1 Ağustos 2021 Pazar

Çevrimiçi Gençlik



Seyfullah Şenel’in hazırladığı Çevrimiçi Gençlik kitabı sosyal medyadaki gençleri mercek altına alıyor.
Bugün Yeni Şafak Pazar’daki haberimizde.

İyi Okumalar.

SEYFULLAH ŞENEL İLE RÖPORTAJ

Öncelikle şunu sorayım; insanoğlunun tarih boyunca çeşitli bağımlılıkları oldu. Bugün bizi hangi bağımlılıklar kuşatmış?

Bu bağımlılıklar kişiye göre değişiyor artık. Kişinin yaşına, psikolojik, sosyolojik durumuna göre şekil alıyor. Bağımlılık dediğimiz kavram kendini o kadar güncelledi ki eskiden bağımlılık dendiğinde akla ilk gelenler uyuşturucu, sigara ya da alkol bağımlılığı olurken bunlar artık arka sıralarda kendilerine yer buluyor.

Çünkü “modernleşen dünyamız” ile birlikte yepyeni bağımlılıklarımız oluşmaya başladı:

Sosyal medya bağımlılığı

Sanal bahis bağımlılığı

Online oyun bağımlılığı

Pornografi bağımlılığı

bunlardan bazıları…

Benim uzun süredir seminerlerde anlattığım ve maalesef gençliğimizi saran ilginç ve bir o kadar korkutucu bağımlılıklar var mesela;

Bunlardan biri Dismorfofobi; Güzelsem varım!” diyenlerin hastalığı.

Dismorfofobi, ‘ayna hastalığı’ olarak geçiyor. Kendini beğenmeme hastalığı… Şu an dünyada intihar eden her beş kişiden biri dismorfofobi hastası.

 

Almanya’da 4 Milyon 670 bin insan dismorfofobi yüzünden doktora gidiyor, yani 4 milyon 670 bin insan kendi bedeninden nefret ettiği için tedavi görüyor.

“2018’de dünya genelinde yaptırılan estetik işlemlerinin 10 milyon 607 bin 227’si cerrahi, 12 milyon 659 bin 147’si ise cerrahi olmayan operasyonlar” olarak açıklandı.

Çünkü yaşadığımız çağ bize şunu anlatıyor: Sen göründüğün kadar varsın; kalbin, duyguların, beynin, bunlar önemli değil.

Sen beğenildiğin kadar varsın; eğer yorumların, fotoğrafların, sözlerin, paylaşımların beğenilmiyorsa sen bir hiçsin.

Bize “Cilalı İmaj Devri”nde yaşadığımızı ve buna göre hareket etmemizi empoze ediyorlar.

Bizler bu “imaj” kavramının bir “Truva Atı” olduğunu bilmek zorundayız. Bu Truva Atı, bizim kişilik dünyamıza “güzellik” maskesi altında gönderilen düşman askerlerinden oluşuyor aslında.

Bu düşmanı alt etmek için parolamız asla değişmeyecek:

Dişilik değil, kişilik. Şekil değil, şahsiyet”.


Siz kitabınızda bağımlılık ile bağlılık arasında bir bağ kuruyorsunuz. Özetlerseniz aralarında nasıl bir ilinti var?

Bu sorunun cevabını ilginç bir yöntemle yıllar önce Prof. Bruce K. Alexander adında bir bilim insanı çözüyor.

Kafese bir tane fare koyuyor. Kafesteki fareye biri kokainli biri saf olmak üzere iki farklı su sunuyor. Fare zamanla kokainli suyu tercih ediyor ve bağımlı olduktan sonra ölüyor.

1970 yılına gelindiğinde profesör buradaki yanlışı buluyor: ‘’Fareyi boş bir kafese koyuyoruz’’ diyor. Farenin mutlu olmak için kokainli su dışında tercih edebileceği bir eylem söz konusu değil. Bunun üzerine bir fare parkı kuruyor. İçinde tekerlekler, tüneller, güzel fare yemekleri, peynirden toplar olan bir “fare parkı”. Ve yine biri kokainli biri saf olmak üzere iki kap su veriyor faremize. Sonuç anında etkisini gösteriyor ve fare kokainli suyun yanına dahi yanaşmıyor. “İyi de bunlar fare! Bize neden bunlarla örnek veriyorsun?” diyenlere başka bir örnek daha verelim isterseniz?

Vietnam Savaşı sürerken, Amerikan birliklerinin %30’u eroin bağımlısı oluyor. ABD’de müthiş bir endişe… Savaş bitecek ve sokaklarda yüz binlerce bağımlı olacak korkusu…

Uyuşturucu bağımlısı askerler evlerine kadar izleniyor ve Amerikan Psikiyatri Birliği büyük bir çalışma yapıyor. Dönenlerin % 96’sı ilk hafta içinde eroini bırakıyorlar.

Peki neden?

Tıpkı fare deneyinde olduğu gibi… Vietman’da savaşırken uyuşturucu madde onlara bir “kurtuluş”, bir “kaçış” yolu gibi görünüyordu.  Fakat kendi evlerine, eşlerine, ailelerine kavuştuklarında aslında bu bağımlılığın ne kadar boş ve saçma bir kaçış yolu olduğunu anladılar.

Bağımlılık dediğimiz şey, kimyasal kancalarla değil, beynimizdeki kafesimizle alakalıdır.

Kafesimize uyum sağlamakla alakalı yapacağımız işlem ise “bağımlılık değil, bağ kurma”dır. 

İnsanoğlu doğumundan itibaren ‘bağ kurma’ üzerine yaratılmıştır. Ailemizle, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla, dostlarımızla, Rabbimizle bağ kurmak zorundayız.

Eğer bu saydıklarımızla bağ kuramazsak, kendimizi hayat ve toplum tarafından dışlanmış hisseder ve bize rahatlık, mutluluk hissi verecek “sanal” şeylerle bağ kurmak isteriz.



Sizin de kitabınızda vurguladığınız gibi İbn-i Haldun “insan alışkanlıklarının çocuğudur” der. Buradan baktığımızda alışkanlıklar nasıl oluşuyor ve nasıl bağımlılığa dönüşüyor?

Semiha Hanım, müsaadenizle bu soruya da bir deney örneği ile cevap vermek istiyorum.

Bilim insanları 1972 yılında ilginç bir deneye imza atıyorlar. Bir maymuna “kokain” enjekte ediyorlar. Aradan 11 saat geçtikten sonra maymunun yanına en sevdiği yiyecekleri koyuyorlar. Fakat maymun dönüp bakmıyor bile, âdeta “Bana uyuşturucu madde verin!” diyor ve aradan geçen 27 saat sonra maymunumuz maalesef ölüyor.

Bilim insanları bu deneyden sonra biraz daha ileri gitmek istiyorlar ve bir fare ile yeni bir deneye başlıyorlar. Farenin orta beynine yani dopamin (mutluluk) hormonu salgılayan kısmına bir elektrot yerleştiriyorlar. Onun dopamin salgıladığı kısmına elektrik sinyalleri vererek farenin mutluluk hormonu salgılamasını sağlıyorlar.

Tıpkı maymun deneyinde olduğu gibi aradan 11 saat geçtikten sonra farenin en sevdiği yemekleri yanına koyuyorlar ama fare onlara dönüp bakmıyor bile.

Bilim insanları bir adım daha ileri gitmek istiyorlar ve farenin beynine verdikleri elektrik sinyalini kontrol eden anahtarı onun yanına bırakıyorlar ve onun ne kadar süre ile kendi beynine elektrik vererek mutlu olmak istediğini görmek istiyorlar.

Çok ilginç ama minik faremiz 27 saat sonra her “on üç saniyede bir” kendi beynine elektrik vermeye başlıyor. Ve günün sonunda aç ama mutlu bir şekilde ölüyor.

Peki bu deneyi neden anlattım?

Çünkü bizi bağımlı kılan şey de tıpkı maymun ve farede olduğu gibi “keyif hissi”dir.

Ne demek bu?

Normal bir insan araştırmalara göre 6 dakika 27 saniyede bir sosyal medya hesaplarına bakma dürtüsü alır. Fakat siz bir selfie çekilip Instagram hesabınıza koyduğunuzda eliniz her 27 saniyede bir hesabınızı kontrol etmek için telefonunuza uzanacaktır.

Neden?

Kim beğenmiş?

Kim yorum yapmış?

Kim paylaşmış?

Beyniniz size bu sorularının cevabını aramanız için komut verir çünkü.

Bizi bağımlı kılan şey, işte buradaki “keyif hissidir”. Buna “like bağımlığı” da diyebiliriz.

İnternet teknolojisinin ürünleri olan akıllı telefonlar bilhassa gençliği esir almış durumda. Aranılan birçok şeyi burada bulmak mümkün.

Gençler interneti genelde hangi amaçlarla kullanıyor, kullanım alışkanlıklarının olumsuz etkileri neler?  Bu alışkanlıklardan nasıl kurtulunabilinir? İnterneti bilhassa gençlerin doğru ve yararlı kullanmaları için neler önerirsiniz?

18-24 yaş aralığındaki akıllı telefon kullanıcılarının;

- %89’u uykudan uyandıkları ilk 15 dakika içerisinde telefonlarına bakıyorlar.

- %74’ü için telefonlarına bakmak sabah yaptıkları ilk iş olarak geçiyor.

- %79’u uyanık oldukları sürenin sadece 2 saatini telefonlarıyla uğraşmadan veya telefonlarını yanlarında tutmadan geçirmekteler.

- Bağımlı bir kullanıcının telefonundaki uygulamalara bakma sayısı günde 132’yi bulurken, normal bir kullanıcıda bu sayı 76.

Bu oranlara baktığımızda, cep telefonlarımız bir nevi ağrı kesici görevi görüyor. Başımız ağrıdığında aldığımız ilaçlar gibi “canımız sıkıldığında” da telefonlarımıza sarılıyoruz.

Sosyal medyada geçirilen zamanın çok önemli bir kısmı can sıkıntısı bahane edilerek geçiriliyor. Cep telefonlarımız, tabletlerimiz büyük bir hızla birer avuntu cihazlarına dönüşüyor.  Sosyal medya, günün her saatinde boşluk dolduran bir “emniyet supabı” sanki.

Gençlerin ve aslına bakarsanız yetişkinlerin de ilk yapması gereken şey, “herkes” hastalığından kurtulmak olmalı.

Sanal dünya bize tıpkı matruşkada olduğu gibi devamlı bir yenilik sunar. Sadece önümüze koyduğu şeylerin adını değiştirir, ama amacı hep aynıdır. Şöyle örnek verelim: Ülkemizde bundan 7-9 yıl önce 15-25 yaş arası olan gençler Facebook bağımlısı olmuştu. Orada arkadaşlarını buluyor, sosyalleşiyor ve “yalnızlıklarını” dindiriyorlardı. Fakat gelgelelim bugün Facebook’ta 15-25 yaş arası gençlerin oranı sadece yüzde 13’lerde.

Neden?

Çünkü sanal dünya onlara matruşkadan yepyeni ve daha renkli bir oyuncak çıkardı. Adı Instagram. 2018 araştırma raporuna göre “Telefonunuzun tuş kilidini açtıktan sonra girdiğiniz sosyal medya uygulaması hangisi?” sorusuna Türkiye’nin gençlerinin %42,6’sı “Instagram” cevabını verdi.

Matruşka modelimiz tam bu esnada devreye giriyor işte. Çok yakın bir dönemde Instagram’dan sıkılan gençliğe yepyeni bir oyuncak daha sunulacak. Bunun adı Pinterest olabilir, Snapchat olabilir, Tinder olabilir.

Ya da bugüne kadar hiç duymadığımız yepyeni bir uygulama…

Ve biz bütün bunların peşine maalesef sihirli bir kelime ile düşeriz.

“Herkes”

Ama herkesin bir hesabı var!

Ama herkesin bir oynadığı oyun var!

Ama herkes öyle giyiniyor!

Ama herkes kullanıyor!

Moda; ama herkes giyiyor, bak çok yakışıyor zaten, ben neden giyinmeyim?

Sosyal Medya; ama herkes kullanıyor, ben neden kullanmayayım?

Online Oyunlar; ama herkes oynuyor, ben de oynasam ne olacak ki?

Selfie; ama herkes çekiyor, ben neden çekmeyim?

Yani…

“Niyet ettim Allah rızası için koyun olmaya, uydum hazır olan kalabalığa”

Gençlerin bu “herkes” virüsüne karşı bir “alternatif tepki modeli” geliştirmeleri gerekiyor. Farklı olmanın özel olduğunu ve farkında olarak özel kılındıklarını anladıklarında sanal dünyayı çok daha güzel işler için kullanacaklarına kesinlikle inanıyorum ben.

Kitabınızda “yeni nesil virüsü” diye bir tanımınız var, nedir bu yeni nesil virüsleri, bunların etkisinden nasıl kurtulunur?

Sanal dünya tıpkı korona virüsü gibi bu çağa özgü yeni nesil virüsler üretmeye ve bulaştırmaya başladı. Bu virüslerin en büyük tehlikesi ise onları virüs olarak görmememiz!

Şüphecilik virüsü

“Bu devirde babana bile güvenme!” 

Bu iğrenç söz bir nesli mahvetmeye yetmişti maalesef. Modern çağ, şüpheciliği empoze eder, bir bir atar tohumlarını hayatlarımıza. Atılan bu tohumlarla şüpheciliğimiz arttıkça, birbirimize duyduğumuz güven azalıyor, azalan güven duygusu da beraberinde yalnızlığı getiriyor. Ardından ruh sağlığımız, sosyal hayatımız ve toplumsal ilişkilerimizin hepsi yitip gidiyor. Muhabbet edemeyen, birbirine güvenmeyen bir topluluk yaratılmaya çalışılıyor.

Korku Virüsü

İnsanlar korktukça kendilerini kirletecek işlere bulaşıyor ve kendi kendilerini küçültüp silinip gidiyorlar; çünkü kalplerimizi çevreleyen korkularımız mantığımızın önüne geçiyor. Güven duygumuzu kaybedip yalnızlaştıktan sonra bir de korkularımızın etkisiyle ‘öğrenilmiş çaresizlikler’ girdabında sürüklenip gidiyoruz.

-          Fotoğraf paylaştım, beğenirler mi?

-          Marka giyinemedim, beğenirler mi?

-          Bu videoyu beğenirler mi?

-          Ya kötü yorumlar gelirse?

-          Şimdi bunları yazsam, acaba linç yer miyim?

Tüm bu endişe ve korkularla gittikçe acımasızlaşıyor insanoğlu.

Şehvet Virüsü                                         

Bir şeye karşı hissedilen aşırı istek ve arzuya şehvet denir. İçinde bulunduğumuz çağ da şehvetin yüceltildiği, yani heva ve heveslerimizin artırılmaya çalışıldığı bir çağ. Nefsiyle, arzuları için yaşayanların çağı…

Ve şehvet, gençlerin bu çağdaki en büyük imtihanının adı!

Çocuklar bile daha okuma yazmayı öğrenmeden bu “şehvet” denilen virüsle tanışıyorlar. Birçok çizgi filmde hiç de iyi niyetli olmayan kurgular, çizimler bunun için yapılıyor.

Peki bu virüslerden nasıl korunacağız?

K.P.S.S. ile…

Ama bu öyle masa başında dirsek çürütülen, “Devlete kapağı atarsak yırttık!” diye didinilen KPSS değil!

Kur’ân-ı Kerîm… İkra, oku… Ama okuma ile seslendirmeyi birbirinden ayırmalıyız. Bu kusursuz kitabı sadece seslendirmemiz hayatımızda bir değişiklik sağlamaz. Onu hakkı ile okumamız hayatımızı değiştirir. Acilen bunu anlamak zorundayız.

Peygamber (s.a.v.)… Benim başıma gelen bu olay onun başına gelse ne yapardı? Şimdi bugünün dünyasında olsa Efendimiz(s.a.v.) nasıl yaşardı? Nelere dikkat ederdi, nelerden sakınırdı? İşte bu ve bunun gibi “gerçek” sorular bize onu çok daha iyi anlamamıza ve tanımamıza kapı aralayacak.

Sohbet… Instagram canlı yayınları, Zoom sohbetleri, Facebook, Youtube… Bunların hiçbiri bizim sohbet kültürümüzün yerini almamalı; çünkü biz sohbet medeniyetinin çocuklarıyız. Sohbet; birlikte hissetmektir, beraber beslenmektir. Midemizi beslediğimiz gibi ruhumuzu da beslemeliyiz ve ruhumuz sohbet ile beslenir.

Sadık dost… Yaslanacak bir duvarın yoksa çağın çığlarının altında ezilirsin? Saldırıları bertaraf edecek kardeşlerimiz olmalı.

Üstad Necip Fazıl’ın şu mısraları her daim kulaklarımızda çınlamalı:

O yüz ki her hattı tevhid kaleminden bir satır,

O yüz ki göz değince yalnız Allah’ı hatırlatır.

Yeni ve eski nesil tüm virüslerden bizi koruyacak yegâne formül bu bence.

Semiha Kavak

Yeni Şafak Pazar 

https://www.yenisafak.com/hayat/seyfullah-senel-cep-telefonu-gencler-icin-agri-kesici-gibi-3675313?fbclid=IwAR3Fw9VFk8YeeXpMDd25TZcQuyW5Wc8cOS728mxE3AY_4i7WDdEzlouK-vM





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder