti. Önsözde yazılı olduğu gibi, “Orhan Kemal topluma, konularına bir kahve penceresinden bakar gibidir. Konularına bir aydın bilgiçliği ile eğilmeyişi ayırıcı özelliklerindendir. Topluma, geçmişe, geleceğe çekidüzen vermeye yeltenen, buyuran bir bürokrat bakışı hiç yok. Bir kurumdan, bir dernekten değil de halkın arasından, sözgelimi bir kahveden bakıyor.” Halkın ve ezilenlerin zabıt katibi diyebiliriz. Bugün yaşasaydı ne yazardı bilemem ama, yıllar önce “Kötü Yol” kitabında İstanbul için şunları yazdığını biliyorum, “Islak kirpikleriyle gece yarısından sonraki İstanbul’a dalgın dalgın baktı. Evet, büyük, güzel, çok güzel bir şehirdi İstanbul. Uçurum kenarlarında bitmiş göz alıcı çiçekler gibi. İnsanı kendine çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanışına sadece bakıyordu.”
S.Kavak- Babanızın eserleri arasında sizde ayrı bir yeri olan, daha çok sevip beğendiğiniz bir eseri var mı? Hangi eseri daha önemli sizin için?
Işık Öğütçü- Babama da benzer bir soru sormuşlar. O da “Bir baba ne kadar çocuğu varsa hepsini sever, birbirinden ayırmaz,” demiş. Benim içinde öyle… Tüm kitapları artık benim birer evladım gibi. Hepsini çok seviyorum. Ama Orhan Kemal okumaya ilk kez başlayacaklara onun otobiyografik kitapları olan, “Baba Evi”, “Avare Yıllar”, “Cemile”, “Dünya Evi” ve “Arkadaş Islıkları” kitaplarını öneririm. Bu kitaplarla yazarımızı tanırlar, arkasından diğer kitaplarını büyük bir keyifle okumaya başlarlar.

S.Kavak- Ülkemizde 2000’li yıllardan beri kitap okuma oranlarında ciddi bir artış olmamasına rağmen Orhan Kemal eserlerinin 2000 yılı sonrasında önemli bir ilgiyi yakalamasını neye bağlıyorsunuz?

Işık Öğütçü -Orhan Kemal’in görünür olmasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. 2000 yılından beri onunla ilgili pek çok etkinliği yaptım ve hâlâ da sürdürüyorum. Okurlar edebiyatçımızı tekrar keşfetmenin hazzını yaşıyorlar. Toplumun yüreğinde yer alan gerçek yazarlar, unutturulmaya çalışılsa da, görmezden gelinse de, onların her zaman var olduğuna örnek Orhan Kemal’in 21. Yüzyılda yaşamasıdır.
S.Kavak- Orhan Kemal’i okuyan herkes, okuduğu herhangi bir kitabının sonuna geldiğinde onun yazdıklarının bugün bile canlılığını koruduğunu duyumsar, Bu olgunun sebepleri sizce neler olabilir?
Işık Öğütçü- Orhan Kemal’i önemli bir eleştirel gerçekçi sanatçı yapan, yaşadığı toplumsal olguyu edebi bir üslupta yansıtmayı başarmış olmasıdır. Onun anlattığı Türkiye’nin toplumsal, ekonomik ve siyasal olarak yaşadığı yakıcı dönüşümdür. O bir köy romancısı değildir ama kentlere ucuz emek ırmağı olarak akan köylünün yaşadığı sömürü çarkının nasıl döndüğünün estetik edebi bir anlatıcısıdır. Kısacası, Türkiye’yi ve onun yüz elli yıllık serüvenini anlamak için Orhan Kemal eserleri ciddi ve keyifli bir okuma macerasıdır. Bir okuyucusunun şu yorumunu da belirtmek isterim, “Öyle bir kaleme sahiptir ki Orhan Kemal, okuyucu sayfalar boyu ‘şimdi her şey düzelecek’ umuduyla okur, işler düzelmedikçe okuyucu hiddetlenir, sinirlenir. Bazı bazı Orhan Kemal’e bile kırılır, işleri yoluna sokmadığı için. Ama Orhan Kemal, belki de okuyucuyu bu kadar da gerçeklikten koparmamak için, gerçek hayat ne kadar acıysa, ne kadar hainse öyle başıbozuk bitirir anlatısını. Okuyucu kırgın ama hayran kapatır kitabın kapağını.”
S.Kavak- Babanızın adına Cihangir’de kurduğunuz müze için neler söylemek isterdiniz? Örneğin bu müzeye genelde kimler gelip gidiyor, müzeye nasıl bir önem addediyorlar?
Işık Öğütçü- Müzeyi 2000 yılında açtım. Ailenin ve dostlarının hep düşündeydi. Ama imkânlar elvermediği, hiçbir kurumun niyetlenmediği içinde ölümünden tam otuz yıl sonra burayı açabildim. Orhan Kemal zaten yaşıyordu, bu müze onun yaşadığının bir kanıtıdır. Her kesimden, her yaştan ve her ülkeden ziyaretçi geliyor. Müzemizi edebiyat müzeleri içinde çok önemli buluyorlar. Bu da Türkiye için gurur verici bir duygu. Belirtmeliyim ki, bir halk yazarına yakışır şekilde müzemize de giriş ücretsizdir. Müzeyle birlikte kitap satış yerimiz ve “İkbal Kahve”si de faaliyette. Müzeye gelirken Orhan Kemal’e gelirsiniz, giderken onunla kol kola çıkarsınız. Kendisi sıcak bir insandı, sanırım müzesi de aynı duyguyu veriyor. Zaman zaman beni tanımadan soruyorlar, “Siz görevli misiniz?” Cevap veriyorum, “Müzenin bekçisiyim!”. Orhan Kemal Müzesi’nin bekçiliğini, pek çok şatafatlı unvana tercih ederim. Ne güzel şeydir biliyor musunuz, “Orhan Kemal Müzesi’nin bekçisiyim,” demek.
S.Kavak- Işık bey, söyleşi için teşekkür ediyorum.
Işık Öğütçü-Ben de size ve Ayna İnsan Dergisi’ne teşekkür ediyorum.
(Ayna İnsan Dergisi, Ağustos 2013)

http://www.edebistan.com/index.php/semihakavak/orhan-kemal-uzerine-isik-ogutcu-ile-soylesi/2013/08/

kapı...






"Git dedi yüzün gıcırdayarak
örttüm."

Seyit Pelitli / Şizofren İstikamet

30 Mart 2014 Pazar

uzak yakınlık...




"Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırık dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun."

İmge'den Görme'ye



Görme Biçimleri'nde, Van Gogh'un intihar etmeden önce ekin tarlası ve kargalar isimli tablosunu örnek gösteren Berger, renk cümbüşü içerisinde mısır tarlasının ve kargaların melodik dansıyla bir görsel şölen sunar. Fakat sayfayı çevirdiğimizde Berger'in o hin, kışkırtıcı ve görme algımızı küçümseyen ve balyoz indirircesine sarsıcı kurgusuyla karşılaşırız.

Nedir o kurgu?

Tablonun altındaki nottur:

"Bu Van Gogh'un kendini öldürmeden önce yaptığı son resimdir."

Ve hemen ekler Berger; "Sizce söz imgeyi değiştirdi mi?"

Bu, bilginin de görmeyi değiştirebileceğini gösterir. Bilgi nesneye atıf yapar onunla olan yakınlığı belirler. Bütün yargıları, fikirleri, açıları değiştirme potansiyeline sahiptir.
Bu bakış açısı bilginin görmenin de önüne geçerek imgeyi farklılaştırdığını, başkalaştırdığını, dönüştürdüğünü, değiştirdiğini, karmaşıklaştırdığını ve saydamlaştırdığını gösterir.

Semiha Kavak


hissetmek





"hissetmek -ne renktir?"

Pessoa

29 Mart 2014 Cumartesi

Narla İncire Gazel




"Sana, penceremin önünde duran o vişne ağacını anlatmıştım. Karanlıkta bile ona bakmak bir mutluluktu."

Bilge Karasu

biyografi...




"İnsan hayatında bazı şeyleri unutur. Benim de hayatımda unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilemeyen parçaları gibidir. Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir. Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Oysa bazı anılarım zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır..."

Pablo Neruda

28 Mart 2014 Cuma

masal



"yüzlerinde hikayeler taşıyan kadınlar var, saklarlar... elleri kadife bir masaldan..."



27 Mart 2014 Perşembe

Başlangıç


"Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan"




Pablo Picasso 1902

itiraflar...





"Milyonlarca gerçek kişinin -aralarında pek çok çocuk olmak üzere- açlıktan ölmesi karşısında insanların fazla rahatsız olmaması, ama Anna Karanina'nın ölümü karşısında ıstırap çekmesi ne anlama gelir? Asla var olmadığını bildiğimiz bir kişinin kederini derinden paylaşmamızın anlamı nedir?"

Umberto ECO

fransız sokağı...


Şehr-i Şiir'de küçük bir Paris...




Geçenlerde fotoğraf çekimi için çıktığımızda keşfettim bu sokağı. Beyoğlu'nda, Galatasaray Lisesi'nin arka taraflarında kuytu bir yerde kalıyor. İstanbul'un  yerli olmayan kuşları bile İstanbul'un yerlisi olan bizlerden daha çabuk keşfetmişlerdir bu mekânı, eminim. Sokağın bulunduğu yeri önceden tespit ettiğimiz halde, bir ara caddeleri karıştırınca birilerine sormak istedik, fakat kime sorduysak aldığımız cevap "Bilemiyorum" oldu. Yaşadığımız şehre karşı duyarlılığımız da giderek azalıyor mu yoksa? Yahya Kemal'in İstanbul'u ve Devamı isimli yazıma eskimeyenlerin bir sözünü almıştım; "Bir beldenin kıymet ve şerefi orada oturanlara bağlıdır." İnsanın aynası hükmündeki şehir... Ne kadar doğru... 




Sokağın içinde cafe, bar, resim galerileri, butik otel, restaurant, antikacıya kadar her şey mevcut. Bu arada ben profesyonel fotoğraf denemelerimi de ilk kez burada gerçekleştirmiş oldum. Çok keyifliydi...




Sokağa adım atar atmaz içi açılıyor insanın. Sokağın zemin taşlarından, aydınlatmalarına kadar birçok yer Paris Belediyesi'nin katkıları ile dizayn edilmiş. Eski ismi Cezayir Sokağı iken sonradan Fransız Sokağı olarak değiştirildiğini oradaki esnaftan öğrendiğimde, 'Keşke değiştirilmeseymiş' dedim içimden tabelayı gördüğüm vakit...



Sokaktaki binalar ağırlıkla pembe boyalı olduğundan, gezerken sanki pembe bir masalın içinde gibi hissediyorsunuz. Sağlı sollu yer alan cafelerden yayılan hoş melodiler (caz, blues) eşliğinde oturup keyifle çayınızı yudumlayabilirsiniz. 


Güzel ve farklı bir geziydi benim için... Kimbilir daha ne güzel sokaklar, mekânlar vardır cânım Şehr-i Şiir'de... Yeni yerler keşfetme umuduyla bu sakin sokaktan ayrılarak, ağır adımlarla gürültü ve karmaşanın bizi beklediği İstiklal'e doğru yöneldik...


Semiha Kavak
Gezi Notları'ndan Kısa Alıntılar...



UZUN ZAMANLARIN YALANI



-bu şiiri suzinak makamında okuyun-

herkes yalanını alıp gelsin
bir zamanlar şöyleydi diye başlayan
öyküler anlatacağım size

aşktan ve kavgadan akraba sayılırız
hepsini geçelim

inceden laterna
yüzünüzden düşen tarih ve arabesk bir bulut
vaktimiz çok dar, çünkü
vedalar eşiği bir çağdan tanışıklığımız

herkes yalanını alıp gelsin
güzel örtüler sereceğim manzaranıza
çiçekleri harf harf kaldırdım

bunu da geçelim

bütün şarkıları kuşlardan
ve beyazlardan öğrendiniz
bu yüzden ağzınızda kanatlı yalanlarınız

siz var ya siz
yeşilçam'da jön
mardin'de türk takılırsınız

Ömer Turan
Ayna İnsan Sayı:10

Kuyudan Konuşan Dua...


"ölümüne güzeldi yüzünde peçe gibi duran eğreti hüznü

...



küçük günahlarından utanırdı yaralıyken köşesinden
kalbinin
mezarlıkta gezer, çıplak muhacirlerle konuşurdu uhrevi
tuhaf ve gücenikti, bavulu üç dil bilirdi, bir de gidip
gelmesini

sadeydi, kederi çanak tutardı zalim ve zamansız bir yasa
oysa kuyudan konuşan dua gibiydi şehla gözleri...

Ayten Çolakoğlu
Ayna İnsan 10.Sayı

KURUYACAK AĞACIN ŞİİRİ


O'na

"Ağza alınmayacak şarkılar bile yakın sana,  ben değilim..."

I- Bir kadın yüzümün bir yarısını kanatarak yoldan,
karakolun oradan
elini kolunu saklaya saklaya nasıl gelir...
Kanadı en çok da annesi tarafından kırılan çocukları,
kasketi önüne düşen babalar nasıl teselli edebilir...

II-
Elbet bu masal da bitecek,
Göreceksin Sophar ölecek.
Ah içimi kemiren bu lirizm,
yüzüme öyle bakma!
Suyu çekiliyor denizimin...
Ve dizlerimi içime kırdığım o ilk akşam,
köprülerim durmadan inceldi,
geçene gözyaşı, düşene özlem vardı...
Düşenle gitmek istedim,
kalanlar acımı dindiremiyor...

III-
Eklem yerlerimde yanık sesleri var,
kim çatırdasa bu kızılca kıyamette, benden biliyor tanrısı...
Onlar,
gönlümün tahtını kıran mimarı çarmıha gererken;
ben,
inatla sonbahar diye bir şey yoktur diyordum...
Bunu da ekleyin seyir defterine giden şairlerin,
giden şairler ki en iyi bilenler,
kuşların tutsak edilemeyeceğini...
Tepe takla olmuş bir gökyüzünde,
alt yazıda aldığım ödüller geçmiyor elbet,
kulaklığımdan anons ediliyor üç isimli pilotlar...
Sigaramdan içiyorlar...
İrtifa kaybediyorum güzelcik,
düşecek yer arıyorum inan...

IV-
Daha ilk havalanmada uçurtması indirilen çocuklar gibiyim.
Gardımı nereye bıraksam şimdi
yüzümü nereye döksem...
Sevgilim ben şimdi ölmesem,
ben şimdi ölmesem sevgilim,
politik bir kaos gerekecek ülkeme..
Ülkem beni zor günümde zerk edecek..

V-
Bir kıyametin ihtiyaç molasındayım şimdi:
Adamın birinin iç çekişinden belli kadın gitmiş..
Yüzümün bir yarısı Yeruşalim,
diğer yarısı neşter.
Ona kanayan parmaklarımdan bahset,
tuz bastığım yaralardan,
göndermediğim mektuplardan,
zarfına sığmayandan,
hiç yazılmayandan...

VI-
Gramofonda şarkılar biterken,
gideni nerden bulup da söyleyeyim,
kalanın acı çektiğini..
Assos'ta gece yarısıdır şimdi,
uyuyanlar yorgunluktan
ötekiler kederden inliyor..
Bir adam, bir kadını ansızın özlüyor

VII-
Bir jilet uzunca bir yolu sevişmek için gidiyor,
adı aşk oluyor kayıtlarda..
-Olur mu öyle sevgilim, delisin..
Ülkem beni her üzdüğünde,
anneme sarılıyorum..
Annem her iç çektiğinde
ben ta buralardan denize atlıyorum..

Sıdık Bakır
Ayna İnsan 10.Sayı

25 Mart 2014 Salı

âşıkane...



"böyle seni suya göğe tutuyorum
seni artık korkunç karıştırıyorum
uzar şimdi bizden bir gece upuzun"

/ i.berk 

Dünya






"dedim,
belki de bir yere üzgün üzgün bakmaktır dünya"

Seyyidhan Kömürcü

SADIK BATTAL İLE SÖYLEŞİ



S.Kavak: Sinemayla edebiyat arasında nasıl bir ilgi kurulabilir? Sinema edebiyatın nesi olur?

S.Battal: Yaratılıştan şu yaşadığımız ana kadar sürüp gelen bir serüven var. İnsanlık serüveni. Babamız Âdem'den başlayarak, tüm insanlar bir hayat yaşadılar, çeşitli tecrübeler edindiler, evlat acısı çektiler, zaferi yaşadılar, hikmete eriştiler, yalnız kaldılar, intikam için fırsat kolladılar, dua ettiler, ufka baktılar... Ve nihayet "dâr-ı beka"ya göçtüler. Bu süreçte neler olup bittiğini kıssalardan, haberlerden, rüyalardan, diğer çeşitli kaynaklardan öğrenebiliyoruz ama illaki eksik kısımlar, ulaşamadığımız yahut kavrayamadığımız bilgiler var. Bunların giderilmesi lazım, cevapsız soru kalmamalı. İşte burada biz, yani ben, sen, o, ortaya çıkıp bu soruları cevaplamalıyız, bunu kendimiz için yapmalıyız. Zaman zaman şu kullandığımız dil yeterli olmayabilir. O zaman yeni, farklı bir dil arayışına gireriz; anlamak ve anladığımızı ifade edebilmek için. O zaman karşımıza şiir çıkar, müzik çıkar, çizgi çıkar, roman çıkar... Sinema da çıkar (Sinemanın buram buram teknoloji kokmasının, onun bu dillerden bir dil olmadığı-olmayacağı manasına gelmediğini ustalarımız bize gösterdi, göstermeye devam ediyorlar.) Yani, "sinema, edebiyatın filanı olur" diyemeyeceğim. Tıpkı edebiyat gibi, tıpkı diğer diller gibi, mecbur olduğumuz anlama ve ifade etme işinde Allah'ın bizim istifademize bahşettiği dillerden biridir günümüzde.


S.Kavak: Roman ve hikâyelerin sinemaya uyarlanması edebi çevrelerde eleştiriliyor. Kimileri bu tür uyarmaların edebiyatın özüne aykırı olduğunu söylüyor. Bunun gerçeklik değeri var mı? Bu tür uyarlamalardan siz nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz?

S.Battal: Kendi romanından uyarlanan Çığlık (The Shining) filmini izlediğinde, Stephen King isyan eder. "Bu benim romanım değil!" Fimin yönetmeni Stenley Kubrick ise sakindir. "Doğru, bu senin romanın değil; bu benim filmim. "Edebiyatçı, hayat ya da hakikat hakkında tanıklık ettiği, rüyasını gördüğü veya hayalini kurduğu bir olayı anlatır. Sinemacı bu anlatıyı dinler ve "Bir de benden dinleyin" der. Amacı, edebiyatçının anlatısında kendince eksik gördüğü bir boşluğu doldurmak, oraya yeni bir açıklama getirmek olabilir. Ya da "Bu olayda ben bir de şöyle bir sır keşfettiğimi düşünüyorum" da diyebilir. Olay aynı olaydır ama edebiyatçı onu başka türlü anlatır,sinemacı başka... Bu tür sorularda hep iyi edebiyat eserlerinin kötü uyarlamalarını örnek alıyoruz. Oysa sinema tarihi, edebiyatçıların kötü anlatıp da sinemacıların şaheser haline getirdiği olaylarla doludur. Demek istediğim önemli olan, hikâyenin iyi mi yoksa kötü mü anlatıldığı. Öte yandan, bir edebiyatçı tarafından iyi anlatılmış bir hikâyenin bir sinemacı tarafından da iyi anlatıldığını görmek ise ayrı bir lütuftur. O zaman Umut olur, Kızılırmak-Karakoyun olur, Susuz Yaz olur, Birleşen Yollar olur. O zaman Yılmaz Güney, Lütfi Akad, Metin Erksan ve Yücel Çakmaklı büyük hikâye anlatıcıları olur.


S.Kavak: Sinema gişeye oynar genelde. Bu yaklaşımla bakınca edebi eserlerin sinemaya uyarlanması zorunlu bir sorun doğurmaz mı?

S.Battal: Gişeye oynayan film çoktur evet. Ama "gişeye" oynayan kitap da çoktur, yanılıyor muyum? Bir filmin gişede rekor kırması onun gişeye oynadığı manasına gelmez her zaman, tıpkı çok satan her kitabın sırf çok satması için yazıldığı manasına gelmeyeceği gibi. Her zaman olduğu gibi, aslolan niyettir. Film yapım sürecinde,  yönetmen, geniş bir ailenin reisi gibidir. Sette içilen çaydan, fazla mesai yapan kurgucunun evine sağ salim ulaşmasına kadar her şeyden sorumludur. İstisnaları yok sayacak bir çoğunluğumuz, film bittikten sonra akan yüzlerce isme hiç dikkat etmemiştir. Oysa sadece perdede tanıklık ettiğimiz hikâyeyi değil, o yüzlerce ismin maişet kaygısını, daha doğrusu, hayat serüvenindeki bir kesiti de barındırır o film. Haliyle, bir filmin gişede bir şeyler umması ya da umduğunu bulması, hayat serüvenindeki bir kesinti de barındırır o film. Haliyle, bir filmin gişede bir şeyler umması ya da umduğunu bulması, bulmak istemesi yadırganacak, ayıplanacak bir şey değildir, olmamalıdır her zaman. Bir kez daha "aslolan niyettir" diyerek sorunuzu cevaplamış olayım.

S.Kavak: Çağdaş sanat dallarında bütün sanatlardan yararlanılıyor. Adeta bir içiçelik söz konusu. Günümüz sinemasının da bu yöntemi benimsediğini söyleyebilir miyiz?

S.Battal: Başta da dediğimi gibi, tüm sanat dalları, sürgün olduğumuz şu dünyada, hayat ve hakikate dair süren arayışımızda bize yardımcı olan, Allah'ın bize lütfettiği araçlardır. Hüzünle göz pınarlarından süzülüp ta engin denizlere karışan bir damla gözyaşının macerasını ha bir deyişte, ha bir resimde, ha bir filmde keşfetmişiz, ne önemi var?

S.Kavak: Sinema veya televizyon dizileri dili sanatın dilinden uzaklaştırarak, güncel dile yaklaştırıyor. Hatta argo, gündelik dille birlikte sinemayı da etkiliyor. Kurgulanmış güncel dilin sinema diline uyarlanmasını bir önemli sorun kabul edebilir miyiz?

S.Battal: Peygamber Efendimiz, kötü bir rüya gördüğümüzde kimseye anlatmamamızı, iyi bir rüyayı da sadece sevdiklerimize anlatmamızı tavsiye ediyor.  "İyi" olanı anlatmalıyız, "iyi" şekilde anlatmalıyız. "Kötü" ile "kötü" anlatımla meşgul isek  bu tavsiyenin dışında hareket ediyoruz demektir. 
Şunun da farkına varalım: Oğlunu gurbete uğurlayan annenin veda cümlelerini bir şiirde başka kelimelerle duyarız, bir oyunda, bir karikatürde ya da bir filmde başka kelimelerle duyarız. İyi aktarıldıysa bu sözler, hangi eserde olursa olsun aynı şeyleri hissettirir bize. Önemli olan hissettiğimizdir, bize hangi kelimelerin ulaştığı değil. "Günlük dil" ne? "Sanat dili" ne? Yunus Emre hangi dilin kelimeleriyle konuştu?

S.Kavak: Bir film uzunluğundaki bölümlere ayrılan televizyon dizilerinin sinemayı da kendi mecrasına yaklaştırdığı ve edebiyatı romantik, drama gibi reytinge ayarlı hale getirdiğini söyleyebilir miyiz? Ya da önümüzdeki dönem için böyle bir çıkmaz söz konusu mu?

S.Battal: Şöhret adına onlarca uyarlaması gerçekleştirildi ama biz bir tek 1960 yapımı Acı Hayat’ı hatırlıyoruz. Bütün taklitleri çöpe gitti ama 1970 yapımı Umutsuzlar orada duruyor işte. Tahtacı Fatma orada duruyor. Bahsettiğiniz etkileşim her zaman oldu, bundan sonra da olacak. Ama Metin Erksan, Yılmaz Güney, Süha Arın gibi ustalar da olacak. Yani asla bir çıkmaz -sözkonusu dahi- değil, olamaz.

S.Kavak: Eserlerinin sinemaya uyarlanmasını isteyen, izin verenlere dönüştürme senaryosu noktasında bir sorumluluk düşmeli mi? Yani eser sahibi senaryonun sanatsal özelliğe dayanması için onu denetlemeli mi?

S.Battal: Senaryo, hiçbir zaman, kendi başına bir anlam ifade eden, hele hele sanatsal anlamlar içeren bir metin değildir. Işık, kamera, oyuncu ve diğer bütün elemanlar gibi, hikâye anlatmak için yola koyulmuş yönetmenin araçlarından bir araçtır. Kimi yönetmen için falanca araç senaryodan daha önemlidir ya da tam tersi söz konusudur. Ama bu, yönetmenin üslubuyla ilgilidir, fazlası değil. Yani, eser sahibi, filmle ilgilenmek istiyorsa, senaristle değil de yönetmenle irtibat halinde olursa iyi olur.

S.Kavak: Bazı sanatçılar edebiyat eserlerinin sinemaya dönüştürülmesini “bir sanayi olayı” olarak görmekte ve buna şiddetle karşı çıkmakta. Böyle düşünenlerin sizce haklılık payı var mı?

S.Battal: “Gişeye oynama” bahsinde kastettiğim gibi, mimarlar da, mühendisler de, müteahhitler de hayatın (ve onun bir cüzü olan sanatsal faaliyetin) her alanında var. Niyetlere bakalım.

S.Kavak: Edebiyat eserlerinin sinemaya uyarlanması bazen önemsiz kabul edilen eserlerin sinemada ün yapmasını sağladığı gibi, önemli eserlerin kötü filmle önemsiz hale getirilmesiyle de o esere ve yazara olan ilgiyi olumsuz yönlendiriyor. Böyle bir karşıtlık söylenebilir mi?

S.Battal: İyi ya da kötü, bir edebiyat ürünü, gişede dikkat çekmiş -iyi ya da kötü- bir filme uyarlandıktan sonra “keşfediliyorsa”, bu sinemacıların sorunu değil. Edebiyatçıların da sorunu değil. Sosyolojik, yer yer entelektüel bir sorun bu. Hele hele, iyi bir edebiyat eseri, sinemada kötü bir filme dönüştü diye “gözden düşüyorsa”, acilen tedavi edilmesi gereken bir hastalık var demektir. Tedaviden sorumlu olanlar tedavi etsinler, burada sanatçılara düşen bir sorumluluk yok. Sanatçılar zaten ufku çizmişlerdir.

S.Kavak: Söyleşi için teşekkür ediyorum.

S.Battal: Ben teşekkür ederim.


SEMİHA KAVAK
AYRAÇ Dergisi, Aralık 2012)


24 Mart 2014 Pazartesi

bazen daha fazladır her şey...






"Sana rastladığımda benim için hem tensel hem ruhsal olandın. Bu ikisi birbirinden asla ayrılamaz."

Paul Celan

lirik dualar...


"suyun rüyası çölün arzusudur

sana içimin düştüğü boşluğu anlatamam
sabahın kabına doldurulmuş hastalığı

kendimin yarısı da kendimdir

sen,
tekliğin yansıyan şiiri"




23 Mart 2014 Pazar

Tercihler





"Fırtınanın büyüklüğünü, sezemeyince, ayaklarımızı yerden kesmekte acele etmemiz bundandır. Bizi bütünleyenle barınmak, ayırt edici özelliğin, aklın tek unsuru. Yetinme duygusu: Aldandığımızda anlarız yaptığımız tercihlerin kabul görmezliğini. Yine de yarımdır bir yanımız. Çıt çıkmaz sığlığımızda... Tamamlayan biri gelinceye kadar. Güz sevişmesi; vurana kanar!.."

yeniden doğuş...



"Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..."

furuğ ferruhzad

aura...





".entelektüel renkliliği zarafet yelpazesine eklemiş bir kadın çekici olmanın ötesinde 'dişil' bir manyetik alana dönüşmüştür artık."

bahar ilk gün...


"İçimde yanan ateşin üstünden atla
Bahar için geç kalmadın sevgilim..."



Salvador Dali - The First Day of Spring

22 Mart 2014 Cumartesi

aşkınlığın yarası çoktur...




Mektuplar





"Bir dağın içini ancak başka bir dağ bilebilir..."

Bütün mektupları unut Frida. Sonsuza uzanan bir aşkın özeti say. Zaman eziliyor ve kararsız bir mevsim giriyor aramıza. Aşk nedir ki? Belki bir dudak tiryakiliği. Bulutsuz bir göğe içimizi çizmek belki. Küçük bir el, ipek dalgası ya da kaygılı bir ses; çözüp çözüp bağlıyor küskün yanlarımızı. Hayatın tarihi de böyle bir şey Frida. Temiz yüzlü bir çocuktan doğuyoruz, sonra bütün defterleri denize atıyoruz. Ağzımızda soğuttuğumuz sözleri unut Frida. Onlar ki, zamana açılan koridorda bir çınlama sesi. Geçmişin aklını karıştırıyoruz ve hiç ummadığımız yerden kırılıyor kalbimiz. Gece ve keder, iki kere ter...

Ömer Turan / Diego'dan Frida'ya Sevgilerle