25 Nisan 2020 Cumartesi

Nâme'den Nâme'ye



Türk Şiirinin önemli ismi İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu’nun yolları gençlik yıllarında, okul çağlarında kesişir. İkisi de şiire düşkündür ve şiir onları birbirine kaynaştırır. Ancak, değişimin anahtarı olan zaman, iki dostun yollarını ayırır. Artık iki dost iki ayrı ideolojinin saflarındadır..
Edebiyat severler, şiir dostları iki şairin birbirleri hakkında neler düşündüklerini hep merak etmişlerdir..

Bu iki dostun birbirleri hakkında neler söylediklerini bir kez daha okumuş olalım...

Semiha Kavak


ŞİİR BİZİ BİR KEZ DAHA BULUŞTURURKEN

İsmet Özel'le Çankırı Lisesi'nden tanışıklığımız henüz bir arkadaşlık değildi. Ben ablası Aysel’le aynı sınıftaydım ve arkadaştık. O kardeşim Namık'la, bizden bir sınıf geride, aynı sınıftalardı. Geçtiğimiz yaz (uzun yıllar sonra) bir iki saatliğine ziyaret ettiğim ve her şeyi (görkemli bir taş yapı olan lise binasını, dere boyundaki meşe ağaçlarını, Atatürk Anıtı'ndan pazar yerine doğru uzanan tertemiz, parke taşlı yokuş caddeyi, ailemle oturduğumuz bütün evleri, çocukluk ve ilk gençliğimin geçtiği neredeyse bütün sokak ve caddeleri, su deposunu, Hazreti Ali’nin Mağarasını, mahfeli, ilkokulumu, istasyon binasını ve kahvesini ve bütün bu şeyleri tıpkı o yıllardaki gibi aydınlatan pırıl pırıl yaz güneşini) elimle koymuş gibi bularak çok etkilendiğim bu küçük Orta Anadolu kentinin, o yıllardaki (1950'ler) lise ortamının, daha başkaca şeylerin şair kişiliklerimizin oluşumunda etkileri üzerine düşünmek bu yazının kapsamı dışında kalıyor. Ben kendimi oldum bittim şair sayan biriydim. İsmet Özel o sıralarda şiir yazar mıydı, bilmiyorum. Arkadaşımın kardeşi, kardeşimin arkadaşı İsmet'ten bende o yıllardan kalan silinmez görüntü, belki bir kır gezintisinde, bir toplantıda, koyu renk takım elbisesi içinde, Nat King Cole özentili bir sesle, kısık gözler, meydan okurcasına küstah ve erotik bir gülüşle İngilizce şarkı söyleyen, kendi de Nat King Cole'e benzeyen, ince, kavruk bir oğlandır. Aysel’le Ankara Hukuk Fakültesi'ne aynı dönemde girmiştik ve Aysel, yanılmıyorsam eğer, İsmet'in şiirler yazdığından o sırada söz etmişti. Ben Hukuk’tan ayrılmış, bir süre Felsefe okumayı denemiş, sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde karar kılmıştım. Puslu bir Ankara akşamı (63 kışı olabilir) İsmet fakülteye çıkageldi. Meme-t Fuat’ın edebiyat yıllığında benim "İkinci Uykusuz Adam" adlı şiirim yayınlanmıştı. Şiirimle ilgili bir şey söylediğini anımsamıyorum; fakat bir şiirimin böyle prestijli bir yayında yer almasından ötürü beni kutluyordu. Kendi şiirlerini de getirmişti. Sonradan "Geceleyin Bir Koşu"da yayınlanacak bu şiirler tazelikleriyle beni hemen etkilemişlerdi. Özellikle "Kuşun Ölümü":

"Kuş damdan düşünce
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün
bir yağmurdur açılan kuraklığa
bir yağmurdur kulübesi nisandan
ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü
kansız yüzleridir diri kuşların
kuş düşünce damdan
kuş öldü kanadının altındaki o yara
yağmurun karanlığını getiriyor geceye
yağmurun ırmaklarını getiriyor geceye
kuş öldü
küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce"
Bu şiir, imgelerdeki yenilik ve saflıkla; çocuksu, acıtan duyarlığıyla beni etkilemişti. Ben Orhan Veli ve Attila İlhan şiirinden geliyordum. "Galile Denizi"ni (1. Berk) yeni keşfetmiştim. İkinci Yeni sularına henüz açılmış değildim. (Kendime haksızlık etmiş olmamak için şimdi kitaplığıma baktım:
"Galile Denizi"nin iç kapağında 3 Nisan 1962 tarihi ve "İlhan Berk, beni bağışla" sözleri yazılı... Cebeci'de, Abdullah Nefes'le kaldığımız odada bu iki satırı yazdığımı bugünmüş gibi anımsıyorum... "Dünyanın En Güzel Arabistanı"nın iç kapağında ise adım ve 5.III. 1963 tarihi yazılı. "Geyikli Gece" ilk okuyuşumda beni çarpmış olan bir şiirdi. Fakat yine de Orhan Veli'ye, Attila İlhan'a, Dağlarca, Külebi vb. şairlere daha yakın duyuyordum kendimi.) "Kuş öldü kanadının altındaki o yara/yağmurun karanlığını getiriyor geceye" vb. dizelerde, yeni bir imge anlayışına daha gözü pek bir açılış vardı. Üstelik, benim küçümsediğim, günün modası mekanik biçimci şiirlerden farklı olarak somut tematiklere, elle tutulur, somut dünyalara sahipti bu şiirler. İsmet Özel'le beni, şiir ilk kez böylece buluşturuyordu.
Sonra bizi Türkiye İşçi Partisi buluşturdu. Partinin Kızılay Bulvarı üzerindeki lokalinde buluştuğumuzda (H. Aker, E. Berköz, A. Nefes, başka arkadaşlar) birbirimize yeni şiirlerimizi okurduk. İsmet'in her yeni şiiri, her zaman bir sürpriz, bir parıltıydı; beklenmedik sözcükler, imgelerle örülüydü;

"tanrım, Pekos Bil'im uçur beni"
"uyurken bir kadına doyar gibi kanardı ayaklarım"
"doğrudur gebe kaldığım coşkun bir akarsudan"

Bunlar yepyeni imgeler, yepyeni şiirlerdi. Sözcüklerin renkleri, tınıları ve ritmleriyle, sözcükler arasındaki alışılmadık ilişkilerle etkileyen, büyüleyen şiirlerdi. Şiirleri üstüne düşüncelerimi söylerken, kimi dizelerin altını çizmemden, onları özellikle sevdiğimi söylememden pek hoşlanmazdı. Şiirini bütün olarak değerlendirmemi isterdi, İsmet'le anlaşmazlığım da bu noktadaydı. Şiirlerinde, olağanüstü güzel dizeler (imgeler) yanında, doldurma, sıradan sözcükler ve dizeler de bulunduğunu görüyordum. Şiir laboratuvarına herhangi bir kimsenin girmesine izin verdiğini sanmıyorum... Birden, bitmiş bir şiirle, bir sürprizle çıkardı karşımıza. Bir gün, nerede olduğunu anımsamıyorum, üzerinde daktiloyla muntazam yazılmış dizeler bulunan bir kâğıt gördüğümde elinde, doğal bir hareketle alıp bakmak istedim. Göstermedi, kıskançlıkla sakladı kâğıdı. Sonradan, bunun salt bir biçim çalışması olabileceğini, bir "meslek sırrı" olarak saklamış olabileceğini düşündüm. O sıralarda laboratuvar çalışması diyebileceğim çalışmalarım pek olmazdı benim; içimden gelirdi ve yazardım... Yazdıklarım üzerinde de sonradan pek fazla değişiklik yapamazdım. Şiirin "organikliğini" bozacak olmaktan korkardım. (Laboratuvar çalışması diye niteleyebileceğim çalışmalara, 70'li yıllarda, yaklaşık olarak otuz yaşıma doğru başladığımı söyleyebilirim.) İsmet Özel ise, sanıyorum ki, teknik beceriler edinmenin, şiirde laboratuvar çalışmalarının önemini, çok erken yaşlarda anladı. Erken ve büyük başarısının çok önemli bir nedeni, sanıyorum ki budur. İsmet Özel'le sırdaşlık düzeyinde yakın bir arkadaşlığımız hiç olmadı. Daha doğrusu, o dönemde de yakın arkadaş çevrelerimiz farklıydı. Bizim Buhara meyhanesindeki (yukarda adını ettiğimiz arkadaşlar dışında, Veysel Öngören'li. zaman zaman Metin Altıok'lu, seyrek de olsa Turgut Uyar'lı). partiden, üniversiteden, sanat ve siyaset çevrelerinden pek çok arkadaşla buluştuğumuz (Buhara dışında Tavukçu'da, Mehmet Kemal'in Kalem’inde, Ankara Sanat’tan arkadaşlarla Atak'ta) muhabbetlerimizde İsmet Özel hemen hemen hiç görünmezdi. (Bunda yaşamını -bizlere oranla bile- daha dar bir bütçeyle sürdürmek zorunda oluşunun da rolü olduğunu sanıyorum. Yoksulluk, tutumluluk, kibir derecesinde bir onurunu koruma kaygısı, bu niteliklerle pek de iliııtisiz sayılamayacak bir gösterişçilik. İsmet Özel’in bence değişmeyen bazı kişisel özellikleri olagelmiştir.) Kişisel yaşam ayrıntılarında çok yakın arkadaş değildik belki, fakat şiir bizi buluşturmuştu ve buna siyaset de eklenmişti. 1965 yılında onun "Partizan"ı benim "Bir Gün Mutlaka"yı yazışlarımızla, bu buluşmalar, yazgısal bir birlikteliğe dönüştü. "Partizanda ve "Bir Gün Mutlaka’yla, şair ve insan olarak. ortak yanlarımız da, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de kolayca görülebilir. Yazımın amacı böyle bir karşılaştırma yapmak değil. Önemli olan, ortak ve özgün bir noktada buluşmuş olmamızdı. Bu noktaya önceden çizilmiş bir programa göre gelmemiştik. Kişisel birikimlerimiz, toplumsal koşullar ve bir bir sayılıp dökülmesi belki olanaksız birçok neden bizi orada buluşturmuştu. Her iki şiirde, toplumcu ve gerçeküstücü özellikler taşıyan modern Türk ve dünya şiirinden izler ve sentezler vardır. Toplumcu şiiri, bir geriye dönüş olarak değil, şiirin modem olanaklarıyla ileriye doğru gidiş olarak anlamaktı bizi o sırada ve bizi şiirlerle birleştiren "Yıkılma Sakın"lar efsanesine burada değinmek gerekebilir... 1969'da ben Malazgirt'te yedek subay, sürgün ve hapistim. ismet Özel Muş'ta er ve sürgündeydi. Ağrı Askeri Cezaevi’nde başladığım, sonra oda hapsinde tamamladığım şiirimi, beni ziyarete gelen ortak arkadaşımız Zülküf Şahin eliyle, okusun diye İsmet Özel'e gönderdim. Ondan, (şimdi anımsamıyorum, hangi yolla), bana ithaflı, eşsiz güzellikte yerleri olan "Yıkılma Sakın" geldi. Bu iki şiirle, yazgılarımız bir kez daha buluşuyordu... (Onun "Yıkılma Sakın"ı, bence, "Partizan''a göre bir ilerleme, benim "Yıkılma Sakın"ım ise, yine bence, "Bir Gün Mutlaka”ya göre, hiç değilse bazı bakımlardan, bir gerilemedir. Fakat, yukarda da değindiğim gibi, bu yazının amacı böyle karşılaştırmalar yapmak değil.) "Yıkılma Sakın'larımız, Ismet'in önerisi ve girişimiyle "Yeni Dergi"de, yayınlandı... Sonra terhis olduk, Ankara'da buluştuk. Önce "Ant" dergisindeki dörtlü çıkış, sonra daha çok İsmet’in tasarıları ve çabalarıyla "Halkın Dostları" hareketi gerçekleşti... Sonra ben 1970 güzünde yurt dışına çıktım, lsmet'le mektuplaşmaya 1965'te ("Dönüşüm" dergisinin yayını sırasında) başlamış olmalıyız. Ben yurt dışında olduğum sırada bir süre sıklıkla mektuplaştık. Bana en son mektubu, sanıyorum, içinde "Akdenizin Ufka Doğru Mora Çalan Maviliği" başlıklı o trajik ve büyük şiirin bulunduğu mektuptur.

"Geçiyorum ayaklarım altında kumları hıçkırtarak/Kara yaz!
Karanlık yaz! Kararan vücutlardan/ rıhtıma varmayan ceset
elbette hatırlanmaz"

Yaşamıyla ilgili ciddi kaygılar duyduğumu (ve kimi ortak arkadaşlarımızı mektupla uyardığımı) ve yine o sıralarda, düşüncelerindeki köklü değişimlerle ilgili haberlerin bana ulaştığını anımsıyorum. 1975 yazında, Antalya yakınlarında bir tatil yöresinde, daktilomun başına geçerek, günlerce süren bir çalışma ürünü, 30-35 daktilo sayfalık yazımı yazdım: "İsmet Özel Üzerine" "Militan" dergisinin Kasım 1975 tarihli sayısında, daha sonra "Yaşayan Bir Şiir" adlı kitabımın "Broy" yayınlarındaki ilk basımında yer alan ve şimdilerde "Adam" Yayınevince basıma hazırlanan "Şiirin Dili-Anadil" adlı kitabımda yer alacak olan bu yazıyı, bana İsmet Özel konusunda soru soran ve birkaç cümlede yanıt bekleyenlere okumalarını öneregeldim ve öneriyorum. İsmet Özel pek çok övgüye mazhar oldu ve olmakta. Daha çok siyasal ve etik kökenli olmakla birlikte, yergiler de eksik değil. Şiirlerinin niteliği konusunda küçümseyici eleştirilere, imalara da rastlanıyor. Fakat onun şiiriyle ilgilim(yukarda anılanın dışında) tek bir ciddi, kapsayıcı eleştiri görebilmiş değilim. Umarım ve dilerim ki gözümden kaçmış olan birşeyler vardır. İsmet Özel'in bana söylediği (ya da yazdığı) bir sözü kulağımda hep çınlayagelmiştir. Belki kendisinin de şimdi anımsamayacağı bu söz şuydu: "Herkes her şeyin bayağısına teşne" İlk gençliğimizden, 60'lı yıllardan bu yana edebiyatta, siyasette, bu toplumun bütün alanlarında yaşadıklarımız, yaşamakta olduklarımız, bu saptamayı ne yazık ki hep doğruladı. Gerek onun gerek benim şiirlerimize yönelik hayranlık ya da yergiler, çoğu kez yüzeysel oldukları için, bana ne yazık ki bu bayağılıktan uzak görünmüyorlar... İsmet Özel yeni şiirlerini her zaman büyük merakla beklediğim, kendisiyle ölçündüğüm bir şair olmuştur. Bugün de öyledir. Son şiirlerinden, uzun soluklu "Of Not Being A Jew" yayınlanmamış olsaydı, benim uzun soluklu şiirim, "Attila Jozsef'in Şehrinde Bir Köprüden Tuna'ya Bakmak" daha az emekle yayına hazır görünebilirdi bana... İsmet Özel'le, şair ve insan olarak, ortak yanlarımız kadar, farklı ve hatta karşıt yönlerimiz de bulunduğuna yukarda değinmiştim. Bugünkü trajik karşıtlığın nedenlerine ve anlamlarına, belki de buralardan iz sürülerek varılabilir. Tek bir şeyden ise hiç kuşku duymadım: Bizi buluşturan şeyler, dün olduğu gibi bugün de, "bayağı" olmayan şeylerdir.

Ataol Behramoğlu
14.12.1994


K E D İ  Ş İ İ R İ N D E  D İ Z G İ ' Y A N L I Ş I  Y O K


I saw the best minds of my generation destroyed (...)
Allen Ginsberg

Aysel ablam Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken Orman Bakanlığı'nın memurelerinden biri olmak zorunda kaldı. Fakülte’de devam mecburiyeti yoktu, ama onun anlayışlı müdürü bazı günler dersleri izlemesine olanak tanımıştı. Bu günlerden birinde müdür ablamdan asılan listelere bakarak bir sınavın sonucunu öğrenmesini rica etti. Bursa'daki meslektaşlarından biri telefon ederek oğlunun notlarını sormuştu. Ablam sonucu öğrenip bildirmiş, verdiği haber onun da keyfini kaçırmıştı. Zira çocuk üssü mizandan kalmıştı; yani hiç zayıf not almamış, ama not ortalaması yedinin altında kaldığı için sınıfı geçememişti. Çocuğun ismi Ataol Behramoğlu'ydu ve Aysel ablam onun Çankırı Lisesi'ndeki sınıf arkadaşı Ataol Gürus'la aynı kişi olabileceğini aklına bile getirmemişti. Bunu daha sonra, Fakülte'de karşılaştıkları zaman öğrenebildi. Doğrusu bu soyadı değişikliğine ben de ihtimal vermezdim. Çankırı Ziraat Müdürü Haydar bey bizim Tarım dersi öğretmenimizdi. Girdiği ilk derste tahtaya soyadını Gür Us olarak yazmış ve gür akıl diye açıklamada bulunmuştu. Yani soyadından onun bir şikâyeti olduğu izlenimi edinmemiştim.
Namık Gürus lise birde sınıf, tarih derslerinde de sıra arkadaşım oldu. Kabadayı tabiatlıydı Namık. Bir keresinde onunla fizik laboratuvarında itişirken dolaplardan birinin camını kırdık. Ödeme konusunda hiç oralı olmadı. Ben Çingene Arastası'na giderek camı kestirip taktırdım. Sonra yakın arkadaş olduk Namık’la. Bizden iki sınıf yukarda olan ağabeyi Ataol'u bilirdim, ama pek konuşmuşluğumuz yoktu. O dönem aramızdaki yaş farkı mesafeyi artırıyordu nedense. Kitaplarla ilgilenen bütün memur çocuklarına özgü iletişim elbette söz konusuydu. En azından ben onun Varlık okuduğunu, şiirle ilgilendiğini bilirdim. Edebiyat merakına rağmen fen şubesine gidi­şinin sebebi; konuştuğu esmer, kısa saçlı, minyon çehreli kızla aynı sınıfta bulunma isteği miydi? Ataol’un zihnimde Çankırı'dan kalan en belirgin resmi bir kış günü ceketsiz, sırtında Amerika'dan yeni dönmüş babasının getirdiği mavi ekose gömlekle okula gelişidir. Pek emin değilim, ama galiba bazan "maracas" çalardı bir akordeon ve bir bateriden müteşekkil ve benim solisti olduğum hafif müzik orkestramızda. Şiire ilişkin bağlantımız, ben Ankara Gazi Lisesi'inde okurken ve Ataol henüz Hukuk Fakültesi'nden ayrılmamışken kuruldu. Beş-altı kadar şiirimi (yazdıklarımın tümüydü kuşkusuz) Aysel ablama vererek Ataol'a ulaştırmasını istedim. Ataol yazdıklarım hakkındaki görüşlerini yazılı olarak bana iletti. Bu yazılar ne yazık ki şimdi kayıp. Ataol Behramoğlu Hukuk Fakültesini bırakıp DTCF Rus Filolojisine geçtiğinde, ben de artık Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenciydim. Bir gün Ataol ve bir grup Dil Tarih’li SBF kantinine geldi. Gerçek tanışmamızın başlangıcı o gündür. Ayrılırken Ataol aralarından birinden söz ederek: "Turgay Gönenç’ten daha iyi şairdir" dedi. Sözünü ettiği, görece suskun arkadaş Egemen Berköz'dü. Karşılaştırmayı Turgay'la yapmasının sebebi belki Turgay’ın bizim Fakülte’nin son sınıfında okuması, o günlerde Sanat Sevenler Derneği'nde şiir ve resimle ilgili konuşmalar yapan, umutla bakılan bir genç sanatçı oluşuydu. Kısa bir süre sonra Ataol’a bir iade-i ziyarette bulundum. Doğrudan DTCF Rus Filolojisi'ne gittim, daveti üzerine onunla Polonyalı bir öğretim elemanının verdiği dersi izledim. "Mişka" (farecik) kelimesini öğrendim Rusça'dan. Çıkışta Kızılay'a doğru yürüdük. Şiirlerimi okudum Ataol’a. içten bir ilgiyle dinledi beni. Bana öyle geliyor ki benim yazdıklarıma bakışı o gün esas itibariyle belirginleşti ve belki bugüne kadar o belirginliğin sınırları korunageldi. Sanıyorum onun gözünde şiirlerim şiir olma özelliğine (belki olgunluğuna) erişmeleri bakımından dikkati hak ediyorlardı, fakat... işte o günden başlayarak yıllarca bu "fakat" konuşuldu aramızda. Çünkü her ikimiz de büyük diye bildiğimiz bir şiire emek verme niyetindeydik. Her ikimizin de kendimize özgü "fakatlarımız" vardı. Ataol’la tanışıklığımız kısa sürede riyasız, içten bir dostluğa dönüştü. Bunda siyasi tavrımızın olduğu kadar edebiyata ve şiire bakışımızın yönündeki koşutluğun rolü büyüktü kuşkusuz. 1963 yılının Ankara’sında kendimi yönleri görece birbirinden farklı iki öbek üniversiteli öğrenci çevresiyle ilişkili bulmuştum. Modern ve modernist bir sanat çevresi vardı. Bir de yaklaşımı CHP cumhuriyetçiliğinden başlayıp o günlerin moda deyimiyle "aşırı sol"a kadar uzanan siyasi ilgileri yoğun çevre vardı. Ataol’a ve bana her iki çevrenin de "uç" noktaları çekici geliyordu denebilir. Bu gün Ataol Behramoğlu'nun ve benim hem şiir anlayışı hem de dünya görüşü bakımından farklı yerde oluşumuzun ne kadarı derinlerdeki sebeplere bağlanabilir; ne kadarını Türkiye şartlarına bağlayabiliriz? Bunları uzun uzun konuşmak gerekebilir. Gerekebilir, ama büyük bir ihtimalle gerçekleşemeyebilir. Gençliğimizin bir kaç yılında Türkiye için de fırsat sayılabilecek bir atılım umudunu tatmıştık. Ben kendi payıma bu umudun süreği olarak müslüman kimliğe sahip çıktığımı savunuyorum. "Nostalji" suçlamasına muhatap olmayayım diye o günlerin havasından söz etmekten geri duruyorum. Fakat karşı bir suçlamada bulunmaktan da geri durmayacağım: Benim atılım umudu adını verdiğim, o günlere özgü ülke duyarlığı kısa sürede, siyaseten kısa sürede "manipüle" edilmiştir. Kuşku yok ki bizim "real politik" denen alandaki sınırsız cehaletimiz daha ilk adımı atarken bile neyin içine düştüğümüzü bilmemize engeldi. Ataol Behramoğlu ile bugün ayrı yerlerde bulunuşumuzda, kendi payıma benim o manipülasyondan salim kalma çabamın hesaba katılacak bir rolü olduğu iddiasındayım. Nalıncı keseri gibi kendi tarafıma yonttuğumu sananlar çıkacak biliyorum. Oysa ben o umut atılımı günlerindeki arkadaşlarım ki Ataol Behramoğlu bunlardan yalnızca biridir, ne oldu diye soruyorum şaşkınlıkla ve kederle, Bence o günlerde yaşadığımız sosyalizm coşkusu ülkemizin maruz bırakıldığı batılılaşmanın vicdan azabıydı. Ve o günlerin irili ufaklı sağcıları bunu hiç anlayamadı. Yıllar geçti. Kuşağımın sosyalist görüşlü olanlarının da sosyalist olmaya verdikleri ağırlığı solculuğa kaydırdıklarına şahit oldum. Yani onlar için batılılaşmanın vicdan azabı sözkonusu değildi artık. Ataol Behramoğlu bunlardan biriydi. O günlerde nasıl bir düşünce canlılığı olduğunu, sosyalist eğilimli kişilerin hangi kaygıları taşıdığına misal getirebilmek için ve görüşlerimi daha iyi anlatabilme beklentisiyle o günlerin Ataol’una dair bir kaç anımı aktaracağım: Türkiye İşçi Partisi'nin Atatürk Bulvarı’na bakan Genel Merkezindeyiz. 1964 yılının baharı olsa gerek. Terasta kimi ayakta, kimileri sandalyelere oturmuş sohbet ediyor insanlar. Ataol, bir Hukuk Fakültesi öğrencisi (soyadını yanlış hatırlamıyorsam) Savga Ural'la tartışıyor. Neyi tartıştıklarını bilmiyorum, ama bir süre sonra Ataol'un sesi yükseliyor: "Bunu, diyor elindeki kitaba vurarak, "senin Marx'm bile anlayamaz!" Tartışma sona eriyor. Bir evdeyiz, Ankara Koleji'nin hemen İncesu yönünde arkasında oturan (adını ‘hatırlayamadığım) bir kızın evinde. Soba yandığına göre mevsim kış. Odada oturanların susup düşüncelere daldığı bir sıra âdeta bağırarak sessizliği bozuyor: "Şairler memur olamaz!" Türkiye'de kurulacak muhtemel bir sosyalist toplumda sanatçı-devlet ilişkisi imiş meğer zihnini meşgul eden. Her ikimiz de askerliğimizi bitirdikten sonra, yine Ankara'da Ekim yayınlarının balkonunda Jose Marti'den konu­şuyoruz. Benim Pete Seeger'ın bir plağından "Çuantanamera- "yı ezberlemeye çalıştığım günler: Yo soy un hombre sincero! Şöyle soruyorum Ataol'a: Şu bizi heyecanlandıran şeylere bak! Nelerle meşgul hep kafamız! Biz sosyalist falan olduğumuzu söylüyoruz ama, yoksa sadece milliyetçi miyiz? Kısa bir sessizlikten sonra Ataol cevap veriyor: "Evet, gidip Vietnam’da çarpışmadığınıza göre... Dış görünüş bakımından bir çevreyi terketmiş olan veya bir çevre bakımından kayıp olan benim. Ama bu giriş yazısı vesilesiyle vurgulamak istediğim, bir çok arkadaşımın, bu arada şiirdeki duyarlığına çok güvendiğim Ataol Behramoğlu'nun kuşağımıza mahsus bazı şeyleri terkettiği, birçok bakımdan onların kayıp olduğudur. Okuyacağınız mektuplar ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilecektir umarım.

İsmet Özel




22 Nisan 2020 Çarşamba

20 Nisan 2020 Pazartesi

Gölgeler


Yalnızlaşıyor çoğa boyandıkça suretler Zifiri bir gölge aslını kovalıyor kuruntularından Unutuluyor bütün isimler

Semiha Kavak

Kuş Yağmuru


Ellerimi açtığımda cümle kuşlar gelip konsun istiyorum.
Kuş yağmurundan büyük sevinç olabilir mi?

19 Nisan 2020 Pazar

HUKUKUMUZ AHVALİMİZ




Muhammed Esed, Avusturya asıllı Yahudi bir ailede dünyaya gelmiş, sonrasında İslam'ı seçmiş olan önemli bir düşünür. Müslüman olduktan sonra birçok islam ülkesini dolaştı, çeşitli ülkelerde İslam adına konferanslar verdi . Pakistan'a gitti, Cinnah ve İkbal'le tanıştı; Uzun süre orada kaldı. 1947'de Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dairesi başkanı ve İslamî Tecdit Kurumu üyesi oldu, çalışmalarda ve araştırmalarda bulundu. Pakistan'ı Birleşmiş Milletler'de temsil etti.

Hayat serüvenini “Mekke’ye Giden Yol” adlı eserinde anlattı. Oldukça ilgi çeken bu kitabından sonra “Kur’an mesajı” adlı tefsiriyle de islami çevrelerde ilgi uyandırdı.

Eserlerinde, islamın geleneksel anlayıştan kurtularak bireysel düşünceye açılmasını savunması nedeniyle reformcu ekol içinde kabul edildi. Kimileri ise farklı düşüncelerini eleştirerek, Yahudi kökenli olması nedeniyle onu islamın içine sokulmuş bir bozguncu olmakla suçladı.

Her kim ne derse desin Muhammed Esed islam düşüncesine farklı açılardan bakan ve yeni bir ufuk açmaya çalışan bir isim. İslam dünyasının içinde bulunduğu durumdan kurtulması için öncelikle bir zihniyet değişimine, geleneksel  düşünceyi çağa ve islama uygun şekilde geliştirmenin önemine vurgu yapan bir islam düşünürü.

“Hukukumuz ve Ahvalimiz “adlı eser Muhammed Esed’in çeşitli makaleleri, radyo ve televizyon sohbetlerinin yanı sıra, kendisiyle yapılan röportajlarda söylediklerinden derlenmiş bir eser.

Kitabın ilk bölümünde Esed’in görüşlerinin özeti sayılabilecek makaleler yer almakta. İslamın geleneksel anlayışının terkedilmesinin önemine ve bazı yeni yaklaşımlara ihtiyaç olduğuna değinen Esed’e göre bu yenilenme zorunlu  görülmezse çağın İslam üzerindeki baskısını savabilmek olanaksızdır. “Günümüzde; etik, politik, sosyal ve ekonomik olarak dünya çapında müthiş bir dönüşümün ve karışıklığın damgasını vurduğu olağanüstü zamanlar yaşamaktayız. Böyle zamanlarda, kültürel envanterimizi çıkarmaya başlamalıyız. “Biz Müslümanız ve kendi ideolojimize sahibiz” demek yeterli değildir. Aynı zamanda ideolojimizin değişen zamanın baskılarına karşı duracak kadar diri ve kuvvetli olduğunu ispat etmemizin ve Müslüman olduğumuz gerçeğinin  hayat tarzımızı ne şekilde etkileyeceğine karar vermemizin zorunlu olduğu bir konumdayız. İslam hakkında, onun gerçekten ne olduğu hakkında, onun gerçek kurallarının ne olduğu hakkında yeniden düşünmeye başlamalıyız.”
“Bu bağlamda, geleneksel İslâm medeniyeti olan dünün medeniyetinin, gerçekten islami değerleri yansıtıp yansıtmadığı üzerinden düşünmek yersizdir. Yansıtmadığını biliyoruz.”

Muhammed Esed’e göre İslamın ilk yıllarından sonra İslami düşünce Yunan felsefesinden, yabancı düşüncelerden etkilenmiş ve o nedenle bozulmuştur. Ancak bu bozulma islam ulemasının taklitçiliği, islam düşüncesi üzerinde kafa yormaması nedeniyle sonraki nesillere aynen aktarılmıştır. Böylece bu taklitçilik hem bozulmayı sinesinde saklamış, hem de Müslüman bireyi kolayca İslam dışına çıkabilecek hale getirmiştir..

“Şeriatın önceki sadeliği ve makuliyeti, yaklaşık bin yıl önce âlimlerin birkaç kuşağı tarafından ortaya atılan sübjektif(öznel) çıkarımlar ormanında hemen hemen tamamıyla kaybolup gitti. Böylece çoğumuzun “islâmi” fikirler diye adlandırdığımız şey gerçekte Orta Çağlarda çok rağbette olan Yeni Eflatunculuk’tan başka bir şey değildir. Bu fikirlerin çoğu bütünüyle hatalıdır, çünkü hem etrafımızdaki dünyanın, hem de İslâmın orijinal öğretilerin hatalı ve yetersiz bir şekilde anlaşılmasına dayanmaktadırlar. Bununla beraber, böylesi hatalı fikirler “muteber” dini liderler tarafından daima el üstünde tutulmuşlar ve dolayısıyla da dini kutsalllığın halesi olmuşlardır. Başka bir ifadeyle halkın zihni, İslamın kendisiyle ilgili, trajik neticelerle dolu bu harap süreçleri eleştirmeksizin kabullenmeye alıştı. Kendi başına düşünmesi asla öğretilmemiş olan vasat Müslüman, aşırı derecede saftır. Yalancı- dini batıl inançlar ve sloganlarla kolaylıkla kandırıldığı gibi, herhangi bir mutat kişisel “kanaati” sarsılır sarsılmaz zıt aşırı uca düşmeye ve islamın prensiplerini sorgulamaya da yatkındır.”
“Bilinçli ve yaratıcı bir kabullenme olmadıkça, şeriat’ın herhangi bir şekilde kabullenilmesi gerçekten anlamlı olamaz.”

Kitabın ikinci bölümünde Esed’in , Pakistan’daki islami hayat ve islamın nasıl anlaşıldığı konularındaki görüşlerine yer veriliyor. Pakistan’daki radyo konuşmalarından aktarılan bölümlerde de, sık sık yenileşme çağrılarına rastlıyoruz.
“İlhamımızı islam’ın mesajından  almaya son verdiğimiz an, İslam hemen bir geleneğe, sadece içinde doğduğumuz ortamdaki bir tesadüfe, yalnızca bir isme dönüşür ve kendimizi bir millet olarak ve hatta bir toplum olarak  nitelendirmek için bütün gerçek sebeplerimizi kaybederiz.”

İsviçre’de Radyo Beromünster’de  “Müslümanların gözüyle İslam’ın ve Batı’nın Karşılaşması” konusunda bir konuşma yapan Esed, bu konuşmasında, İslam’ın Hıristiyan Batı dünyasından etkilenmediği, bin yıldan fazladır sürede Batı’nın İslam dünyasına hiçbir şey veremediğini öne sürer ve İslam dünyasının 19. Yüzyılın ortalarında Batının endüstriyel gücünün hızlı bir şekilde gelişmesinden sonra Batı’nın etkisi altına girmeye başladığını belirtir.
“Bin yıldan fazla bir süre boyunca, kültürel anlamda Müslümanlar “vericiler” ve Batılılar “alıcılar idi. Tarihsel olarak görüldüğü gibi sadece çok kısa bir süre önce, yani modern endüstriyel çağın başlangıcında, Müslüman dünyasından Avrupa’ya doğru akan “verme” güzergâhı, yönünü tamamıyla tersine çevirdi, öyle ki günümüzde Batı’nın aktif uçta ve Müslüman dünyasının ise pasif uçta olduğunu görürüz. ”

Batının bu süreçte İslam ve İslam dünyası üzerinde kurduğu baskı nedeniyle Müslümanların, Batıya karşı güvensiz bir duruma geldiklerini, bu güven krizinin aşılması için bilinçli hıristiyanlarla, bilinçli müslümanların işbirliği içerisine girmesi gerektiğini belirten Esed, bunun kolayca gerçekleşecek bir şey olmadığına da dikkat çeker.
“Elbetteki bu, kulağa hoş geldiği kadar kolay değildir. Yüzyıllardır devam edegelen ön yargılar ve yanlış tasavvurlardan sonra, Batılı, yürekten inanmış oldukları eski yanlış zanlardan kendilerini kurtarmayı ve İslam’a en az 800.000.000 insanın inancı olarak kesinlikle hak ettiği şekilde entelektüel ciddiyetle bakmalarını  aşırı derecede zor bir şey olarak görebilirler.”

İlerleyen bölümlerde Muhammed Esed’le daha önceleri yapılmış  ve Almanya’da kitaplaştırılmış olan bölümlere yer verilmiş. Bu bölümde  Esed, “İslam ve Kainat, Dinlerin Birbirlerine Karşı Tavırları, Din ve Hayırseverlik, Din ve Toplum” konularında kendisine yöneltilen çeşitli sorulara yanıtlar vermiş.

Son bölümde Esed’in TV konuşmaları yer alıyor.

Muhammed Esed’in görüşlerini ve islami problemlerin çözümü hakkında neler düşündüğünü anlamak isteyenler için çok yönlü bir eser. Zira Esed’in  islam konusunda farklı atmosferlerde, farklı sorular ve farklı konular karşısında verdiği cevaplar onun islamla ilgili bütünsel görüşleri hakkında fazlasıyla bilgiler sunmakta.

Semiha Kavak
HECE Dergisi Nisan 2019 






15 Nisan 2020 Çarşamba

EDWARD SAİD ÜZERİNDEN BİR BAŞKA GÖZLE ŞARKİYATÇILIK OKUMASI


Yeni Şafak Kitap bugün...

Geçmişte ve günümüzde kültürler birbiriyle yarıştıkları gibi, aynı zamanda birbirlerinden etkilendiler, etkilenmekteler.
Kültürlerarası doğal geçişkenlik bazı kültürlere güç katarken, bazı kültürlerin kan kaybetmesine yol açarak, zamanla ‘öteki’nin, üzerinde kültürel baskı kurduğu bir hale dönüşebiliyor. Bu durum, günümüzde kültür emperyalizmi olarak tanımlanmakta ve buna göre, bir kültür diğer kültür üzerinde tahakküm kurarak onu kuşatmakta. Bir ülkenin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini başka bir ülkenin halkına benimsetmesi, kültür emperyalizminin temel niteliklerinden biri kabul edilirken bunun hangi yollarla gerçekleştirildiği konusunda ise çeşitli görüşler mevcut.
Kimi düşünürlere göre şarkiyatçılık / oryantalizm kültür emperyalizmin bir parçası. Buna göre baskın olan Batı kültürü, tarihsel, sosyolojik ve kültürel olarak Doğu kültürünü kendi doğrultusunda konumlandırarak etki alanını yok etmeyi, varlık alanını daraltmayı amaçlamakta. Bu yaklaşıma göre; asıl amacın ise Doğu’yu kültürel olarak medeni dayanaklardan yoksun olarak göstermek ve Doğu toplumunu Batı medeniyetine karşı öykünme içine sokarak, bu toplumların kültürel tahakkümle sömürülmelerinin yolu açılmakta.
19. Yüzyıl Batı dünyasının endüstri devrimini gerçekleştirdiği, siyasal ve ekonomik kurumlarını her yönüyle oturttuğu, sömürgeci yayılımını ve egemenliğini dünyanın geri kalan toplumları üzerinde kesinleştirdiği bir dönemdir. Batı, bu dönemde elde ettiği askerî ve ekonomik gücü kültürel bir güce dönüştürmeyi de başarabilen konumuna uygun olarak gerek kendi tarihini gerekse bütün dünyanın tarihini yeniden kurguladı. Çıkarlarına uygun olarak ve yapay biçimde coğrafyayı yeniden şekillendirip dünya haritasını yeniden çizdi. Bütün bu kurgularını da elinde bulundurduğu askerî, siyasî ve iktisadî güç aracılığıyla dünyanın diğer toplumlarına kabul ettirdi.
Dünyayı sömürgeleştirme projesinde başarıya ulaşan Avrupa’nın eş zamanlı olarak egemenliği altında bulundurduğu toplumların dillerini, kültürlerini, geleneklerini, toplumsal yapılarını, inançlarını daha akademik bir düzlemde ve daha sistemli biçimde inceleyecek bir disiplin oluşturdu.
19. Yüzyılda ilk önce Enver Abdulmalik, Abdüllatif Kibari, ve Marxist sosyolog Bryan Turner çeşitli makale ve eserleriyle oryantalizme önemli eleştirilerde bulundular. Bu konuda bu isimlerin yanısıra birçok düşünür de eserlerinde çeşitli şekilde konuyu ele aldılar.

Şarkiyatçılık konusunda en çok ilgi çeken eser ise, ABD ordusunda görev yapmış Filistinli Hıristiyan bir baba ile Lübnanlı Hıristiyan annenin Filistin'de dünyaya gelmiş iki çocuğundan biri olan ve babası nedeniyle ABD vatandaşı olan Edward Said’in Oryantalizm adlı eseri olmuştur. Edward Said’den sonrasında ise psikanalist Franz Fanon ve Albert Memmi gibi düşünürler de şarkiyatçılığı sömürgeciliğin kültürel aracı olduğunu ileri sürmüş ve eserlerinde bu yönde değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Edward Said’in, Doğu'nun Batı tarafından (ve Batı'da) temsili konusunu, dönemin ünlü şarkiyatçı yazarlarının metinlerini kaynak olarak kullanıp analiz ettiği Oryantalizm adlı eseri yayınlandığı 1978 yılında büyük ilgi gördü ve birçok dile çevrildi. “Paradigma kurucu bir eser” olarak değerlendirilen Said’in bu eseri yayımlanışından bugüne değin geçen 40 yılı aşkın süre içinde, sayısız tanıtım, eleştiri yazısı ve konferansa konu oldu. Said, bu eserinde Foucault’nun bilgi-iktidar formülasyonunu kullanarak iktidarla bilginin birbiriyle nasıl kaçınılmaz bir ilişki içerisinde olduğunu göstererek oryantalizmin emperyalist bir araç olarak kullanıldığını ortaya koymaya çalıştı.

Edward Said, Foucault’nun kavramlarının yardımı ile bilginin nesnel değil siyasal olduğunu vurguladı ve İngiltere ve sonrasında ABD’de gelişen oryantalist çalışmalar ile bu ülkelerin Orta Doğu’daki emperyalist çıkarları arasındaki bağlantıyı irdeledi, bu geleneği Avrupa’nın çok daha kapsamlı iktidar ve egemenlik yapılarının harekete geçirdiği “bir kültürel güç uygulaması olarak” değerlendirdi.
Edward Said’in eseri, söz konusu özellikleri sebebi ile hem yoğun bir ilgi ve övgüye yol açtı, hem de çeşitli tepkilerle karşılaştı.
“Etkisinin bu denli büyük çaplı olması oryantalizmi ontolojik ve epistemolojik uğraklar arasında kesintisiz bir ilişkiye sokmasından ve bu ilişkiyi bir söylem analizine tabi tutmasından kaynaklanır. Said’in oryantalizmi bir söylem analiziyle ele alırken kullandığı metodolojik tercihler dikkat çekicidir. Özellikle Giambattista Vico, Friedrich Nietzsche, Antonio Gramsci, Raymond Williams, Michel Foucault ve Jacques Derrida gibi isimleri sentezleyen Said, Batı’nın Doğu üzerinde askeri, ideolojik, siyasi, sosyolojik, imgesel ve bilimsel hâkimiyet kurma çalışmalarını Marksist ideolojik gelenekten hareket ederek bilgi/iktidar, hegemonya, söylem, metin gibi kavramlarla etkileşime sokar. Bu sayede Batı’nın Antik çağdan bu yana yaratmış olduğu ikili karşıtlıklardan belki de en dikkat çekici olan öteki kavramını bir söylemsel ürün olarak inceler. Toplumsal ve tarihsel bakımdan bir söylemin ürünü olan ötekini, yani Batı’nın alt benliği olarak kabul ettiği Doğu’yu inceleyen oryantalizmi, Doğu’yu yeniden yapılandırmada, Doğu üzerinde yetke kurmada kullanılan Batılı bir üslup olarak çözümler. Benzer bir şekilde Batılı söylemi destekleyen kurumları, araştırmaları, sözcük ve imge dağarcıklarını sömürge biçimleriyle birlikte çözümler.” (Gül Eren –Doktora tezi -2013)
Said’in Oryantalizm adlı eserinin yayınlanmasının sonrasında “oryantalist, oryantalizm” sözcükleri adeta aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılmaya başlandı. Bu etki nedeniyle olacak ki, Said’in eserini uzun süre Doğu dünyası düşünürlerinden hiçbiri derinlemesine ele almadı. Oysa Said’in eserinin şartlı bir olgu üzerine kurgulanması bir yana, sonrasında değişen ve gelişen kolanyal ilişkiler Batı içinden Doğu’ya bakışta ciddi değişimlere yol açmıştı. O nedenle konunun yeniden tüm yönleriyle ele alınmasında ihtiyaç vardı.

Lübnan asıllı, İsrail doğumlu olup, İslam Hukuku çalışmalarının önde gelen isimlerinden biri kabul edilen ve kitapları Türkçe dahil birçok dile çevrilmiş olan Columbia Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Wael B. Hallaq’ın “ Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek –Modern Bilginin Eleştirisi Edward Said’in “Oryantalizm/Şarkiyatçılık” adlı eseri bu alanda konuya yeni bir yaklaşım getiriyor. Hallaq bu eserinde Said eleştirisi yapmanın yanı sıra şarkiyatçılığı da yeni bir bakış açısıyla ele alıyor.

“Bu kitabın tezi şudur: Hem basit Şarkiyatçılık terimi hem de karmaşık Şarkiyatçılık kavramı, ciddi bir biçimde yanlış anlaşılmıştır; bu iki ifade, kısmen Said'in yazıları nedeniyle, ideolojik semantiğin alanında yaygın bir biçimde faal olan kaba siyasal sloganlar ve parolalar haline getirilmiştir. Bir bilim adamını "Şarkiyatçı” diye etiketlemek, bir suçlama tarzı, olumsuz bir unvan halini alırken, "tarihçi", "mühendis", "ekonomist” ya da hatta "antropolog” unvanları, hakim olarak ama yanlış bir biçimde, nötr kabul edilir. Terimin ve kavramın siyasallaştırılması, gerçek anlamının ve kapsamının içini boşaltmış; derin düşünce ve eylem yapılarıyla işbirliğini maskelemiş ve böylece onu, entelektüel tartışmanın şöyle dursun, ciddi bilimsel tartışmanın yapay ve aslında tamamıyla faydasız bir kategori kılmıştır.”
“Said'in burada ana odağım ve ilgim olan Şarkiyatçılık hakkındaki önemli eserinin, sorunlarla dolu olduğu gösterilmiştir; bu sorunların verimli olduğu da ortaya çıkmıştır. Ben ise sadece anlamlarını yakalayabilmemi mümkün kılan sorunları ve çelişkileri işaret ediyorum; bu anlamlar da, Said'in şimdiye kadar tahlil ve inşa edilmiş meselelere dair anlayışının ve mevcut anlayışların ötesine geçmeye dönük çabama hizmet etmeleri açısından ehemmiyetli olan anlamlardır bunlar. Said'in hem eleştirmenleri hem de takipçileri, zaman zaman müphemliklerine ve doğrudan hatalarına kızsalar da, büyük oranda onun kurduğu tartışma sınırları ve şartları içinde kalmışlardır. Bu kitabın soruşturmayı amaçladığı şey ise, sadece Said'in eseri değil, halihazırdaki durumdur.”

Hallaq, şarkıyatçılığın yeniden ele alınması esnasında Said üzerinden yola çıkmayı dengeleme unsuru olarak gerekli görmekte; “Şarkiyatçılığın göreceli bir tenzil-i rütbeye uğramış olması, analitik vazifemizi basitleştirmekten çok karmaşıklaştırır. Bu söylem sahası nüfuz edici bir psiko-epistemik düzensizliğin semptomatiği olmasına ve bu haliyle herhangi başka bir bilgi sahası gibi telakki edilebilmesine rağmen, Öteki hakkındaki bilginin iletildiği en bariz koridor olmayı sürdürür. Bu can alıcı olgu, bize şu vaziyeti dayatır: Şarkiyatçılık, hem zulüm ve şiddetin bir suç ortağı olarak hem de halihazırdaki mevkiinden özgürleştirildiğinde, Öteki'ne dair bir kavrayış için zorunlu bir köprü olarak tebarüz edilmelidir. Modern kapitalizm, sömürgecilik ve hegemonik güç biçimlerinin hizmetinde bulunan akademik bölümlerin nihayette ortadan kaldırılmak zorunda olduğuna dair tez, hiçbir sınırlandırma getirilmeden Şarkiyatçılığı içeremez ve içermemelidir.
Şarkiyatçılığı reddetme ile muhafaza etme arasındaki gerilim, belirli verileri hesaba katmayı gerektiren bir dizi analitik kaide ve kaynak gerektirir. Bu verilerin en temeli, Edward Said'in külliyatı, bilhassa da Şarkiyatçılık'ıdır.”
Hallaq, eserinde; Said’in şarkiyatçılığa getirdiği yaklaşımı eleştirir, ancak bu eleştiri topyekün bir reddetmenin ötesinde, onun yaklaşımını göz ardı etmeyen bir eleştiridir. Bununla birlikte, Hallaq tıpkı Said gibi eserinde Batılı düşünürlerin Doğu’ya yönelttiği haksız ve yanlış yaklaşımları da dikkatlere sunar;
“İster Ondokuzuncu yüzyılın sömürgeci biçimleri altında olsun, isterse de (şimdilerde küreselleşme terimiyle biçimlendirilen) yirminci yüzyılın hâlâ hegemonik nüfuzları altında olsun, hakim tavır, her zaman güç ve egemen iktidar tavrı olmuştu: Avro-Amerika'nın ne söylediği ve ne yaptığı, dünyanın nasıl görülmesi ve idare edilmesi gerektiğine dair norm, standart ve kararlı biçimdi. Bu durum, Said'in eleştirisi nedeniyle olmasa da, onun eleştirisine rağmen, vaki olarak kaldı.”
“Şarkiyatçı akademinin ortak paydası, kuşkusuz ki epistemik üstünlük paydasıdır; yani, saygı ve hoşgörü, özellikle Aydınlanma'nın paradigmatik ilkeleri tarafindan yönlendirildiği sürece, Avro-Amerikan modern projenin geçerliliğini hâlâ -bilinçli ya da bilinçsiz- varsayan epistemik kendine güven (ve çoğunlukla kibir) dozuyla birlikte gelir.
(Said'in Şarkiyatçılık'ındaki son bölüm olan) "Bugün Şarkiyatçılık’ına bütünleşik olan da, Said'in hitap etmediği bir olgudur; yani, görevleri, liberal duyarlılıklar için kabul edilebilir kılan bir bakış açısıyla, İslam'ı Batı için olumlu açılardan temsil etme olarak görülen, çoğunlukla Batılı olmayan etnik arka plana sahip bir dizi bilim adamının ortaya çıkışı olgusudur. Bunlar elbette Said yazmadan önce de ortadaydılar; ancak alandaki ağırlıkları, son otuz yıl boyunca düzenli ve ehemmiyetli olarak arttı; yine de bu grubun üyelerine, başkalarına, özellikle de İslam'da sadece "aşağı” bir nitelik değil, ayrıca, özellikle, kendi kafalarınca, "medeniyetler çatışması kavrayışına yol açacak bir potansiyele sahip "üstün" bir nitelik de tespit edenlere nazaran "Şarkiyatçılık” suçlamasını yapıştırmakta çok hızlı davranılmıştır.”

Hallaq’ın bu eseri Edward Said’in Oryantalizm eserini yerli yerine oturtmak, Batı’nın Doğu karşısındaki yaklaşımının salt kolonyalizmin uzantısı olarak görülmesinin yanlışlığını ortaya koyma düşüncesi taşısa da ağırlıklı olarak Said’e hak veren bir yaklaşıma sahip. Ancak, Hallaq son sözlerinde asıl amacının bu olmadığını belirtir;

“Son olarak, bu kitabın akademi manzarasındaki yeri konusunda birkaç söz. Kalkış noktam Said'in Şarkiyatçılık'ı olsa da, araştırma alanımı onun etrafına doğru yayıyor; tarihsel ve felsefi bir doku ekliyor ve Said'in anlatısını ve onun geleneksel siyasal dayanaklarını savuşturmaya çalışıyorum. Başka bir ifadeyle, kitabım bir eleştiri mahalli olarak siyasetle başlasa da, tamamıyla farklı bir düşünce sahasıyla sona eriyor ki mesele de tastamam budur. Dolayısıyla bu, çoğunlukla bir inkarlar ve olumsuzlamalar matriksi olarak, ama aynı zamanda ihya edici bir eleştirinin mahalli de olarak, modern dilde bir dizi karmaşık ilişki içinde duran temel ahlaki ilkeler ve etik yapılar üzerine bir denemedir. Varoluşu, başlangıcından itibaren belirli görüşlerin ve düşünce tarzlarının dışlanmasında yatan epistemolojik bir sistemde, böyle bir müdafaanın daha başından mahkum edilebileceği görülebilir. Yine de bu kitabın enerjik bir biçimde ileri süreceği gibi, edimsellik, söylemsel teşekküller, bilgi ve iktidar yapıları, -dinamizmleri nedeniyle- her zaman paradigmatik yapılara aykırı açıklıklar, çatlaklar, yarıklar, kırılmalar bırakan dinamik şeylerdir.”

Semiha Kavak
YENİ ŞAFAK KİTAP Nisan 2020






12 Nisan 2020 Pazar

abaküs


Kaç yalnızlık varsa bir bir saydım
birden başlayarak bir yerde başlıyordu çünkü yalnızlık
bir iki üç ve sonsuza kadar belki
akmaya küsmüş bir çeşmenin önünden geçerken saydım
türlü tuhaf şeylerle iç içe herkes gibi herkes kadar yoldaydım


çürüktü ses inceldiği ağızda

böyle bir tenhalıkta çıplak gözle görüntüleniyordum
çoğunlukla gidiliyordu ve kullanışsızdı algılar
bir çabukluk sinmişti herkese
dengesini yitirmiş bu var olmanın yolluk kısmı olarak anılıyordum


bir şeye doğru bir şeye doğruydu beklemek

geceler varken günler sayılıyordu ki alışkanlıktı yaşamak
dünya kadar küçülüyordu gözlerim
bir bulut geçti artık gitmiyorduk durmuştuk durulmuştuk
çayım gelmişti bir sigara yakıştırdım demine
ellerim yorgundu ellerim unutkandı nedense ve bazı fesleğenler
bazı pencere önlerinde çiçek taklidi yapıyordu usanmadan


mutlu olmaya elverişsiz yasalar vardı

bir bir saydım bir iki üç ve sonsuza kadar belki
saydıkça katlanılmazdı zaman
umutlu olmaya elverişsiz aşklar vardı.


seyitP