16 Mart 2024 Cumartesi

ÇOK TARTIŞILAN BİR KONU: DİNİN GELECEĞİ

 


Semiha Kavak - Yeni Şafak Kitap Gazete

Yeryüzünde binlerle ifade edilen din var. Tarihin ilk yıllarından bu yana insanlar doğa üstü gördükleri olaylar karşısında bazı şeylere tapınmış, ortakça oluşturdukları bu inançlar bir şekilde günümüze kadar ulaşmıştır. Her ne kadar insanlığa doğru yolu göstermek için Allah, Nebi ve Resulleri görevlendirmiş olsa da, ilahi buyruklar sınırlı coğrafyalarda etkili olabilmiş, bunun dışında kalan coğrafyalarda ilkel inançlar varlığını sürdürmüş ve bir şekilde ileriye  taşınabilmişlerdir.

Din adı altında tanımlanan bu olgular zamanla değişime uğramış, her inanç ekolü kendi içinde ayrımlara uğrayarak değişimler yaşamıştır. Bu değişim bir tür yenilenme, reform olarak kendini kabul ettirmiş, eskiyle yeninin çatışmasına da yol açmış, sonuçta iç dinamizm sayesinde dinler ilerleyen çağla birlikte kendine yeni alanlar açmayı başarabilmiştir.

Günümüzde İslâm, Hıristiyanlık, Musevilik ve Budizm en bilinen dinler arasında yer almakta. Musevilik bir ırksal din niteliği taşısa da gerek Kur’an’da, gerekse İncil’de Hz. Musa’dan ve onun mücadelesinden bahsedilmesi Museviliğin, Hıristiyan ve İslam dünyasında bilinirliğini sürekli kılmış ve yaygınlaştırmıştır.

Dinlerin toplumlar üzerindeki etkisinin bugüne kadar gelebilmesi gelişmeler karşısında kendini yenileyebilme ve toplumsal gelişmeye uyumlu bir seyir izlemesiyle açıklanabilir. Aydınlanma çağı Batı’da kilise hakimiyetini sonlandırıp, Hıristiyanlığın toplum içindeki etkisini kırıp, dini etkisiz hale getiren ideolojilerin öne çıkmasına imkan sağlamış olsa da, zamanla din Batı’da yeniden kendine bir zemin bulabilmiştir.

İslam dünyasında Batı’da olduğu gibi dine karşı büyük çaplı tepkilerin oluşmaması ideolojilerin etkisini kaybettiği yarım asır öncesine yakın dönemlerde islâma olan ilgiyi artırmış, bu dönemde islam bir ideoloji olarak yükselmeye başlamıştır. Ancak, hızla yayılan küreselizm ve digital çağ kendi ideolojisini de beraberinde taşıyarak dinleri yeniden büyük bir tartışmanın içine sokmuştur. Baş döndürücü şekilde gelişen teknolojiler ve hızla dolaşıma giren bilgiler zamanla din ile toplum arasındaki bağın zayıflamasına yol açmıştır.

İşte bu nokta da birçok düşünür, dinlerin geleceği hakkında çeşitli yorumlar yapmakta. Bu doğrultudaki yazı ve kitaplarıyla tanıdığımız Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Ali Köse de son kitabında bu konuyu enine boyuna ele almış.

Ali Köse “Dinin Geleceği” adlı kitabının ilk sayfasında “ Bu kitap, 21. Yüzyıl din olgusunu Batı ülkeleri ekseninde incelemektedir. Batı’nın din serencamını sosyal, kültürel ve tarihsel bağlamda değerlendirerek geleceğe yönelik projeksiyonlarda bulunmaktadır.” sözleriyle karşılaşıyoruz. Köse: “Bunun nedeni belli: Batı’nın yaşadığını dünyanın geri kalanı, zaman farkıyla yaşıyor.” sözleriyle bu konunun islâmı da içerdiğini anlatmak istemiş.

Kitap konuyu islam tartışmalarının dışına taşıyarak ele alsa da, aynı zamanda islamı da ilgilendiren bir konu olması nedeniyle kitabın bu çevrelerce bir tartışma oluşturması kaçınılmaz. Zira, kitabın içeriği, ele aldığı konular ve bıraktığı izlenimler bu tartışmalara yol açabilecek türden şeyler.

Köse’ye göre, dinin toplumsal etkisi gün geçtikçe azalmaktadır. Köse, bunun nedenlerine şöyle değinmekte;

“Sosyal refahın artması, bilim ve teknolojinin yaygınlaşması, bireyselliğin yükselmesi ve daha da önemlisi, internetle birlikte sekülerleşme ilerlemiş, din gerilemişti. Aslında Kuzey ülkeleri, özellikle de İskandinav ülkeleri bu gidişatın habercisiydi. Bu ülkeler sosyal güvenlik açısından dünyanın en üst sıralarında yer alan seküler refah ülkeleriydi. Buralarda önceleri Protestanlık hâkimdi. Ama sosyoekonomik refaha ulaşan güvenli toplum yapısı, dine olan ihtiyacı azalttı. Neticede doğal bir sekülerleşme gerçekleşti. Acaba diğer ülkeler de sosyoekonomik refahla birlikte sekülerleşecekler miydi? Inglehart'in 2007-2020 yıllarını kapsayan ve bu yılları daha önceki çeyrek yüzyılla (1981-2007) karşılaştıran Religion's Sudden Decline başlıklı araştırması, bu soruya "evet" cevabını veriyordu: Görüntü, küresel bir sekülerleşmeye işaret ediyordu.”

“18. yüzyılda kültürel elitler arasında başlayan sekülerleşme eğilimi, Andrew Wilson'in God's Funeral kitabında işaret ettiği gibi, sonraki yüzyıllarda sanata, akademiye ve diğer kurumlara sirayetle yoluna devam etti (Wilson 1999: 284). Sonuçta bugün 21. yüzyıl- da daha da yaygınlaşarak dinden uzaklaşmaya, inanç ve ibadetlerde gerilemeye neden oldu. Dahası din, binlerce yıla dayanan dokunulmazlık zırhını kaybetti. Oysa daha birkaç yüzyıl öncesine kadar Avrupa'da yerel yönetimler, kilisenin denetiminde bulunan idari birimlerdi. Charles Taylor'un tanımıyla Avrupa toplumlarında "herhangi bir kamusal faaliyeti Tanrı'yla karşılaşmadan yürütmeniz mümkün değildi. Günümüzde durum tamamen farklı hâle geldi. Modernlik öncesi tüm toplumların siyasi örgütlenmesi, Tanrı'ya ya da 'mutlak varlık' kavramına duyulan inançla ilişkiliyken modern Batı devleti, bu ilişkiyi kopardı. Kiliseler artık siyasi yapılardan ayrıldı. Din veya dinsizlik büyük ölçüde kişisel bir mesele hâline geldi. Politik toplum artık hem inançlılardan (her çeşidinden) hem de inançsızlardan oluştu" (Taylor 2014: 3).”

Ali Köse, “Dinin Geleceği” adlı eserinde Batı’da yapılmış olan birçok araştırmadan yola çıkarak dine ilginin azaldığını, bunun gelecekte daha büyük bir kırılmaya yol açacağını belirtirken, 2012 ‘de yazdığı bir yazıda dinin yükselişiyle ilgili verdiği Amerika örneğinin bugün nasıl olumsuz bir noktaya geldiğini anlama açısından oldukça önemli; “Aydınlanma teorisyenlerine göre insanoğlu Aydınlanma Çağı'nda sekülerleşme trenine binecek ve dinsizlik durağına doğru ilerleyecekti. Teknoloji ilerledikçe modernleşilecek, modernleştikçe din yok olacak ve sonuçta insanlar tabiatüstüne yönelik inançları terk edeceklerdi. Hatta bunun için tarih bile vermişlerdi. Verdikleri nihai tarih 20. yüzyılın sonuydu. Ama 21. yüzyıla girilirken hiç de öyle olmadığı görüldü. Bugün Amerika dünyanın teknolojiyi en üst düzeyde kullanan ülkesi, ama aynı zamanda dünyanın en dindar ülkelerinden. Haftalık kiliseye gitme oranı yüzde 40'lar düzeyinde. Ülkede 300 bine yakın kilise var. Amerikan başkanları göreve başlarken hâlâ İncil üzerine yemin ediyor. Halkın yüzde 70'i kendini dindar olarak tanımlıyor.”

Köse, bu kez henüz yazısının üzerinden on yıl gibi bir zaman geçmişken bu konuda yapılmış olan son araştırmalardaki verilerden yola çıkarak Amerika’daki değişimi gözler önüne seriyor: ” Deseret-Marist 2022 yılı araştırmasına göre Incil'de anlatıldığı şekliyle Tanrı'ya inanan Amerikalıların oranı %54'e düştü. Tanrı'ya değil ama manevi bir güce inananların oranı %15 oldu. Tanrı'nın varlığından şüphe duyanların, ahlaklı olmak için dine gerek olmadığını düşünenlerin oranı yükseldi. Çocuklarına din öğretenlerin ve ateistlere olumsuz bakanların oranı düştü. Her üç genç Amerikalıdan biri, “Dininiz nedir?" sorusuna, "dinim yok" cevabını verdi. Kilise üyeliği tarihte ilk kez %50'nin altına indi. 18-29 yaş aralığındaki genç yetişkinlerin %70'i İncil'de anlatılan Tanrı'ya inanmadıklarını söyledi. Araştırmanın şu tespiti belki de gelecek yansımasının özetiydi: "Gençler arasında inanç ve ibadetler düşüşte; ne kadar gençseniz, Tanrı'ya inanma veya düzenli olarak ibadet etme ihtimaliniz o kadar az. Ne kadar gençseniz kendinizi spiritüel olarak tanımlama ihtimaliniz o kadar az. Şimdiye kadar Amerika sekülerlik konusunda Avrupa kadar meşhur değildi ama artık Avrupa ile yarışmakta" (Dallas 2022; Graham 2022). Hatta bazı konularda Avrupa'dan daha seküler hâle geldi. Mesela evlenmeden çocuk sahibi olma oranı, Avrupa'dan daha yüksek (Eberstadt 2013: 175).”

Köse, bu değişimleri başta sekülerliğin gelişmesi ve zamana uygunluk olarak değerlendirmekte. Ona göre, içinde bulunduğumuz zamanın oluşturduğu değişim atmosferi dine ilgiyi azaltmakta:

“Birkaç asır önce Tanrı'ya ya da dine inanmamak zordu ama sonra kolaylaştı. Birkaç asır önce insanlar; varoluşlarını, günlük hayatlarını doğaüstü inançlarla anlamlandırırken sonra ne oldu da bu eğilimlerden vazgeçme ihtimali ortaya çıktı? Ne oldu da eskiden inanç bir topluluk, bir cemaat işiyken şimdi daha çok, bireysel bir tercih olarak görülmeye başlandı. Cevap belki de basit: Zaman değişti, hayat değişti, kültür değişti, insan değişti. Birey için artık dinin ne istediği değil, kendisinin ne istediği önemli hâle geldi. Her değişim, bir sonrakini davet etti. Her değişim bir öncekini katlayarak ilerledi. 21. yüzyılla gelen internet çağı, değişimi deyim yerindeyse ışık hızına döndürdü. Sonuçta Charles Taylor'un tabiriyle inanç, mevzilerini kaybetmeye başladı ve Tanrı'ya inanmanın alternatifleri düşünülebilir hâle geldi. İnsanoğlu kendisinin insan merkezli bir dünya düzeni oluşturabilecek akıl ve bilim gücüne sahip olduğu kanaatine vardı. Dünya artık doğaüstü güçlerden sıyrılmış, sihirsiz bir mekândı. İnsan artık kendisine yönelik tehlikelere karşı korunaklıydı; sihirsizleştirilmiş bir dünyada tamponlu bir benlikti.” 

“Hülasa, 21. Yüzyılda zamanın ruhu, dinden ziyade sekülerleşmeyi hatta dine tümüyle lakayt kalan ortamları besleyen bir yönelim içermektedir.”

Öte yandan Köse, araştırmalardan yola çıkarak ülke zenginliğiyle dini inançlara bağlılığın ilişkili olduğuna dikkat çekmekte: “Dünya genelinde ülkelerin gelir düzeyleriyle dindarlık düzeylerini karşılaştıran araştırmalar, zengin ülkelerle fakir ülkeler arasında önemli bir dindarlık farkı olduğunu göstermektedir. Kişi başı millî geliri 10 bin doların altında olan ülkelerde “dinin hayatlarında önemli bir yer tuttuğunu söyleyenlerin oranı %80-99 aralığındayken 30 bin doların üzerindeki ülkelerde bu oran %17-43 aralığındadır. Bu rakamları destekleyen bir başka veri de ülkelerin kendi içlerindeki zengin bölgelerle yoksul bölgeler arasındaki farktır. Yoksul bölgelerde daha çok mabet, daha çok cemaat bulunmaktadır. Dahası, radikal dinî gruplar bu fakir bölgelerden çıkmaktadır.”

Kitabın ilerleyen bölümünde yeni din arayışları, dinler arasındaki geçişkenliğin artması gibi konuların yanı sıra bilin, teknoloji ve din ilişkileri yapılan araştırmalar ışığında irdeleniyor. Değişimle birlikte ortaya çıkan yeni olguların geleneksel din anlayışına etkileri ele alınıyor. “Din teknoloji karşısında hep savunma pozisyonunda , ama söz sahibi olmak istiyor. Söylemler üretiyor ama karşılık bulmuyor, güne uymuyor”

Kitabın son bölümü ise Transhümanizm konusuna ayrılmış. İnsanların fiziksel ve bilişsel yeteneklerini artırmak, hastalıkları yok etmek, insanın ömrünü uzatmak ve hatta ölümsüzlüğünü sağlayabilmek için teknolojiden yararlanılması gerektiğini savunan bir düşünce ekolü olan transhümanizmin hedefi üstün insan oluşturmak. Kitabın bu bölümünde günümüz düşünürlerinin yanı sıra destopik öngörüler de ele alınmakta. Ayrıca, bu konu üzerinden gelecekte dinin nasıl şekilleneceği, var olup, olamayacağı konuları kitapta uzunca yer bulmakta..

 Ali Köse, “Dinin Geleceği” adlı eserinde Batılı düşünürler üzerinden dinin geleceğini ele alırken aynı zamanda yaptığı kişisel değerlendirmeler ve yorumlarla konuyu islâmı da içerecek şekle dönüştürüyor. O nedenle keşke bu alanda Türkiye’de yapılmış araştırmalar da kitapta yer alabilseydi. Böylece, bu konu daha canlı ve daha cesurca tartışmaların da önünü açardı.

  



 


17 Şubat 2024 Cumartesi

Yakın Markaj

 

Bu ayki Yeni Şafak Kitap, Yakın Markaj'da Prof. Dr. Hüsamettin Arslan'ın üç kitabının değerlendirmesiyle ilgili toplu bir çalışmam var.

https://www.yenisafak.com/hayat/bilim-tabusu-ve-husamettin-arslan-4601819?fbclid=IwAR2Zf6FXykUdrLGEmzTwnYe00EWNJ-8XM1X4_rJQWbW2U_OSgnuiY_kYeSc

Düşünce hayatımızın ve edebiyatımızın önemli ismi 79 yaşında aramızdan ayrılan Alev Alatlı'ya rahmetle.
Bu Vefa Sayısı'nda, daima mesuliyet şuuruyla hareket eden Alatlı'yı "Sahiplendiğimiz mesele aynıydı" diyen dostları anlattı.

28 Ocak 2024 Pazar

YENİ ŞAFAK PAZAR - RÖPORTAJ

 



Geçtiğimiz günlerde kurucularından merhum Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın tezini kitaplaştırarak okurla buluşturan yayınevinin hem kuruluş hikayesini hem de Arslan’dan sonraki yayın çizgisini konuşmak için Genel Yayın Yönetmeni M. Akif Memmi ile buluştuk.

Çok sayıda yayınevi var. Buna rağmen Hüsamettin Arslan Paradigma Yayınları’nı neden kurdu?

Bu sorunun bir teorik bir de pratik cevabı var. İsterseniz önce merhum Hüsamettin Arslan hocanın kitaplarla kurduğu ilişkiyi konuşarak başka bir ifadeyle teorik olanla başlayalım. Hüsamettin hoca bir kitabı okurken eğer cehaletinizi suratınıza çarpmıyorsa o kitabı okumaya değmez der. Bu kapsamda değerlendirilecek kitapları ise hem bulmak hem de basmak kolay değildir. Yayınevleri farklı gerekçelerle böylesi kitapları basmak istemeyebilir. Pek tabii bu kararlarda maliyetler ve okur ilgisinin azlığı etkilidir. Bu noktada Hüsamettin Arslan Türkiye’deki entelektüel cemaatlerin mutlaka tanıması gerektiğini düşündüğü isimlerin kitaplarını herhangi bir yayınevi bariyeriyle karşılaşmadan doğrudan yayımlamak istedi. Ve bunu yaparken de bir kâr amacı gütmedi. İşte bu son kısım bahsettiğim pratik kısımla alakalı. Hoca’nın 1990’ların hemen başlarında dönemin süreli yayınlarında neşredilen yazılarına bakarsanız, okuyup çevirdiği kitapların farklı yayıncılar tarafından basılacağını büyük bir heyecanla müjdelediğini görürsünüz. Ne var ki bunların çoğu yayımlanmamıştır. Bunun gibi pek çok durum onun Paradigma’yı kurmasıyla neticelenmiştir.

 

Entelektüel Okura

Bu yayınevi hangi boşluğu doldurmayı hedefliyor?

Boşluk doldurulabilir mi emin değilim fakat Hüsamettin Arslan Paradigma’yı dünya ve toplum hakkında yüksek düşünme düzeyine ulaşmış sayıca az entelektüel kitleye hitap edecek şekilde konumlandırdı. Kitapları popülerliklerine göre değerlendiren değil yazarına ve yayınevine dikkat eden okurlara odaklandı. Bu noktada ülkemizde pek rastlamadığımız bir butik yayıncılığın tercih edildiğini görebiliriz. Başta felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimler merkezli bir yayın politikası izlendi. Türkiye üst düzey birçok Batılı düşünürün metniyle Paradigma aracılığıyla tanıştı. Burada Thomas Kuhn, Hans-Georg Gadamer, Jacques Ellul, Michael E. Zimmerman ve Nikolay Berdyaev gibi isimleri zikredebiliriz. Ayrıca Giddens gibi bilinen bazı düşünürlerin yeni kitaplarını yayımlayarak akademik tartışmalara zemin hazırladı. Heidegger, Carl Schmitt çevirileri ve onlar üzerine yazılan eserler ise Türkiye’deki felsefi mecraları bakımından hayatidir.

 

Peki bu yayın politikası toplumdan kopuk, hayata dokunmayan bir çizgi miydi?

Hüsamettin Arslan’ın hem bir sosyal bilimci hem de entelektüel olarak içinde bulunduğu toplumla arasına mesafe koymadığını belirtmek gerek. Ülkesiyle ilgili birçok kritik meselede fikirlerini paylaşmaktan çekinmedi. 27 Nisan e-muhtırası, PKK terörü, Gezi kalkışması, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi hususlarda her zaman pozisyon aldı. Memleket meseleleriyle ilgili konferanslarda, seminerlerde fikirlerini paylaştı. Televizyon programlarına katıldı. Popüler mecralarda düşünceleri dile getirdi. Yönettiği Paradigma Yayınları’nda da bu doğrultuda kitaplar bastı. Bir yandan “yüksek düzey”de yayıncılık faaliyeti yaparken diğer yandan akademik birikimini herkesin anlayacağı şekilde farklı mecralarda paylaştı. Üniversitede öğrencilerine ders verirken gündemi de konuştu. Teneffüslerde çevirilerine devam etti. Kahvede arkadaşlarıyla siyasi gelişmeleri yorumladı ama bir yandan da aynı masada kitaplarını yazdı.

 

Hikaye Devam Ediyor

Bundan sonra yayınevi olarak neler yapacaksınız?

Kısaca Hüsamettin Arslan’ın ortaya koyduğu yayın politikasını genişleterek devam edeceğimizi söyleyebilirim. Kurucumuz Hüsamettin Arslan’ın yayımlanmamış metinleri üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. Yakınlarda Arslan’ın doçentlik tezi Yöntemi Aşan Bilim: Kurtarıcı ve Kutsal Bilim Anlayışına Reddiye ve yüksek lisans tezi Osmanlı İmparatorluğu’nda Sanayileşme Teşebbüsleri kitaplarını bastık. Bunun yanında geçmişte Paradigma tarafından yayımlanmış ancak şu an sadece sahaflarda bulunabilen kitapları yeniden basmak için çaba gösteriyoruz. Gadamer’in Hakikat ve Yöntem’i bu bağlamda zikredilebilir. Yine Arslan tarafından ilk kez Türkçeye kazandırdığı Batılı düşünürlerin ve benzer çizgide kalem oynatan isimlerin diğer metinlerini Türkçeye çevirmeyi planlıyoruz. Jacques Ellul’un iki kitabının Türkçe yayın haklarını aldık. Önümüzdeki aylarda bu kitapları okurlarla buluşturacağız. Bunun yanında “paradigma” dışına çıkan, okurken emek ve çaba gerektiren dosyaları yayına hazırladığımızı söylemem gerekiyor. Sosyal bilimlerin tamamını içeren bir yayın politikasıyla Türkiye’nin iddialarını yansıtan ve temel meselelerini ele alan çalışmaları okuyucuyla buluşturmak istiyoruz. Fahrettin Altun’un İstikrarlaştırıcı Güç: Türkiye kitabı ile yine onun derlediği Enformasyon Savaşından Dezenformasyon Savaşına adlı eserin Paradigma’nın teorik olanla bu ülkeyi bir arada düşünmeyi mümkün kılan perspektifine uygun düştüğünü vurgulamak isterim.

Batı'nın Düşünce Dünyasını İyi Anlamak Lazım

Şu ana kadar yayımlanan hocamıza ait eserler sizce okuyuculara neler söylüyor?

Hüsamettin Arslan’ı okurken üç önemli noktanın öne çıktığını düşünüyorum. Öncelikle günümüz dünyasını şekillendiren Batı dünyasını anlamanın önemi ve Batı dünyasını inşa eden metinlerin anlaşılması. Arslan’ın da Türkçeye çevirdiği kitaplarda bu prensiple hareket ettiğini söyleyebiliriz.

İkincisi ise düşünce ve metin üretim süreçleri küresel ve yerel iktidar mücadelesinden bağımsız değildir. Belli iktidar odakları vardır ve köşe başlarını tutan “epistemik cemaat”leri yerlerinden oynatmak hiç kolay değildir. Arslan burada hem klasikleşen eseri Epistemik Cemaat ile hem de diğer çalışmalarıyla bu iktidar mücadelesini çok net bir şekilde göstermiştir.

Üçüncüsü ise çok ama çok çalışmanın önemi… Taşrada on çocuklu bir ailede dünyaya gelmiş bir ismin çalışarak Türkiye’de sosyal bilimler alanında en önemli yayınevlerinden birini kurması, belirli ağlar içerisinde ve yurt dışı bağlantıları olmamasına rağmen çok kıymetli eserleri Türkçeye kazandırması ancak çok çalışarak mümkün olabilirdi ve Arslan bunu başardı.

Semiha Kavak

Yeni Şafak Pazar

28.01.2024

https://www.yenisafak.com/hayat/cahilligimizi-yuzumuze-vuran-kitaplari-bulup-yayimladi-4598135


15 Ocak 2024 Pazartesi

AYNA

 


yeniden okumak istiyorum Edip Cansever’i
uzun kurulan bir cümleyi düşlemek gibi
en çok akşam üstleri belki
belki de sabaha karşı
yalnızlıklar, mutsuzluklar, sıkılmalar buluyorum
boşluğa dokunuyorum usulca
her kente bir parkın kanepesinden ilişiyorum
eriyerek suya karışan çiçekler geçiyor gözlerimden
yazdıkça inanıyorum güzelliğine
bir yaşam daha çıkarıyorum içimden
unuttuğum sözcükleri tek tek anımsıyorum
kararlar ekliyorum tenime, öngörüler
parmaklarıma bakıyorum, biriyle dokunuyorum ötekine
denizler yakıştırıyorum, gökler, sular, gürültüler
yaşam diyorum, aşk diyorum
oysa her aşk bir meleği öldürmektir Helen
hâlâ ayna tutuyorlar mı ölülerin yüzüne
insandan yorulur
anlamaktan yorulur ayna
döker sırrını
mutlaka gecedir, sessizliktir, ıssızlıktır
değemem yaşıma
sessiz ve ıssız geliyorum sana
öptükçe derinleşiyor gamzenin biri
ne söylemek istersem avuçlarıma yazıyorum
belki sevmenin de vardır matematiği Helen
bense bilmiyorum kalbimin çapını
gölgem düşüyor üstümden
yüzün bir şeyler ekliyor yüzüme
belki sessizlik
belki ıssızlık
belki yalnızlık
Ayna, 30 Mayıs 2001-İstanbul Abdullah Eraslan